Arka Bahçemiz

Babıâli Canavarı…

 

Bre efendiler! Sözlüklerde ayıp diye bir kelime vardır, hiç mi gözünüze çarpmadı? İnsaf, dinin yarısı… Vazgeçtik, insaf çeyrek din olsa, yine böyle yazılmaz. Hanginizin tavuğuna kış dedim, bu kadar mı hıncınız vardı?

“Azizname” adlı kitabım yüzünden aranıyordum. Sonunda yakalandım. İngiliz, Mısır ve İran devlet başkan­larının açtığı da­vadan altı ay yatıp, çıktım.

Polis tarafından yakalandığım gün, bu haberi veren gazetele­ri okuyalım; biri şöyle yazıyor:

“Sivil polisler dün gece her tarafı basmışlar ve Aziz’i bir kah­vede saç sakal karışmış bir vaziyette kıskıvrak tut­muşlardır. Aziz Nesin polise de karşı gelmişse de, elinden bir kaza çıkmasına meydan verilmemiştir!”

Bir başkası şöyle yazıyor:

“Aziz Nesin ifadesinde, geceleri parklarda, kırlarda, sabahçı kahvelerinde geçiriyorum, demiştir.”

Başka birini okuyalım: “Aziz Nesin’in yurttan dışarı kaçmış bulunması ihtimali de ileri sürülmüş… Nihayet Aziz Nesin, Kadıköy’de bir şaraphaneye girerken yakalan­mıştır.”

Hele bir de şunu okuyalım: “Polisin bütün aramalarına rağ­men sol temayüllü bazı şahıslar tarafından Kasımpaşa’da, Beyoğlu’nda, Taksim civarında, şehrin daha başka semtlerinde saklan­makta olan, mütemadiyen yer değiştiren suçlu, bitürlü buluna­mamaktaydı. Dört aydan ­beri hali firarda bulunan Aziz Nesin’in, emniyet memurları tarafından nihayet yeri keşfedilmiş, firari Kadı­köy’de rıhtım civarında bir meyhanede, üç kişi ile kafayı çe­ker­ken körkütük bir halde yakalanmıştır.”

Bre canına yandığımın işi… Meğer ben neymişim? Ga­zeteleri okuyunca kendi kendimden korkmaya başladım. Ankara Canavarı, Adapazarı Canavarı, Niğde Canavarı gi­bi, bir de yeni Babıâli Canavarı… Bundan bisüre önce de bazı gazeteler “Türklüğe ha­karet” suçundan arandığımı yazıyorlardı. Bütün bunların neden böyle yazıldığını elbette anlıyorsunuz. İşin doğrusunu bir de ben anlatayım:

Kaçıyordum, neden ve kimden kaçtığımı mahkemede açıkla­dım. Kadıköy’de bir evin bir odasını tuttum. Hiç­ kimseyle görü­şüp konuşmadan okuyordum, çalışıyordum. Teşbihte hata ol­maz, nasıl şeytan camiye girmezse, polis de kütüphaneye girmez düşüncesiyle, bütün günlerimi Istanbul kütüphanelerinde oku­makla geçiriyordum.

Yalnızlıktan, kimseyle konuşmamaktan ve durup dinlenme­den çalışmaktan sinirlerim bozulmuş, bunalmıştım. Sokak arala­rında dolaşıyor ve şöyle düşünüyordum: Rahat bir evde oturmak, huzur içinde çalışmak, korkusuz yazmak, hiç, hiç nasip olmaya­cak mı? Felekten hiç kâm almayacak mıyım?

İşte bu düşüncelerle Mühürdar’a gelmiştim. Deniz, tatlı mırıl­tılarla dik kıyıya çarpıyor, ılık bir meltem saçlarımı okşuyor, do­lunay, denizde pırıl pırıl… Karşıda Is­tan­bul ışıl ışıl… Baktım önümde gazino, radyoda hafif bir mü­zik…

Kendi kendime,

– İşte, dedim, felekten kam almak istiyordun, tam fırsat!

Önceden işittiğime göre, bu gazinoya Ahmet Rasim, Mahmut Yesari de gelirmiş. Cebime baktım, onbeş lira var. Hemen gir­dim.

– Bir bira, kaşar peyniri, kavun…

Gel keyfim gel! Bu benim kırk yılın başında yaptığım iştir. Ay, deniz, müzik, bira… Oh!..

Bişey eksik, yanı başımda bir de sevgilim olsa… Hayal âle­mine dalmışım. Sağ yanımdaki sandalyenin arkalığına ko­lumu uzattım, sarıldım ve varsaydım ki yanı başımda bir sevgilim var­dır. Kulağım müzikte, gözlerim karşı kıyıdaki Istanbul sergisinin renkli ışıklarında, kolum sevgilimin omzunda…

– Garson, bir bira daha!

Kendi kendime “Bu akşam hovardalığın üstünde oğlum, her zaman kısmet olmaz,” diyordum. Tam bu sırada, iskemleye sarıl­mış olan sağ kolumun altında bir kıpır­danma oldu. Dokundum, sıcak, canlı bişey… Hayalimi bozmamak için, başımı çevirip bak­mıyordum. Demek ki, istediğim sevgili yanı başıma gelmişti.

Tatlı bir ses kulağıma fısıldadı:

– Aziz Bey!..

– Canım!

– Aziz Bey!..

– Yavrum!

Fakat sevgilimin sesi gittikçe kalınlaşıyordu:

– Aziz Bey!

– Emret ciğerim!

– Müdüriyete kadar gideceğiz!

Bir de başımı çevirdim ki, benim sevgili sandığım, meğer Bi­rinci Şube memuruymuş.

Kendisine:

– Bugün cumartesi, müdüriyette iki gece geçirmeyeyim, mü­saade et de pazartesi geleyim! diye rica ettim,

– Olmaz! dedi.

– Öyleyse şu biramı içeyim… dedim.

Yine,

– Olmaz! dedi.

Hatta üstelik, içtiğim biranın parasını ödemek için ısrar edecek kadar nezaket gösterdi. Tabii kabul etmedim ve tıpış tıpış, konuşa konuşa gittik. Hepsi bundan ibaret.

İşte Babıâli Canavarı böyle yakalandı. Bişeycikler demem, gözün kör olsun felek! Kırk yılın başında senden bir gece çala­yım dedim, onu da fitil fitil burnumdan getirdin!  

1950-Aziz Nesin

 

 EK:

Bu gerçek olay, 1948’de başımdan geçmiştir. CHP tek parti yönetiminin en zorba günlerini yaşıyorduk.

Sonra, çok partili düzen geldi. DP iktidara geçti. Derken DP iktidarının zorbalığı başladı. İşimiz, zorbalar ve zorbalıkla savaş olduğundan, bu kez kalemimizi yeni zorbalığa yönelttik.

Yıl 1959… Baskının arttığı en zorlu günlerde, zorbalarla en keskin çatışmadayız. Bigün, Kadıköy’den Istan­bul’a giden vapu­run lüks mevkiinde, yukarda anlattığım olaydaki kalın sesli sivil polisi gördüm. Görmezden gelip, salonda biyere oturdum. Ara­dan on yıl geçtiği için, bu sivil polis de komiser muavinliğine yada komiserliğe yükselmiştir diye düşünüyordum.

Adam beni görüp geldi, yanımdaki boş koltuğa oturdu. Ko­nuşmaya başladı. Yazılarımı, iktidarla olan mücadelemi aşırılıkla övüyor, beni göklere çıkarıyordu. Ben “Yurdu kurtaran aslan”dım. O da koyu CHP’liydi ve hükümete verip veriştiriyordu.

Pek şaştım, pek…

Ama bundan daha şaşırtıcı bişey oldu.

– Şimdi komiser misiniz? dedim.

– Yok canım, dedi, çoktan ayrıldım polislikten… Bu heriflere polislik yapılır mı? Müteahhidim…

Kendi adına inşaat yapıyormuş. Apartmanları yapıp yapıp satıyormuş… Ama yapı gereçleri öyle pahalıymış ki… Kolay bulunmuyormuş da…

Köprü’de ayrılınca bu eski polis ve yeni inşaatçının ar­kasın­dan bisüre düşüne kaldım.

Benim pek şaştığım bu küçük olaya, kim bilir, belki de siz hiç şaşmayacaksınız.

www.dunyalilar.org

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu