Yaşam

Dinsel Düşüncelerin Psikolojik Önemi Nedir? – Sigmund Freud

Soruşturmamıza bıraktığımız yerden devam edelim. Bu durumda dinsel düşüncelerin psikolojik önemi nedir ve bunları hangi başlıklar altında sınıflandırmalıyız? Soru, hiç de hemen yanıtlanacak kadar kolay değil. Birkaçını reddettikten sonra şu formülasyonun yanında yerimizi alacağız: Dinsel düşünceler, dış veya iç gerçekliğin, kişinin henüz kendisi tarafından keşfedilmemiş yönleri hakkında bir şeyler söyleyen ve kişinin inancını gerektiren olguları ve koşulları hakkındaki öğreti ve iddialardır. Bize, yaşamda bizim için en önemli ve ilginç olan şeyler hakkında bilgi verdiklerinden özellikle üstün tutulurlar. , Bunlar hakkında hiç bilgisi olmayan bir kişi pek cahildir; ama bilgi dağarcığına bu düşünceleri katmış olan kişi kendisini çok daha varlıklı sayabilir.

Elbette dünyadaki çeşitli şeyler hakkında bu türden birçok öğreti mevcuttur. Her okul dersi bu öğretilerle doludur. Örneğin coğrafyayı ele alalım. Bize, Konstans kasabasının Bodensee gölü kıyısında olduğu öğretilir. Bir okul şarkısı da şöyle der: “İnanmazsan git de bak” Ben, orada bulunma şansını elde ettim ve bu şiirin kasabanın, çevresinde yaşayan herkesin Bodensee adını verdiği geniş bir su birikintisinin kıyısında yer aldığı gerçeğine tanıklık edebilirim. Artık bu coğrafi iddianın doğruluğu konusunda hiçbir kuşkum kalmadı. Buna bağlı olarak aklıma çok ilginç bir başka deneyimim geldi. Atina’daki Akropol tepesine ilk kez çıkıp tapınak kalıntıları arasından rnavi denizi seyrettiğimde artık olgunluk, yıllarını yaşayan bir adamdım.

Neşeyle karışık bir hayret duygusuna kapıldım. Bu duygu sanki şöyle diyordu: “Demek ki gerçekten doğruymuş, tıpkı okulda öğrendiğimiz gibi!” Eğer o zaman böylesine bir hayret duyabildiysem bana öğretilenlerin gerçekten doğruluğu konusunda edindiğim inancın ne kadar yüzeysel ve zayıf olması gerektiğini bir düşünün! Ama ben bu deneyimin önemini fazla abartmayacağım; çünkü hayretimin o zaman anlamadığım, tümüyle öznel ve o yerin özel niteliğiyle ilgili bir başka açıklaması bulunmuş olabilir.

Buna benzer tüm öğretiler, iddialar için, zemin de yaratarak içeriklerine inanç duyulmasını talep ederler, gözlem ve kuşkusuz çıkarsamalar temelinde yükselen daha uzun süreli bir düşünce sürecinin özetlenmiş sonucu olarak öne sürülürler. Herhangi bir kişi bu sürecin sonucunu kabullenmek yerine bu süreci bizzat yaşamak isterse, ona bu işe nasıl başlayacağı gösterilir. Dahası, kaynağın coğrafya doğruları durumunda olduğu gibi herkes açısından aşikâr olmaması durumunda, ek olarak bu öğretilerin getirdiği bilginin kaynağı da bize daima -gösterilir. Örneğin dünya küre biçimindedir. Bu iddia lehinde ileri sürülen kanıtlar

Foucault’nun sarkaç deneyi , ufuk çizgisinin davranışı ve daima aynı yöne gidilerek dünyanın çevresinin denizden dolaşılabilmesinin mümkün olmasıdır. İlgili herkesin kabul edeceği gibi, her öğrenciye bir dünya turu yaptırmak pek pratik olmadığından okulda öğretilenlere güvenilmesini kabullenmekle yetiniriz; ama kişisel bir kanıt edinme yolunun açık olduğunu da biliriz.

Aynı deneyi dinin öğretilerine uygulayalım. Bu öğretilere inanma gerekliliğinin nereden kaynaklandığını sorduğumuzda birbirleriyle dikkat çekici derecede’kötü bir uyum gösteren üç yanıt alırız. Birincisi, bu öğretilere ilk atalarımız inandığı için bizim tarafımızdan da inanılmayı hak ederler; ikincisi, bu konuda aynı ilkel çağlardan bize aktarılmış olan kanıtlarımız vardır; üçüncüsü, bu öğretilerin doğru olup olmadığı sorusunun herhangi bir biçimde ortaya atılması yasaktır. Eski günlerde bu derece küstah bir talep en ağır cezalara neden olmaktaydı. Günümüz toplumu bile, bu sorunun tekrar ortaya atılmasını güvensizlikle karşılamaktadır.

En fazla kuşkumuzu çekmesi gereken, bu üçüncü noktadır. Her şey bir yana, böyle bir yasaklamanın tek bir nedeni olabilir. Toplumun, dinsel doktrinleri savunusunun, ardında yatan temelsizliğin iyice farkında olması. Aksi takdirde, gerekli verilerin kesin bir kanaate varmak isteyen herkesin kullanımına sunulması kuşkusuz çok kolay olurdu. Durum böyle olduğuna göre diğer iki ispat zemininin incelenmesine, giderilmesi güç bir güvensizlik duygusuyla geçebiliyoruz. İnanmalıyız, çünkü atalarımız da inanmıştı. Ama bizim bu öncellerimiz, bizden çok daha cahildirler. Bugün kabul etmemiz hiç de mümkün olmayan şeylere inanıyorlardı; dinin doktrinlerinin de bu kategoriye ait bulunması olasılığı aklımıza gelmektedir. Bize bıraktıkları kanıtlar, her türlü güvenilmezlik belirtisini taşıyan yazılı eserlerdedir. Bu eserler çelişkiler, düzeltmeler ve tahrifatlarla doludur ve olaylara dayanan kanıtlardan söz ettiklerinde bile, inandırıcı olamamaktadırlar. Bu eserlerin üslubunun veya hatta yalnızca içeriklerinin ilahi bir kudretten kaynaklandığının iddia edilmesi de pek yardımcı olmaz; çünkü bizzat bu iddia da gerçekliği sınanmakta olan doktrinlerden biridir ve hiç bir önerme, kendi kendisinin kanıtı olamaz.

Böylelikle şu çarpıcı sonuca varırız: Kültürel doğrularımızla sağlanan bilginin tümü arasında doğruluğu en az kanıtlanabilmiş unsurlar, tam da bizim için en fazla önem taşıması gereken ve evrenin bilmecelerini çözme, yaşamın acılarına katlanmamızı sağlama görevi üstlenmiş unsurlardır. Eğer bu unsurlardan daha fazla bir ispat gücü taşımasaydı, balinaların yumurtlamayıp yavrularını doğurarak dünyaya getirmeleri olgusu kadar bizi az ilgilendiren bir şeye bile kendimizi inandırmamız mümkün olmazdı.

Bu durum, özünde çok ilginç bir psikolojik sorun taşır. Ayrıca dinsel doktrinlerin gerçekliğinin ispatının olanaksızlığı konusunda söylediklerimin yeni bir şey olduğu da sanılmasın. Bu olanaksızlık tüm çağlarda, hiç kuşkusuz bize bu mirası bırakmış olan atalarımız tarafından bile hissedilmiştir. Onların birçoğu da, olasıdır ki, bizim duyduğumuz kuşkulan besliyorlardı. Ama üzerlerindeki baskı, bu kuşkularını dile getirmeye cesaret etmelerini engelleyecek kadar güçlüydü. O zamandan bu yana sayısız insan benzer kuşkuların cenderesine girmiş ve görevlerinin inanmak olduğunu sandıklan için bu kuşkularını bastırmaya çabalamışlardır. Parlak zekâlı birçok insan, bu çelişki karşısında çözülmüş ve birçok kişilik, bir çıkış yolu bulmak amacıyla verdiği tavizler nedeniyle bozulmuştur.

Dinsel öğretilerin gerçekliğinin ispatı için ileri sürülen kanıtların tümü geçmişten kaynaklandığına göre, şöyle bir çevremize bakıp hakkında yargıya varmamız çok daha kolay olan çağımızın da bu türden kanıtlar sağlayıp sağlamayacağını görmek doğal olacaktır. Eğer bu sayede dinsel sistemin bir tek bölümünü bile, kuşkunun gölgesinden kurtarabilirsek, sistemin tümü inanılırlık bakımından çok kazançlı çıkacaktır. Bu noktada ruhçuların oturumları karşımıza çıkar. Onlar, bireyin ruhunun ölümünden sonra yaşadığından emindirler ve bu dinsel doktrinin gerçekliğini hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde bize gösterme çabasındadırlar. Ama ne yazık ki ruhlara ait görüntü ve sözlerin yalnızca kendi zihinsel faaliyetlerinin bir ürünü olduğu gerçeğini kanıtlarla çürütmeyi başaramazlar. En büyük adamlar ve en önde gelen düşünürlerin ruhlarını çağırmış olmalarına rağmen bu ruhlardan aldıkları tüm bildiri ve bilgiler o kadar aptalca olmuş, o kadar sefilce bir anlamsızlık göstermiştir ki, insan bunlarda ruhların, kendilerini çağırmış olan insan grubuna uyum gösterme yeteneğinden başka inanılır bir şey bulamaz.

Bu noktada, sorundan kaçamak bir yolla kurtulmak için yapılmış -ve ümitsiz bir çaba oldukları izlenimini veren- iki girişimden söz etmeliyim. Bunlardan saldırgan nitelikte olanı eski, diğeriyse ustalıklı ve çağdaştır. Birincisi, Hıristiyanlığın ilk asırlarında yaşamış Kilise babalarından birine ait olan “Credo quia absurdum” (“saçma olduğu için inanıyorum”) deyişidir. Bu görüş, dinsel doktrinlerin mantığın yargılama alanı dışında -mantıküstüolduğunu ileri sürer. Bu doktrinlerin gerçekliğini içimizde hissetmeliyiz, bunların kavranması gerekmez. Ama bu Credo ancak bir kişisel itiraf olarak ilgi çekebilir. Yetkili bir ifade olarak

ise hiçbir bağlayıcı gücü yoktur. Ben her saçmalığa inanmak zorunda mıyım? Hepsine inanmak zorunda değilsem neden sadece buna inanmalıyım? Mantığın terazisinden başka yargı ölçütü yoktur. Dinsel doktrinlerin gerçekliği, bu gerçekliğe tanıklık eden bir içsel yaşantıya bağlıysa bu ender deneyimi yaşamamış olan çok sayıdaki insanı ne yapacağız? Her insandan sahip olduğu mantık yeteneğini kullanması istenebilir, ama yalnızca birkaç kişi için geçerli olan bir güdü temelinde herkese uygulanacak bir zorunluluk inşa edilemez. Bir insan kendisini aşırı derecede duygulandırmış olan bir vecd durumu sırasında dinsel doktrinlerin gerçekten doğruluğu konusunda sarsılmaz bir inanç edinmişse, bunun diğer insanlar için ne önemi olabilir? İkinci girişim, “sanki” felsefesince yapılmıştır. Bu felsefe, düşünce faaliyetimizin temelsiz ve hatta saçma olduğunu açıkça bildiğimiz çok sayıda varsayım içerdiğini kabul eder. Bunlar “kurgu” adını alır. Ama bazı pratik nedenlerden ötürü “sanki” bu kurgulara inanıyormuş gibi davranmamız gerekir. İnsan toplumunun devamı için taşıdıkları karşılaştırma kabul etmez önemi nedeniyle, bu durum, dinsel doktrinler konusunda da geçerlidir. Bu akıl yürütme biçimi “Credo quia absurdum” deyişinden çok farklı değildir.

Ama ben “sanki” felsefenin talebinin, ancak bir felsefecinin ileri sürebileceği türden bir talep olduğu kanısındayım. Düşüncesi felsefenin hünerli hilelerinden etkilenmemiş olan bir insan bunu hiçbir zaman kabul edemez; böyle bir insanın görüşüne göre bir şeyin saçma veya mantığa aykırı olduğu kabul edildiği anda, söylenecek başka bir şey kalmaz. Sıradan faaliyetlerinin tümü için göz önünde tuttuğu teminatlardan en önemli çıkarlarıyla ilgili bir konudan vaz geçmesi bu insandan beklenemez. Daha çok küçükken bile diğerleri arasında tuhaf ve dikkat çekici bir gerçeklilikle kendini gösteren bir çocuğumu anımsıyorum. Çocuklar anlatılan bir peri masalına kendilerini kaptırmış dikkatle dinlerlerken o, ayağa kalkıp “bunlar gerçek mi?” diye sorar, olmadığı söylendiğinde de yüzünde küçümseyici bir ifadeyle, oradan uzaklaşırdı. “Sanki” felsefesinin din taraftarlığına rağmen, insanların yakın bir gelecekte dinin peri masallarına karşı da aynı biçimde davranacaklarını umabiliriz.

Ama insanlar günümüzde oldukça farklı bir davranış gösteriyorlar. Ve geçmiş zamanlarda doğruluklarının ispatı kesinlikle mümkün olmamasına rağmen, dinsel düşünceler, insanlık üzerinde mümkün olan en kuvvetli etkiyi yapmıştır. Bu yeni bir psikolojik sorundur. Biz, bu doktrinlerin içsel gücünün nereden geldiği ve mantığın yargısından bağımsız olmalarına rağmen etkinliklerini neye borçlu oldukları sorusunu mutlaka sormalıyız.

Sigmund Freud

“Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları Bir Yanılsamanın Geleceği”

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu