Arka Bahçemiz

Başörtülü Arkadaşa Mektup

Bir zamanlar bir iletişim şirketinde çalışan “başörtülü” bir kız vardı. Bu kız işine o kadar hakimdi, sunumlarını öyle güzel yapardı ki, hepimiz ona hayran kalırdık. Bir gün bu kız, “başörtülü olmak”la ilgili bir mektup yazdı bana. Ben de ona aşağıdaki yanıtı verdim. İsimleri ve bazı referans noktalarını değiştirerek yayınlıyorum.

Ayselcim,

Bu başörtü konusunu içimden yıllardır konuşuyorum seninle. Ben sana söylüyorum, sen bana söylüyorsun. Bu mesajı atmamış olsaydın, herhalde sonuna kadar sürerdi bu durum.

Yıllar içinde öğrendiğim bir şey var; biri bir iş yaptığı zaman, hele de bu “anlık” bir davranış değilse, bunu anlamaya çalışmak gerek. Neden böyle yapıyor? Ne düşünüyor da yapıyor?

Hrant Dink abimiz demiş ki: “Türkler ve Ermeniler birbirini anlamayı bilmiyorlar. Türkler’e, ‘Neden Ermeniler yıllardır ısrarla aynı şeyi söylüyor? Bu söylediklerinde hiç mi haklılık yok?’ diyorum… Ermeniler’e de diyorum ki; ‘Bu Türklerin ‘Soykırım yapmadık’ demesindeki asaleti anlayın. Türkler diyor ki, ‘Bizim dedemiz, atamız böyle bir şey yapmaz. Bizim milletimiz böyle bir şey yapmaz’. Türklerin bu sözlerini anlamaya çalışın. Bu feryatta asil bir duygu vardır. O duyguyu görmeye çalışın…”

Şimdi sen neden başörtü takıyorsun, ben de bunu anlamaya çalışıyorum. Senin kararına saygı duymak, seni bu kararında desteklemek ve kararını anlamaya çalışmak; üç ayrı başlık var benim için. İlk ikisini yapmak görevim; elbette ki başörtü takmana saygı duyuyorum, elbette ki bu kararı destekleyip yasakçı zihniyete karşı senin yanında olacağım. Ama üçüncüsününde işim zor; yani neden o güzelim saçlarını bir kumaşla hapsediyorsun? Alnındaki tüyü gösterirken, bir santim üstündeki saçı niye göstermiyorsun?

Benim için “başörtü” uzak bir kavram değil. Ailemde ve çevremde birçok başörtülü insan var. Annem operet değil, babam mason değil.

Doksanların başında bazı devrimci gençlerin ‘bir bilen’i tadında bir insandım. Kimileri gelir benimle tartışır, hatta danışırlardı. Onlara Fetullahçıları örnek verirdim. Detaylarla vakit kaybetmemeyi, uzun vadeli planlar yapmayı, gündelik konularla nefes tüketmemeyi tavsiye ederdim.

“Esnaf sizi sevmiyor, halk tepki duyuyor. Gereksiz kavgalar etmeyin. Ülkücüler, şeriatçılar, Kürtçüler yoksul gençlerdir. Onlarla dost olun. Yoksul kardeşlerinizin kalplerini kazanın, onlarla kitaplarınızı, eşyalarınızı paylaşın” derdim. Sınıfsal tabanı olmayan hareketlerin marjinal kalacağını, işçiye emekçiye “bu gençler haklı arkadaş” dedirtmeyen eylemlerin anlamsız olacağını söylerdim.

O yıllarda, meşhur başörtü eylemleri vardı. Bu eylemlerin desteklenmesi gerektiğini, çünkü bunun bir özgürlük sorunu olduğunu; kimsenin kendini “normal” sayıp, başkalarının yaşam biçimine “anormal yaftası” vuramayacağını; kişinin kendi isteğiyle başını örtebileceğini ve buna saygı duymak; saygı bir yana, onun hakları için mücadele etmek gerektiğini savunurdum.

Sözlerimin bazıları dinlendi, bazıları dinlenmedi. O dönemde “başörtülü kızları destekleyen solcu gençler” diye bir şey olduysa, bunda benim de payım vardır sanırım.

Bana düşüncemi sormuşsun.

Bu ülkeyi yıllar yılı “komünizm geliyor” diye korkuttular. Saf Anadolu çocuklarını CIA kamplarında “komando” diye eğitip, kardeş katili yaptılar. Bazı tanıdıklarım dahil, yüzbinlerce genci işkencelerden geçirdiler.

Bu toprakların tarihi halkına zulmetme tarihi.

Geçenlerde ticari bir aracın camında “Biz Osmanlıyız” yazan etiketler gördüm. Baktım, ekmek derdinde bir delikanlı telaşla sürüyor arabayı. “Yahu” dedim içimden. “Bu Osmanlı senin atalarını öldürene kadar vergiye bağlayıp, elalemin topraklarını işgal savaşlarına yollamaktan başka ne yaptı? Memleket açlıktan kırılırken saray inşa edip, mangal kokuları nedeniyle isyan çıkmasın diye minare boyunda duvarlar ördüren arsızlardan biri misin sen? O halde neden böyle yoksulsun? Neden canın burnunda çalışıyorsun? Senin neren Osmanlı, a cahil çocuk? Osmanlı’nın kibirli mirasyedilerinin gözünde senin bit kadar değerin olamazdı, haberin var mı bundan?”

Sevgili Ayselcim, sen de acılar çekmişsin, başörtülü olduğun için eğitimini yarıda bırakmışsın. Bunlara saygı duyuyor ve sana bu acıları çektirenlere karşı çıkıyorum.

Şu an olanlar nedir? Yandaş ve yandaşlaşan holdingler, hemşehri müteahhitler, şantajcı medyacılar elele verdiler ve ülkenin tüm enerji yatırımlarını, doğal kaynaklarını, birikimlerini yağmalıyorlar. Doymayan tüccarlar ve onların bürokrasideki gözü dönmüş yerel ve ulusal “adam”ları; “dar-ül harp”ta yer kapmak için birbirlerini eziyorlar. Minareleri kılıç, kubbeleri kalkan filan değil, onlar şiirlerde masallarda kaldı. Medya grupları kalkan, prompter yazarları kılıç; ha bire vuruyorlar. Kendilerinden öncekilerden hiçbir farkları bulunmaksızın, hatta tek başına olmanın gücüyle daha da pervasız biçimde.

Eee, ne oldu şimdi?

Ahmet’i vurdular, Nesrin’e işkencede tecavüz ettiler, Aysel’i üniversiteye almadılar.

Ama sömürgenlerin tamamı, elele kafakola devam ediyorlar. O kadar mutlular, öylesine keyifliler ki. Neden, biliyor musun? Çünkü yoksul halk hiçbir zaman bu kadar kolayca sömürülmemişti, işçiler hiçbir zaman bunca az maaş almadılar, işsizlik İkinci Dünya Savaşı’nda bile bu seviyede olmadı… Geldikleri günden beri satıyorlar. Hoca’ları “ağır sanayi hamlesi” der dururdu; ağırı boşver, sen bir sanayi yatırımı yapıldığını gördün mü? Devletlerin esas harcaması uzun vadeli enerji ve altyapı yatırımlarıdır. İki karış asfalttan başka bir devlet harcaması gördün mü? Veya belediyelere akıtılan ölçüsüz ve hesapsız parayı hiç sorguladın mı? Nereden geliyor bu paralar? Ve nereye, kimlere gidiyor? Ne oldu Ayselcim?

İsrail’e “one minute” demek ne havalı, ne güzel… Gerçekte İsrail’le Türkiye tarih boyunca hiçbir zaman bu kadar yakın olmadı. Aksi halde dünya bankerleri açarlar mı kesenin ağzını? Hani İsrail her şeye muktedirdi? İsrail her şeye muktedirse bize sürekli yüksek puan veren para fonlarına da hakim değil mi? Eğer hakimse neden bu “one minute”cülere hep kıyak geçiyor? Al benden sana “one hundred minute”. Düşün bunu Ayselcim, uzun uzun düşün.

İsrail ve Suudi Arabistan; Amerika’nın iki öz evladı. Biz de onların eskilerini giyip sevinen Kül Kedisi’yiz, hepsi bu… Ama gel de bu haberleri yapacak bir babayiğit bul. Gerçekler nerede yazacak? Medyanın yarısı doğrudan hükümetin, diğer yarısı da icra memurlarının.

Ben başörtülü kızlara dokunulmasını istemiyorum. Bu konuda ortalama bir başörtülü kızdan çok daha radikalim. Başörtüsü değil, çarşaf, hatta burka bile; okullarda ve kamu alanlarında serbest olmalı, diyorum.

Seninle karşılıklı yazışıyoruz. Senin hayat tarzını anlamak zorundayım. Çünkü “özgürlükçü” olmanın başka yolu yok. Hem seni anlamalı, hem de haksızlığa uğradığında senin yanında olmalıyım. Anlamak çok güç geliyor ama anlamaya çalışıyorum. Tıpkı Hrant Dink’in öğütlediği gibi; anlamaya çaba harcıyorum.

Anlamak tek taraflı mı olmalı? Bak bu çok önemli bir soru.

Başörtülü kızlar, kendilerinden otuz yıl önce öldürülen yüzbinlerce devrimci abla ve abilerini anlıyor mu? Dünyanın görmediği bir zulmü, kendi evlatlarına gösteren bu devlete ne diyorlar? Bir kez roketlerle parçalanan çocukların, sırtından vurulan aydınların, umutları söndürülen yoksul insanların hesabını sordular mı?

Güç ve hak bedenlerin kiracısı. Güçlünün değil haklının yanında olmak, bu nedenle çok zor… Dün haklı ve güçsüz olan, bugün güçlü ve haksız hale gelmiş olamaz mı?

Neye gıcık oluyorum, biliyor musun? Müslüman gençlerde sık sık gördüğüm ikiyüzlülüğe. Yıllardır kafamda “delikanlı müslüman genç” profili vardır. Her geçen gün, bu profilin bir hayal olduğunu daha fazla düşünüyorum. Sanırım hep “öyle görmek istedim” ve öyle gördüm.

Akıllı fikirli müslüman bir gencin, bunca rezilliğe tanık olup da “ama bunlar bizden” diye gözlerini kapatması mı “delikanlılık”? Delikanlılık da bir tür “dar-ül harp” tezgahı mıydı yoksa? Mazlumluğu “kullanıp”, zalimliğe terfi etmek miydi tüm amaç?

Başörtüsüne “sıkma baş” diye, “görüntüyü bozuyor” diye karşı olan bir avuç salak vardır elbette. Ama onlardan çok daha kalabalık bir grup insan da şunu düşünüyor: “Biz bireysel özgürlük adına başörtüsü takan üniversitelileri desteklemek istiyoruz ama kendilerinden başka tüm sorunlara kayıtsız, ikiyüzlü, takiyeci; kendi liderlerini asla eleştirmeyen, sonsuz itaat içinde bir mürid gibi davranan bu çifte standartlı kişiler, benim özgürlüğüme saygı duyuyor mu? Duyacak mı?”

Bu önemsiz ve nedensiz bir soru mu? Bu soruyu duyuyor musun kardeşim? Duymak yetmez. Hrant Dink yürüyüşünde orada mıydın? Turan Dursun, Metin Göktepe veya Uğur Mumcu için kahroldun mu? “Yedi nokta iki yetmedi mi?” diye pankart açan aptal kıza ağzının payını verdin mi? Sivas’ta otuz beş insan ortaçağ mahkemesi kararıyla cayır cayır yakılırken neredeydin? Senin oy verdiğin parti “yakanların” avukatlığını yapıyordu, sen ne yapıyordun? Bunca yıl geçti ne yaptın?

Ben başörtülülerin özgürlüğü için eylemler yaptım, sen benim özgürlüğüm için bir eylem yaptın mı?

İşte tüm bu sorulara “ben her zaman, her koşulda mazlumun yanındaydım” diye yanıt veriyorsan (ki sen verirsin ve senin gibi azınlıkta kişiler vardır muhakkak), senin başörtün herkesin gözünde meşruluk kazanır. “Ben sadece kendi sorunlarımla ilgilenirim, başkalarının acıları umrumda olmaz. Hatta yeri gelir ‘Sudan’da soykırım yoktur’ bile derim” diyorsan da sana, benim gibi iflah olmaz avanaklardan başka kimse el uzatmaz.

Yıllardır “başörtü düşmanı devlet” konuşuluyor. Ah ne güzel bir devletmiş bu. Bugüne dek işlediği tek suç, başörtülüleri üniversiteye almamakmış. Sanki bu devlet bütün zulmünü zavallı müslüman kızlara yapmış. Sanki annesinin dokunmaya kıyamadığı saçlarından sürüklenen, coplanıp beyin kanaması geçiren solcu üniversiteli kız başka ülkenin çocuğuymuş. Kendi vatandaşlarını camdan atan, gençlerini katil veya maktul yapan, hiç durmadan yeni nesillerin beynine ifrit şiringa eden kana susamış utanmaz devlet Patagonya devletiymiş.

Sanki tüm başı açıklar büyük ve gizli bir örgütün gayet iyi anlaşan üyeleri. Ve bunlar hayatlarını başörtülü kızlara zulüm etmek üzere kurmuşlar.

Öyle olsa ne kadar net çizilirdi tablo: Başörtülüler iyi, başörtüsüzler kötü derdik. Başörtülüler mazlum, başörtüsüzler zalim derdik. Her şey bir Samanyolu TV dizisi kadar net olurdu.

Keşke böyle olsaydı.

Seninle bu mesajdan önceki beş yılda yaptığımız hayali sohbetlerde sen ağlıyorsun ve bir an için; sadece bir an için, Müslümanlarda genellikle görülen o ‘kayıtsız şartsız itaat ve asla sorgulamama’ tavrına ara verip, beni sahiden (ama sahiden) dinliyorsun.

O zaman ben susuyorum ve şeytan konuşuyor. Şeytan diyor ki: “Senin başını örten Tanrı’dır. Tanrı dediğin şirkette patron, evde baba, kışlada komutandır. Tanrı, kendine itaat edeni sever, itaat etmeyene düşman olur. Aklı kendi verir, muhakemeyi kendi verir, alınyazımızı o yazar; yine de, şaşılacak bir şekilde, eylemlerimizden ötürü bizi cezalandırır veya ödüllendirir. Hem ‘Tanrı her şeyi bilir’ denir, hem de Tanrı’nın bizim davranışlarımızı izlediği söylenir. Ne yapacağımızı biliyorsa, neyimizi izliyor? Sadece bu cümleyi düşünmek bile yeterli olacakken, kimse bunu sorgulayamaz. İnsanların geneli “Tek akıllı ben miyim, bu laflar beni ırgalamaz, böyle gelmiş böyle gider” der geçer.

“Velev ki” sen farklı birisin ve en yapılmayacak şeyi yaptın: “Sorguladın”… Önce sana bilmediğin karmaşık bir kaç Arapça söz söylerler (‘sen bu kelimenin anlamını biliyor musun, bilemezsen konuşamazsın’ türünden yıllardır bitmeyen mide bulandırıcı laf bulamaçları); baktılar yemedin, ‘zaman da bir mahluktur’ gibi acayip laflar ederler; gene yemezsen o ana dek akıl yürütenler onlar değilmiş gibi ‘akıl gözüyle değil gönül gözüyle anlaşılır bunlar’ diye iyice saçmalarlar; hala ikna olmazsan ‘çok uzattın sen bunu’ diye tehdit ederler… Ve hala susmuyor, hala soru soruyorsan; nasılsa telefonlarını dinliyorlardır, önce şantaj, sonra karalama, hiçbiri yetmezse içtiğin suya sana on dakikada kalp krizi geçirtecek iki küçük hap atma dahil her şeyi yaparlar. Yeter ki soru sorma, yeter ki başkaldırma, yeter ki hep itaat et.

Tanrı erkektir, ağadır, devlettir, kuraldır, kitaptır, cümlenin sonundaki kendinden pek emin ‘nokta’dır. Şeytan ise kadındır, ağaya isyan eden köylüdür, devleti tekmeleyen anarşisttir, kuralsızlıktır, kitapsızlığın kitabıdır ve her zaman bir yenisini doğuran soru işaretidir.

Şeytan’ın çirkinliği, diğer kıskanç meleklerin reklam kampanyası. Gerçekte kainat güzelidir şeytan. Yarattığı için, ona kölesiymiş gibi davranan Tanrı’ya isyan etmiştir. Şeytan devrimcilerin ilkidir. “Yarattıysan yarattın, canımı mı alacaksın? Al ulan, alacağın bir can” diyebilendir. Diğer melekler üç kuruşluk ünvanlar için el pençe divan durmuşken, kapıyı vurup çıkandır. Şeytan, kovulmayı ve taşlanmayı göze alandır.

Hiç “Şeytana uyma”yı düşündün mü? Doğduğundan beri sana belletilen cennetten kovulmayı göze aldın mı? Bir an için sorguladın mı, sorgulamanın ateşiyle yandın mı? Çekip gitmeyi denedin mi hiç?

Laf yetiştirme derdinde değilim. “Bir an” istiyorum senden, sadece bir an… Bir an için çocukluğundan beri inandığın ve yerde gökte hep bu inancına kanıt aradığın şeyi sorgulayabileceğini idrak etmeni istiyorum.

Mazlum arıyorsan, sana dört milyar yoksul göstereyim. Hindistan’da, Yemen’de, burada… Zalim arıyorsan gel birlikte Ankara’ya gidelim. Suudi Arabistan’a ve Washington’a gidelim. Gel, yeryüzünde “Tanrı” rolünü oynamaya çalışan tüm zalimlere savaş açalım. Dayak yiyelim, hakaret yiyelim, kovulalım ve kaçınılmaz olarak taşlanalım. Yine de delikanlılıktan ve isyankarlıktan vazgeçmeyelim. Var mısın?”

İşte böyle şeyler söylüyor mendebur kızıl şeytan… Sonra şeytan susuyor ben konuşuyorum: “Kızcağız doğduğundan beri bu tedrisatla büyümüş. Ona daha bebekken “bu böyle, şu şöyle” demişler, o da kabul etmiş. Tıpkı anne babasının kabul ettiği gibi… Bunu nasıl değiştirebilirim ki? Ona acılar çektiren insanlardan taban tabana farklı olduğumu söyleyip, sonra da onlarla aynı şeyi istersem, beni ayırt edemez ki.”

Annem perşembe geceleri yanımdaysa, babama Kuran okutur, bayram sabahları camiye yollar. Annemi sevdiğim için tüm bunları yaparım. Annem Allah’ı seviyorsa, ben de severim. Çevremde aksakallı, iyi niyetli bir sürü insan vardır. Onları da, onların sevdiklerini de çok severim. Bu insancıklara ışık uzatayım derken, incitmek; sadece kalplerini değil, tutunacakları belki de tek dalı kırmak haddime mi?

Bu yüzden sana içimden konuşurum hep Ayselcim. Akıllı fikirli genç biri olduğun için, içim içimi yer aslında. Ama susarım. Hep susarım. İsterim ki, sen kendin bul tünelin ucundaki ışığı, kendin yürü, kendin sor, kendin sorgula, kendin ulaş.

Hatırlıyor musun, Cumhurbaşkanı’nın eşi başörtüsüyle Çankaya’ya çıkınca nasıl da mutlu olmuştum. Çünkü ben özgürlüğü öylesine seviyorum. O nedenle bütün kalbimle senin veya Cumhurbaşkanı’nın eşinin yanındayım. Kimseyi “aptal” veya “cahil” bulmuyorum. Ben nasıl herkesi anlamaya çalışıyorsam, herkesin de beni anlamaya çalışacağını düşünüyorum. Öylesine iyi niyetliyim ki, konuşursak tartışırsak tüm sorunlar hallolur gibi geliyor. Ben iyi niyetle çaba harcıyorum, sen de harcıyor musun? Yoksa, “Bana böyle öğrettiler, bir milim değişmem” mi diyorsun?

Senin veya senin gibi kardeşlerin bir an için şüphe duyması mümkün mü? Açıkçası pek umudum yok. Çünkü bu tartışma hiçbir zaman adil olmadı. Doğduk ve bize “ne olduğumuz”, “neye inanmamız gerektiği” söylendi. Bu bilgi bize hayatın yegane gerçeği gibi ezberletildi, evde okulda beynimize işlendi. Tüm soru işaretleri, usta bir bahçıvan gibi tek tek yok edildi. Bir gün “Hepsi yalan” deyip kendi yolunu çizecek “bir kişi” çıksa, bu isyankarı susturup boğacak “bin kişi” çıkar. Sistemin çok bilen özgür insanlara değil, sorgulamayan sessiz işçilere ihtiyacı var. Ve bu nedenle her zaman ‘çoğunluğun dediği olur’.

Ben herkesin özgür doğmasını, bir şeye inanmak veya ait olmak istiyorsa bunu büyüdükçe kendi belirlemesini istiyorum. Ayselcik biliyorum ki, bunca aklına fikrine rağmen ne ona bu şansı veren bir ortamda doğdu, ne de ileride çocuğuna kendi yolunu çizme özgürlüğü verecek.

Müslümanların çok sevdiği bir sözcük vardır: Ahenk. Kropotkin’in de bir sözü var “Ahenk ve kaos aynı şey” diye.

Ben dünyanın ve doğanın ahengine (veya kaosuna) mübarek bir şey gibi hayranlıkla bakarım. Sen de öyle bakarsın.

Sen dersin ki, hepsini Allah yarattı. Ben derim ki, Allah’ı kim yarattı?

Tartışırız. Bir ara beş yaşındaki bir çocuk gibi örtünü çekmeye kalkarım. Kızarsın bana. Sonra bir çay gelir ve tartışmaya devam ederiz. Hayat böyle geçer gider.

İyi yolculuklar kardeşim. Sevgilerimle

30.11.2010 – Ateş İlyas Başsoy

Kaynak: http://www.ilyasbassoy.com/

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu