Eğitim

Bu Çağın Irkçıları Biz Olabilir miyiz?

Bu yazının konusu öğretim/eğitim sistemi; ancak metalaşma, sömürü, kalite gibi bazı kronik sorunlardan yahut öğrencilerin üniversitede bile sürekli test çözmelerinin arkasındaki sebepler değil.

Bunlar önemli meseleler elbette. Ama benim kafamda biraz daha karanlık bir tablo var. O da şu: Ben bir öğretmen olarak öğrencilere ne öğretiyorum? Gün be gün okula giderek, ders vererek, diploma vererek, sınav yaparak neyi mümkün kılıyorum?

Çıkış noktam 1994’te Amerika’da basılmış bir kitap: The Bell Curve: Intelligence and Class Structure in American Life.

Zamanında bir hayli ses getirmiş, büyük tartışmalar yaratmış. Kitabın içeriği özetle şu: Genel bir zeka tanımı yapılıyor. Daha zeki ve daha az zeki insanların olduğu ve zekanın büyük ölçüde genetik olarak aktarıldığı iddia ediliyor.

Kitaba göre, zeki insanlar aynı kampüslerde, aynı ofislerde bir araya geliyor. Bilişsel yetenekleriyle diğerlerinden ayrılan yeni bir elit ortaya çıkıyor. Toplumun alt katmanlarında da benzer bir süreç işliyor. Zeki sayılamayacak insanlar, genlerini zeki olması pek de muhtemel olmayan çocuklarına aktarıyor. Ayrışma artıyor.

Zeka testleri

Kitaptaki iddialar sosyal Darwinizm tınıları taşıyor. Kitaba getirilen eleştiriler de muhtelif. Başarının zekadan kaynaklandığını söyleyip toplumsal eşitsizliklere kulp takmak, belki de ilk eleştirilmesi gereken husus. Ancak ben gene de kitaptaki bir fikri yeniden yorumlamak istiyorum.

Zira kitabın ortaya çıkardığı tartışmanın önemli bir noktaya işaret ettiğini düşünüyorum. Gerçekten de zeka (daha tarif aşamasında dahi pek çok sorun barındırsa da) görmezden gelinemeyecek önemli bir ayrıştırma aracı. Üstelik bugünkü toplumsal katmanlaşmanın önemli (ve az tartışılan) ayaklarından biri.

Türkiye’de üniversite ve liselere uzunca bir süredir standart zeka testiyle giriliyor. Testlerde ölçülen gerçek manâda fizik, sosyoloji, tarih bilgisi değil; bir tür bilişsel seviye ölçülüyor. Peki bu testler bilişsel melekeleri, yani zekayı gerçekten ölçüyor mu?

Şerh düşerek şimdilik evet diyeceğim; ama soruyu bu şekilde sormak aslında temel meseleyi ıskalıyor. İddiam bu. Önce evet derken ne kastettiğimi açıklayayım:

Zekayı, Çan Eğrisi kitabındaki gibi önceden verili bir şey olarak değil de söylemsel ağların ürettiği bir hakikat olarak ele alıyorum. Yani zekayı bir kez ölçmeye başlayınca, bunun parametrelerini belirleyip kayıt altına alınca, kıyaslama araçları oluşturunca, dolayısıyla bilimin bir nesnesi olarak tarif edince zeka, somut bir varlığa, etki edilen, incelenen bir gerçekliğe dönüşüyor. Tersten söylemek gerekirse, inşa edilmiş olması etkilerini daha az gerçek yapmıyor. O anlamda zeka ölçülüyor, evet.

Eşitsizliği meşrulaştırma

Denebilir ki ölçülen zeka değil de verilen emek değil midir? Kısmen doğru. Kısmen; çünkü ailenin eğitim durumu, maddî koşullar, coğrafî farklar vs. öğrencilerin başarısına etki eden önemli değişkenler. En basit örnek: Diyarbakır ve Şanlıurfa’da üniversite veya bir yüksekokuldan mezun insan sayısı Türkiye ortalamasının yarısı (Demircan 2013 s. 24).

Demek ki isteyen/emek veren herkes başarır demek, var olan eşitsizlikleri pek anlatmıyor. Emek verenlerin başarılı olduğuna duyulan inanç, üstte olanların kendi pozisyonlarını meşrulaştırmalarına yarıyor.

Daha önemlisi, emeğin kolektif yönü, birikebilme ve aktarılabilme özelliği görmezden geliniyor. Emek sadece bireysel olarak ele alınmış oluyor. Oysa bir öğrencinin gösterdiği emek; öğrencinin ifade yeteneği, okuma alışkanlığı, aileden getirdiği birikimden ayrı düşünülmemeli. Başarı bir birikim işi.

Zeka için de geçerli bir durum bu. Sınıfsal/cinsiyetçi yapılardan bağımsız bir zekadan bahsetmek mümkün değil. Zeka tek başına bir açıklama haline getirilip bireyselleştirildiğinde eşitsizliği meşrulaştırabilir. Zekanın da kolektif bir yönü var. Üst tabakalar bu melekeyi geliştirmek için çocuklara daha çok imkân tanıyor, hattâ diğer pek çok özellik pahasına sadece analitik zeka keskinleştiriliyor.

Dikkat süreleri ve bağlantı kurma yetenekleri çok küçük bir yaştan itibaren en önemli ayırıcı unsurlar olarak öne çıkıyor. Oyun sektöründen mama sektörüne önemli bir pazarlama faaliyeti beyin gelişimine odaklanıyor.

Fakat başa dönüyorum: Zekanın ne olduğu veya nasıl tarif edildiği ikinci derecede önemli. Asıl önemli olan (değişken ne olursa olsun) kurulan hiyerarşinin kendisi. Arkasında isterse “gerçek bir zeka” ya da “uydurma bir test başarısı” olsun, bugün bu kriter toplumdaki keskin bir ayrıştırma aracı olarak iş görüyor.

Gelecekteki meslekler, kazanılan statüler, arkadaş çevreleri büyük oranda buna göre belirleniyor. Nerelisin yerine hangi okul mezunusun ya da hangi işi yapıyorsun diye soruluyor. Özellikle beyaz yakalı, statüsü yüksek çevrelerde…

İster zeka diyelim ister demeyelim, hayatta kendimizi gördüğümüz seviye ile eğitim arasında önemli bir ilişki var. O yüzden ne olursa olsun bir diploma almak çok önemli. Sadece meslek bulmak için değil, hemen her şey için…

Cahil kelimesi, bu ülkede (ve başka pek çok yerdeki) en büyük hakaretlerden biri olarak kullanılıyor. İnsanları eğitmek, bilinçlendirmek gibi retorik ukalâlıklar aslında hep bu hiyerarşiden kaynaklanıyor. Bunun statüden farkı ne denebilir, tekrar ediyorum: Burada statüyü belirleyen unsur okul başarısı, yani sınavlar-testler… Dolayısıyla evet, statü; ama bilişsel melekelerden gelen bir statü.

“Tuhaf sessizlik”

Geri zekalı çocuklar (1)Etnik, cinsiyetçi, sınıfsal ayrımcılıklar artık sona erdi demiyorum elbette. Bunların birbiri üstüne binen toplu etkileri var. Fakat herhalde bilişsel yetenekler üzerinden sürdürülen ayrım, bunların en az göze batanı ve en az konuşulanı.

Bunun bir sebebi, ayrımcılıklarla mücadele eden aydın, sivil toplumcu, aktivist, yazar vb. kesimlerin genellikle “okumuş” insanlardan çıkması. Yazan, okuyan, (varsa) çocuklarını iyi okullara gönderen, kendilerini (ister istemez) zeka ile tarif eden insanlar bunlar. Eğitimin (ilk anda söylenmese de) kariyere önemli ölçüde etki ettiği, dil bilen insanlar…

Diğer konularda adalet talepleri ne kadar güçlü olursa olsun, eğitimin sağladığı avantajları pratik olarak kullanıyor, kendilerini bu özellik üzerinden kuruyorlar. Ama bu durum, sadece “bilişsel elitlerle” sınırlı bir alan değil. Eğitim hemen her kesim için önemli bir yükselme vaadi taşıyor.

Zira biliniyor ki bu standartlaştırılmış testlerde başarı sağlayamayan insanlar toplumda yüksek mevkilere gelemiyor. Para kazansa bile saygı konusunda eksiklik duyuyor.

Buradaki asıl sorun bununla ilgili hüküm süren tuhaf sessizlik. Biz akademisyenler etnik, cinsiyetçi, sınıfsal ayrımcılık konulu dersler anlatıyoruz, ama ne anlatırsak anlatalım, içinde bulunduğumuz yer gayet şiddetli şekilde ayrımcılık üretiyor.

Okul isimlerinin, danışman adlarının, derecelerin önemli olduğu bir dünya bu. İstesek de istemesek de biz de aynı oyunun içindeyiz. Mütevazı olan çok insan var, ama şu kaydı da düşmek lazım: İyi yerlerden gelenlerin mütevazı olması daha kolay oluyor.

Zamanında Aydınlanma felsefecilerini/siyaset bilimcilerini okurken ırkçılık ve cinsiyet gibi konularda nasıl bu kadar sessiz kalabildiklerine çok şaşırırdım. John Stuart Mill gibi adamlar “Özgürlük Üzerine” kitaplar yazıp o dönemki kölelerden, köle ticaretinden hiç bahsetmeyebiliyorlardı.

Bu hususlar yazılarında sanki bir kör nokta gibiydi, hemen burunlarının ucundakini görememeleri, mesela kölelikle medeniyet arasında ya da kadınların sömürülmesiyle kendileri arasında bir bağ kuramamaları bana semptomatik gelirdi.

Şu anki durum belki de bundan çok farklı değildir. Bilişsel yeteneklere dayalı ayrımlar tam burnumuzun dibinde; ama bu hiyerarşinin karşısında yahut dışında durmak gerçekten çok zor.

Zekiler ve diğerleri: Zeka da bir yönüyle ırkçılık gibi…

Kimin ne kadar askerlik yapacağı, kimin kimle evleneceği, arkadaş olacağı, kimin kime nerede iş vereceği ten rengine göre belirlense buna ırkçılık derdik. Oysa bütün bu işler bugün eğitim farklarıyla, bilişsel yetenekler üzerinden belirleniyor. Kimi aynı ırkçılıkta olduğu gibi yaygın kanaatlere kimi ise hukukî düzenlemelere dayanıyor. Buna liyakat sistemi deniyor; haklı sebeplere dayanan bir ayrım olduğu düşünülüyor, normal geliyor. Böyle hissediyorsanız iyi düşünün. Öyleyse dert edinilen insanların değerinin derecelendirilmesi yahut hiyerarşinin kendisi değil.

Ayrımlar, yani mesela en dandik işleri kimin yapacağı bizim haklı gördüğümüz kriterle belirlenince tamam mı oluyor? Üstüne herkes değerlidir, insan hakkı vardır gibi soyut temenniler ekleyip kutuyu kapatabiliriz o halde.

Irkçılıkla aralarında farklar da var tabii: Irka dayalı ayrımcılık, bazı kapıları tümüyle kapatıyordu. Bu da bir insanın diğerini nesneleştirmesini, bazı durumlarda sapıkça bir zulmü mümkün kılıyordu.

Sosyal hareket imkânı (yani yükselme imkânı) yok denecek kadar azdı. Eğitim bu anlamda bir tür sosyal hareket imkânı sağlıyor. Bu aynı zamanda, standartlaştırılmış testleri savunmak için önemli bir gerekçe: “Bu sınav sistemi olmasaydı Anadolu’daki çalışkan/zeki çocuklar üniversiteye gidemezdi.”

Ancak benim gördüğüm daha ziyade şu: Sınavlar sayesinde ciddi bir yanılsama yaratılıyor. Sanki herkese açık bir yarış varmış gibi milyonlarca insan rekabete sokuluyor. Her gün sınavlarla, derslerle, notlarla “zekiler” diğerlerinden ayrılıyor.

O anlamda ben eğitimi bir yükselme imkânı olarak görmektense (bunu başaranlar var elbette) başka türlü bir bariyer olarak ele almak gerektiği fikrindeyim. Her gün bir sürü insan, uygulanan notlandırma/derecelendirme teknikleriyle kendini yetersiz hissediyor. Eşitsizlik belgeleniyor, meşrulaşıyor. İster zeka deyin ister eğitim.* Hiyerarşik düzenin temelleri olduğu yerde duruyor. Herhangi bir çevrede, özellikle de elit çevrelerde bu bilişsel zekanın emarelerinden (gidilen okul, kazanılan burs, yapılan iş) bahsetmeden sosyalleşmek çok zor.

Malum hiyerarşi

Lise 2’de dershaneye gidiyordum. M1 sınıfındaydım. Dershanenin sayısını bilmediğimiz kadar çok sınıfı vardı aşağıya doğru. Herkes, seviyesine göre derecelendirilirdi. Dahası, insanlara buna göre kıymet verilirdi. Biz yöneticinin odasına gittiğimizde çay ikram edilirdi, bizle sohbet edilirdi.

Bir gün hiç unutmam, “düşük” bir sınıftan öğrenciler biz içerdeyken odanın kapısını çalmış, dershanenin bizden sorumlu abisi elinin tersiyle çıkın diye onları kovmuştu. Bize verilen zaman, emek, değer açıkça daha fazlaydı. Ben orada biyoloji, matematikten daha etkili bir şekilde bunu öğrendim diyebilirim: Kıymet verilmenin kıstası başarıdır. Listede üstlere bizim ismimiz asılırdı. Öğretilen ahlâk, bir başarı ahlâkıydı.

En başta dediğim gibi, okullar ve dershaneleri ele alırken kalite meselesi veya metalaşma gibi meseleleri gündeme getirmek haliyle çok önemli; ancak benim derdim, ayrıcalıkları doğallaştıran, en “vicdanlı” insanlara bile çoğu zaman görünmez olan süreçlere dikkat çekmek. Görünmez olan derken, bilmemek değil belki; ama pratik olarak her gün bu hiyerarşiyi yeniden üretmek. Kendini unvanla, şirket/okul adıyla, tez konusuyla tanıtmak…

Politik olarak doğrucu cümleler etmemizi sağlayan tornalardan geçmişiz. Ancak bu konuda başka bir değer sistemini hayal etmek dahi çok zor. Her tanışmada havada uçuşan unvanlar, şecereler bize kendi hakkımızda ne anlatıyor? Gelecekte bu çağın ırkçıları olarak görülmemiz pek muhtemel. 

 * Bu yazı http://ozanoyunbozan.blogspot.com.tr’de yayınlandı.

Kaynakça:

1. Demircan, Erhan. 2013. “İstatistiklerle Şanlıurfa-Diyarbakır”. Karacadağ Kalkınma Ajansı.

2. Herrnstein, Richard J, and Charles Murray. 1996. The Bell Curve: Intelligence and Class Structure in American Life. New York, Simon & Schuster

SEZAİ OZAN ZEYBEK

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu