Arka Bahçemiz

Acıyı Soğuran Kalkanlarımız: Kimliklerimiz

“Bizden olanlar ve olmayanlar ayrımı iktidar odaklarının can simididir… Ulusların tasarlanmış, geleneklerin icat edilmiş, öznelliklerin kaygan ve kültürel kimliklerin bir mit olduğu belirlemeleri, aidiyet kamburundan kurtulmak yolunda önemli bir çıkıştır.”

“Kimlikler kendimize kapatılmamızın hücreleridir.”

Francis_Bacon

İnsan soyuna ait olmak kimliği’ neden tek başına insanları tatmin etmeye yetmez? Bütün toplum bilimlerinin belki de cevaplamakta en çok zorlandıkları çok girift ve katmanlı bir soru. İnsan soyunun zincirine eklenen bir halka olmanın çıplak gerçeğini, kolektif kimliklerle sarmalamanın hangi ihtiyacın bir ürünü olduğu sorusuna insanlık tarihinin yorgun serüveni içinde sınırsız cevaplar verilmesine karşın, bu kimliklerin hayali sınırlarını gittikçe genişleterek, varlığını koyultarak sürdürüyor olması tarihin çözülmesi zor bir muamması olsa gerek.

John Holloway bu soruya çok sarsıcı bir cevapla karşılık vermeye çalışırken, bireyin kimliklere olan ihtiyacına kanımca yeni bir boyut ve derinlik katmakta. Holloway için kimlikler, yaşamın ürettiği acılar denizinden bireyin payına düşen oranı azaltma sandallarıdır. Yani dünyadaki sınırsız coğrafyalarda vuku bulan trajik olaylardan, birey kimliği üzerinden ilişkilenerek kimliğine değen katmanlar ölçüsünde acıyı duyumsar. Acıyı, kimlik dünyasının sınırları içinde hiyerarşik bir algıyla canını çok acıtan, az acıtan veya hiç acıtmayan acılar şeklinde katmanlaştırarak gündelik rutinini sürdürebilir. Yoksa bir günün yirmi dört saatlik dilimi içinde bile cereyan eden insanlık vahşetleri karşısında bilinç bütün olayları eşit derecede bir dehşet tonuyla duyumsayabilseydi, benliğin hayata kaldığı yerden devam edebilme kapasitesi dumura uğrar, günlük hayatın temel işlevlerini yerine getirebilme ihtimali ortadan kalkardı.

Kahvaltı yaparken, dünyada ölen her insanın ölüm haberini annesi ölmüş gibi keskin bir acıyla duyumsayan bir insanın kahvaltısına devam etmesi mümkün müdür? Veya dışarı çıkıp alışveriş yapma, spor yapma, sinemaya gidip hiçbir şey olmamış gibi hayatına kaldığı yerden hemen devam etmesi ne derece mümkün olabilir? İşte cenderesinden çıkmaya çalıştığımız kimliklerin kilit işlevi John Holloway’a göre acıların şiddetini emen bariyerler olmasıdır. Örneğin bir Kürt için Halepçe katliamı, ruhuna hançer saplayan, bilincini felç eden bir acıyken, Filistin veya Afrika’daki insanlık dramları bilincinin kınadığı veya yadırgadığı bir acı olabilmekte. Bir Türk Bulgaristan’daki Türkmenlerin hak ihlalleri karşısında dünyayı ayağa kaldırmaya çalışırken, Irak’taki savaşı, kıyımları canlı yayından bir reyting şovunu izler gibi soğuk ve duygusuz ekrandan aktığı gibi izleyebilmekte. Bir Müslüman Filistin halkının davası için yardımlar toplayıp, her türlü dayanışma pratiklerini çoğaltmaya çalışırken, Etiyopya’daki ölümün kucağına oturmuş sefalet için kılını kıpırdatmayabiliyor. Son bir örnek olarak bir kadının cinsel tacize maruz kalması toplumsal infial uyandırırken bir travestinin yollarda üzerine araba sürülmesi veya dövülmesi hatta yüzüne kezzap atılması gazetelerde okunan bir üçüncü sayfa haberi olarak değer görebilmekte ancak. Aile kurumunun kan bağıyla şekillendirdiği kimlik üzerinden acıları duyumsayabilme şiddetindeki farklılıklarda da aynı örnekleri gözlemlemek mümkün…

İşte bütün bu örneklerde ulus, din, cinsel veya aile kimliklerinin acıyı soğurarak bireyin bilincine eşit şiddette ulaşmasını engelleyen kalkanlar olarak işlev gördüğünü söylemek mümkün. Verili ve öğrenilmiş kimliklerin olmadığı bir dünyada, her insani çığlığı etinde hisseden mülksüz ve kaybetmiş insanların birbirinin sesine koşulsuzca koşması durumunda hangi baskı ve sömürü aygıtı sürekliliğini halen koruyor olabilirdi ki? Bizden olanlar ve olmayanlar ayrımı iktidar odaklarının can simididir. Her gri, belirsiz veya Araf alan, iktidar sınırlarına dâhil edilen veya dışında tutulan bir kimlikle donatılmak durumundadır. Foucault, bireyleri belirli kategorilere ve kimliklere mecbur etme sürecinin modern iktidarın işlev görme biçimi olduğunu savunur. Belirli öznellikleri bastırmayı ya da onlara eziyet etmeyi hedeflemez – daha çok onları bilgi nesneleri ve iktidar özneleri olarak üretmeyi hedefler. Kimlik tuzakları, kendimize kapatılmamızı ve umutsuzluk hikâyemizi uzatırken, mutlu azınlığın bize yeni kimlikler bağış ederek, varoluş koşullarımıza mutsuz ve sefalet içinde devam etmemizi temin etmesi modern uygarlığın sinsi işleyiş mantığının incelikli bir stratejisidir.

“Her köşe başında kimlik soruyorlar benden, açıp yaralarımı gösteriyorum.” [Hicri İzgören]

Milan Kundera “iktidar sizi nerenizden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur” demişti. Kimimizi etnik kimliğinden, kimimizi kadınlığından, kimimizi yoksulluğundan, kimimizi cinsel tercihinden, kimimizi dini inancından ötürü yaralayan ve sakatlayan bu zulüm çarkı döndükçe, sırtımızda taşımak zorunda olduğumuz lanetli kimlikler bohçası da gittikçe ağırlaşıyor. Her yaralı kimlik elbette kendini özgür ve meşru kılma mücadelesini özerk kulvarında yürüterek yaralayıcı güç odaklarının altını oyma kavgasını sürdürecektir. Temel sorun bu mücadelenin zamanla farklı kimliklerle ilişkisindeki akışkan ve iç içe işleyen yönelimleri dondurarak, kimliğin zırhına yapışmış kategoriler üzerinden bir toplumsal tahayyüle kapı aralamasıdır. Bu durumda modern dünyanın kimlikler cehenneminde bireyin yaralarını sağaltma mücadelesi gün geçtikçe daha yalnız ve kuşatılmış olarak sürdürmek zorunda olduğu bir mücadele haline dönüşüyor maalesef. Bütün bireysel ve kolektif kimliklerin yeniden üretildiği ve kışkırtıldığı bir çağda, kimlik kabuklarının içindeki beyaz inciye, yani o çıplak insani kimliğe ulaşmak hiç kolay gözükmüyor.

İktidar sürekli kategorilere ve kimliklere ihtiyaç duyar. Acının siyah mührünün bütün bedenlerde, ruhlarda aynı izi bırakmasını aynı yankıları uyandırmasını engellemek iktidarların ürettiği kimlik kalkanlarıyla mümkün olabiliyor çünkü. Kimliklerin ağırlığı altında ezilmiş öznelerin, farklı kimliklerin içinde debelendiği açmazları ve baskıları göremeyecek ve işitemeyecek derecede körleştirildiğini, sağırlaştırıldığını izlediğimiz karanlık bir çağın “kimlikler tiyatrosu”nun içinde debeleniyoruz. İktidarın mağdur ettiği toplumsal kesimlerin ve bütün “öteki”lerin farklı kimlikler altında yürüttüğü bölünmüş, parçalanmış etkisiz politik mücadelesi biraz da “ölümcül kimlikler”in dikenli tellerine toslanmasıyla açıklanabilir. Soğuk havalarda ısınmak için birbirine yaklaşarak ısınmaya çalışan kirpilerin, dikenlerinin birbirine batması sonucunda belli bir mesafede dizilmelerindeki gibi kimliklerin yaralayıcı dikenleri de kaybedenlerin arasına hayali mesafeler ve aşılmaz duvarlar örmeye devam ediyor. Bu da hiç işitmediğimiz acı seslerin iktidarın demir kafesleri içinde boğulmasını hatta yok olmasını beraberinde getiriyor…

***

“Bugünkü hedef, belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.” [Foucault]

Kimlikler arasındaki akışkanlığın sağlandığı ve toplumsal dinamiklerin çehre değiştirme süreçleriyle birlikte her kimliğin iç içe geçip yeniden tanımlandığı, melez kimliklere dönüşme pratikleri arttıkça, keskin sınırları ve sabiteleri olan mutlak kimlikleri yerinden etmek de kolaylaşabilir. “İnsan özneler sabit birer öz olmayıp, söylemsel olarak kurulmuşlardır. İnsan kimlikleri ve öznellikleri oynaktır ve parçalıdır.” Merkez – çevre ikiliğinin ve bununla birlikte bu ikiliğin çağrıştırdığı “sahtelik” ve “otantiklik” kutuplarının dağıtılması, parçalanması veya bozulması, kimliğin dikenli tel örgüleri üzerinden atlamayı sağlayabilir.

Edward Said şöyle demişti: “Başkalarını ontolojik olarak verili olarak değil de tarihsel olarak inşa edilenler olarak görmek, kendi kültürümüzde dâhil olmak üzere kültürler konusunda taşıdığımız genel ön yargıları yıkacaktır.” Günümüzde postkolonyal eleştirilerin açığa çıkardığı melez veya “ara yerde duran” kimlik kategorilerinden ve tanımlamalarından sonra, sabit ve aşkın bir kimlik tanımlaması yapmak gittikçe zorlaşmaktadır. Ulusların tasarlanmış, geleneklerin icat edilmiş, öznelliklerin kaygan ve kültürel kimliklerin bir mit olduğu belirlemeleri, aidiyet kamburundan kurtulmak yolunda önemli bir çıkıştır.

***

Çözüm ne otoriter iktidarların dayattığı merkezi kimlikleri kabullenmekten, ne de liberal pazarın sunduğu steril kimlikler seçkisinden bir tercih yapmaktan geçiyor. Ortak düşmanlarından başka ortak hiçbir şeyi olmayan insanların oluşturduğu siyasal birliklerin, total kimliklere (ırk, ulus, din) sarılması ve bu total kimlik şemsiyeleri altında ancak tahakküm ve sömürü ilişkilerini tesis edebildikleri kimlik tuzaklarını iyi görmek gerekiyor. İnsanın sadece katıksız insan olmasıyla tatmin ve mutlu olduğu, her insanın her insani çığlığı etinde, ruhunda hissettiği herkesin herkesle kimliksiz anlaşabildiği ve kimlik göstermediği, özgürlükçü bir toplumsallığın inşası öncelikle bütün verili kolektif kimliklerin ateşe verilmesinden geçiyor.

Devrim, bireyin kendisine zorla kabul ettirilmiş olan ve sayesinde iktidarın işlediği kimlikleri reddetmesiyle başlar.

Ramazan Kaya

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu