Eğitim

Derslerde Neleri Öğrenemeyiz?

Klasik eğitimin, ezberin sakıncalarından bahsediyoruz, öte yandan özgürlükçü eğitimi övüp, alternatif modeller arıyoruz kanayan yara eğitimi düzeltmek için, ama bir yerlerde hatalar yapıyor olabilir miyiz?derslerde_neyi_öğrenemeyiz
Beden, şekilden şekle girer. Bedenin hemen her hareketi bir tür gelenek, yani yapa yapa öğrenilen bir teknik silsilesi gerektirir. Kaslar, kemikler bile buna göre şekillenir. Bu değişimi en iyi çocuklarda gözlemleyebiliriz. Elini nasıl kullanacağı; suyu nasıl içeceği; yüzüp yüzemeyeceği; akrobatik hareketler yapıp yapamayacağı; nasıl yemek yiyeceği (çatal mı, el mi, çubuk mu?); sandalyeye mi yoksa yer sofrasına mı alışacağı; yatakta başını bir yastığa mı koyacağı, yoksa Maoriler gibi ayakta ya da Moğollar gibi atın üstünde uyumaya ehil olup olmayacağı, öğrenme süreçlerinin bir sonucu.

Tarih boyunca (adı okul olsun olmasın) bu yukarıda saydıklarıma yönelik olarak pek çok öğretme mekanizması icat edilmiş. Kimi yerlerde otoriteye dayalı, ezberci ve katı sistemler çıkıyor karşımıza. Kimi yerlerde ise merkezî bir kurumun olmadığı pratiğe yönelik yapılar görüyoruz.

İddiam şu: Bir yöntemi/dönemi “doğru” olarak kabul edip diğerlerini “hata” olarak değerlendirmek, çeşitliliğin temel prensiplerini layıkıyla anlamamak demektir. Bilgilerin muhteviyatı ve bilgiyle kurulan ilişki çok farklı hâller alabilir. Öğretim kurumlarında otorite gibi kavramların yahut ezberciliğin, bugünün politik ikliminde hoş karşılanmadığını biliyorum; ancak çeşitliliğe (bize ilk anda ters gelse de) hakkını vermek, tektipleştirici akıl yürütmelere (yani mesela asker zihniyetli öğrenci talep eden sisteme olduğu kadar çocukların daha üretken, daha özgür, daha yaratıcı olmasını vaaz eden doktrinlere de) şüpheyle yaklaşmak gerekir.

İrade, merhamet, tarım ve geometriyi öğretmek için farklı prensiplere, farklı kurumlara ihtiyaç duyulmuş tarih boyunca. Bir örnek vereyim. Sanjay Seth, yakın dönemlere kadar Hindistan’da bilgiyle kurulan ilişkinin Batı’dan nasıl farklı olduğunu anlatır. Hindistan’ın bilgi aktarma sistemi, Batı’daki gibi derece derece (1. sınıf, 2. sınıf…) ayrılmamıştır. Malum, Batı’daki öğretim sistemi, herkesin aynı aşamalardan geçebileceği ve ortak bir noktada buluşabileceği varsayımı üstüne kuruludur.

Oysa Hindistan’daki klasik eğitim sistemi ezber ve tekrar üstüne kuruludur. Anlamı bilinse de bilinmese de metinler ezberlenerek öğrenilir.

Anlamadan ezberlemek, bugünün dünyasında zaman kaybı olarak telakki edilir. Oysa Seth’e göre hıfz etmek, metnin içeriğini öğretmekten daha farklı bir amaca hizmet eder. İçerik, ikinci derecede önemlidir. Asıl amaç, süreç boyunca belli türde bedensel pratikler kazanmak, bedenin ihtiraslarını terbiye etmektir.

Tam da belki bu yüzden Hindistan’da konuşulan 40 dil içinde İngilizcedeki öğretmek kelimesine karşılık gelen herhangi bir sözcük bulunmaz. Bağımsızlıktan önce İngiliz sömürge yönetimine isyan eden Vinoba Bhave şöyle demiştir: “Bizler öğrenebiliriz, başkalarının öğrenmesine yardımcı olabiliriz ancak ‘öğretmeyiz’.

Bu noktada şu notu da düşmem lâzım. Burada bir Doğu-Batı zıtlığı çizmek istemiyorum; çünkü böyle bir zıtlık yok. Farklar var, ama benzerlikler de var. Öncelikle, bugünkü okul sistemini, tamamen bilişsel melekelere yönelik kuru bir içeriğin aktarılması olarak görmek pek doğru değil. Artık daha az bahsediliyor, ama beden terbiyesi veya “sadık-ahlâklı” vatandaş üretmek, zorunlu okul sisteminin ilk ortaya çıkışından bu yana üstüne kafa yorulan meseleler olmuş. İlk kez Prusya’da, 1819 yılında ortaya çıkan zorunlu eğitim,  John Taylor Gatto’ya göre şu beş amacı gerçekleştirmek için oluşturulmuş:

1. “Orduya itaatkâr askerler yetiştirmek.

2. Maden ocaklarında çalıştırılmak üzere itaatkâr işçiler yetiştirmek.

3. Hükümetlere azami düzeyde tabi olacak sivil hizmetliler yetiştirmek.

4. Endüstriyel yapıların emrinde çalışacak memurlar yetiştirmek.

5. Kritik konu ve sorunlarda birbirine yakın düşünen vatandaşlar yetiştirmek.”

Hepimiz biliyoruz ki hoca girdiğinde ayağa kalkmak, asker nizamında yürümek, saatlerce sınıfta sessiz oturmak zorunda olmak sadece coğrafya-kimya öğretme maksadıyla yapılmıyor. Ders içeriklerinin haricinde, okullar yoluyla bir tür “ulusal terbiye” veriliyor. Bunun yanında da rekabet, hiyerarşi ve itaat öğretiliyor. Dolayısıyla, öğretim derken sadece müfredatta sunulana değil, o bilginin aktarılması sırasında oluşan her türden etkiye bakmak zorundayız.

Keza Hint romantizmine saplanmak da pek doğru olmaz. Bu sistemde her bilgi herkese açık değildir, son derece hiyerarşik bir şekilde dağıtılır. Kast sistemi kimin neyi bilebileceğini katı şekilde düzenler.

Oysa özellikle çocuklukta en etkili öğrenme aracı okumak değil, birini dinlemek değil, taklit etmektir. “Dişini fırçala” diye nasihat vermektense ebeveynin kendi dişini fırçalaması çok daha iyi bir yöntem. “ I am Fishead: Are Corporate Leaders Psychopaths?” isimli belgeselde, toplumda belirli davranış kodlarının, örneğin merhametli (yahut acımasız) olmanın diğerlerine nasıl aktarıldığı anlatılır. Savunulan fikir şudur: Toplumsal dönüşümün motoru, bir davranışın başkaları tarafından tekrarlanması, taklit edilmesidir. Diğer bir deyişle, merhametin öğrenilmesi, bu duygunun önemi hakkında konuşmaktan ziyade, çevremizdekilerin birbirine merhamet göstermesiyle olur.

Dolayısıyla, öğrenmeyi geniş anlamıyla alacaksak tekrar, ezber, taklit, birine el vermek, bedensel öğrenme süreçleri, standartlaştırılmamış bilgiler gibi gündemden düşmüş öğrenme şekillerinin imkânları (ve tehlikeleri) üstüne yeniden düşünmek gerekecek. Çünkü bugün modern bir teşekkül olarak okul dediğimizde aslında çok dar bir alan hakkında konuşuyoruz. Okuldan soyut ve standart bilgiler sunan kurumları anlıyoruz. Farklı okul modelleri derken dahi çok uzaklaşmıyoruz. Bilginin yazı diline uygun hale getirilmesindeki istisnaî durumu tek alternatif olarak kabul ediyoruz. Böyle olunca da ahlâkı, bir dili ya da hayvancılığı öğretmek için son derece ilkel araçlar kullanmak durumunda kalıyoruz.

Bilgi aktarımı çok katmanlı bir süreç. Okul dışı bilgi kanallarını kullanıma açmak bu yüzden çok önemli. Bu esnada araçların ve amaçların da çeşitliliğine dikkat etmek gerekiyor. Malum, çocuklar çok hızlı öğrenir ve başarılarının sırrı farklı yöntemleri harmanlamalarıdır. Deney yaparlar, hayal kurarlar, taklit ederler, kitap okurlar/okuturlar, ezberlerler, anne-babaya hem itimat eder hem de sınırları zorlarlar, farklı rollere bürünürler. İradeyi, sayıları ve bir ineğin süt verdiğini aynı yöntemlerle öğrenmezler. Analiz ve sentez edebilmek de önemlidir elbette; ancak okullardaki sınav sistemlerinin yoğun olarak bunlara yönelik olması (birçok kurum bunda da başarısız, o ayrı) aslında kısır bir bakış açısının ürünü. Çünkü öğrenme dediğimiz çok katmanlı bir süreçtir.

“Gülümseyen bir dünya için yeşil politika” adlı kitaptan özetlenerek eklenmiştir.

Sezai Ozan Zeybek

Dünyalılar  

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu