Kültür-Sanat

Dostoyevski Üzerine Notlar (3): Bir Sanatçı Olarak Dostoyevski

Vasiliy Perov tarafından 1872’de çizilen portresi.

Bir zamanlar “Yeni Gogol” olarak selamlanan bu adam, hem onu hem de Tolstoy’u aşacak ve dünya edebiyatının en büyük romancıları arasında yerini alacaktır. Onda diğerlerinde olmayan bir şey vardır. Ya da diğerlerinde eksik olan bir şey vardı: İnsan ruhunu keşfetmek, insanın iç dünyasının karanlık noktalarında korkusuzca gezinmek. İşte bu onu benzersiz kılmıştır.

“Dostoyevski Rusya’dır. Dostoyevski’siz Rusya olmaz.”[1]

İlk kitabı “İnsancıklar”da yazdığı satırlar, kendi çalkantılı ve bunalımlı ruhundan sızan satırlardır. Aslında sıkıntılar, dertler yeni başlamaktadır ve çok daha fazla keder, sıkıntı ve dertlerle bunalacaktır hayatı boyunca. Hem fizik koşulları kötüleşecek, hem de psikolojik olarak kendisini zayıf hissettiği anlar çoğalacaktır. Ve sığınacağı bir şeyler ararken, Sibirya’da İncil’e sığınacak ve oradan bir umut elde etmeye, hayatındaki zorlukları aşmasını sağlayacak bir çıkış yapmayı umacaktır. Bir suçlu ve günâhkar gibi yaşamıştır hayatını Dostoyevski. Eziktir borçlarından dolayı aynı zamanda.

İnsancıklar’ın  ana teması “acıma”dır. İlk yayınlanan “İnsancıklar”adlı romanındaki yüzler, çocukluğunu dolduran karakterlere benziyordu.[2]

Dönemin önemli eleştirmeni Belinski’nin övgüsünü kazanmıştır bu ilk kitabıyla Dostoyevski. Üstelik de genç yaşında birden edebiyat çevrelerinde ilk kitabıyla tanınmaya başlamıştır. Gogol etkisinin görüldüğü mektup-roman tarzında yazılmış olan kitap toplumsal içeriklidir.

Mayıs 1845’de tamamladığı “İnsancıklar” adlı kısa romanını,  şair Nikolay Nekrasov ile aynı apartmanda oturan arkadaşı Dmitry Grigorovich, ona götürdü. O da bunu ünlü ve etkin edebiyat eleştirmeni Vissarion Belinski’ye gösterdi. Belinski, bu romanı Rusya’nın “ilk sosyal romanı” olarak nitelendirdi.[3]

Fakat sonraki kitaplarında Dostoyevski Gogol’un etkisinden kurtulmuş, kendi kimliğini bulmuş ve deyim yerindeyse onu aşmıştır.

Dostoyevski şöyle der: “Hepimiz Gogol’un Paltosu’ndan çıktık.” “Palto”, ‘en büyük Rus öykücüsü’ olarak bilinen Gogol’ün bir öyküsüdür.  Bu yapıt “Gerçekçi Rus Edebiyatı”nın mihenk taşı olarak nitelendirilebilir.

Dostoyevski özellikle Gogol’den ve Puşkin’den etkilenmiştir. Zaten yapıtlarında da bu iki yazara birçok gönderme de bulunur. Bunların yanısıra bazı Avrupalı yazarlara da. O, şöyle der: “Hepimiz Gogol’ün Paltosu’ndan çıktık.” Palto”, en büyük Rus öykücüsü olarak bilinen Gogol’ün bir öyküsüdür.  Bu yapıt “Gerçekçi Rus Edebiyatı”nın mihenk taşı olarak nitelendirilebilir.

Bir zamanlar “Yeni Gogol” olarak selamlanan bu genç Petersburglu adam, hem onu hem de Tolstoy’u aşacak ve dünya edebiyatının en büyük romancıları arasında yerini alacaktır; belki de gelmiş geçmiş en büyük romancı olacaktır. Onda diğerlerinde olmayan bir şey vardır. Ya da diğerlerinde eksik olan bir şey vardı: İnsan ruhunu keşfetmek, insanın iç dünyasının karanlık noktalarında korkusuzca gezinmek. İşte bu özelliği onu benzersiz kılmıştır.

Roman boyunca okuyucu; insanlar ondokuzuncu yüzyılda şehirlere göç ettikçe, hem Rusya’da hem de dünyanın geri kalan yerlerinde gittikçe daha fazla insanı etkileyen bir durum olan St. Petersburg’daki korkunç ve alçak fakirliğe ait sahneleri kısa bakışlar halinde yakalamaktadır. Varvara sürekli olarak, düşsel bir biçimde mükemmel olan kırın güzelliğini yabancılarla ve fakirlikle dolu kocaman bir şehir olan St. Petersburg’un yalnızlığı ve sefaleti ile karşılaştırmaktadır.”[4]

Dostoyevski, aynı zamanda, Engels tarafından da dile getirilen “sıradan insanların” hazin ve acıklı öyküsünü inanılmaz bir trajedi ve sürükleyici, yalın bir dille anlatmaktadır.

“Böylece Dostoyevski, İnsancıklar romanını yazarken; hem edebi, hem de siyasal eğilimlerde açıkça görünür durumdaki, acı çeken bireyin durumu üzerine olan daha büyük Avrupalı bir vurgu tarafından kuvvetli bir biçimde etkilenmiştir. Ancak kendisinin ilk “küçük adamı”, Rus okuyucuların özellikle kalplerinin derinliklerindeki “bam teli”ne dokunmuştur. Yaşadıkları veya gördükleri fakirlik, politik seslerinin olmayışı, bürokrasinin büyümesi ve boyun eğmeci toplumsal ilişkilerin katılığı; onları “sıradan insan”ın durumuna özellikle hassas hale getirmiştir ki böylece, on dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde, bu tip, Rus edebiyatını temsil eder olarak görülmeye başlamıştır.”[5]

Dostoyevski, yoksul sıradan insanları yalnızca yoksullukları, zavallılıkları ve muhtaçlıklarıyla değil, onların davranış biçimlerini ve içsel dünyalarını, ruhlarını anlatarak da yakalar.

Dostoyevski, yoksul sıradan insanları yalnızca yoksullukları, zavallılıkları ve muhtaçlıklarıyla değil, onların davranış biçimlerini ve içsel dünyalarını, ruhlarını anlatarak da yakalar aynen “İnsancıklar”ın şu bölümünde olduğu gibi:

Yoksul insanlar nazlı oluyor, doğa bunu böyle yapmış. Eskiden de aynı şeyi duyardım. Yoksul, zavallı bir insan titiz oluyor. Onun dünya görüşü bambaşkadır. Sokakta önünden geçenlere, etrafına yan yan, ürkek ürkek bakar, her konuşulana; acaba ondan mı söz ediyorlar diye kulak kabartır. Neden böyle miskin görünür, neler duyar acaba? Dış görünüşü nasıldır? Şurası yüzde yüz ki Varenka, yoksul bir adam,bir paçavradan daha değersizdir. Ne dersen de; ne yazarsan yaz, bunlar kimseden saygı görmezler. Şu kağıt karalayıcılar ne kadar yazsalar, yoksul adamı zavallılığından kurtaramazlar. Neden? Çünkü onlara göre böylelerin içinde dışında ne varsa ortaya dökülmeli, varlıklannda tek bir gizli köşe kalmamalıdır!”[6]

Yoksul insanların hayatlarından, davranış biçimlerini uzun uzun betimler, sayfalarca anlatır.

Dostoyevski’yi Van Gogh’a benzetirim her zaman.  Kendine özgür fırça vuruşları, renkleri varsa Dostoyevski’nin de kendine özgü yaklaşımları ve sorgulamaları vardır. İkisinde de topluma olan uyumsuzluk, belirgin bir şekilde kendini yeniden kendi elleriyle var eden bir eyleme dönüşür. İkisinin en önemli benzerliği sanatlarını benzeyen korun ateşi ve bitmek tükenmek bilmeyen tutkularıdır.

Dostoyevski bir aydındır. Elbette Avrupa’ya ilişkin biraz da yarı mizahi, yarı gerçekçi  fikirleri vardır, özellikle Fransızlara, Almanlara ve diğerlerine.

“Fransız’ın doğuştan cana yakın olanı pek azdır, ama, çıkarları olursa hemencecik cana yakın oluverirler…  Gerçek bir Fransız basit, kaba yaradılışlı, dünyanın en tatsız, en sıkıcı yaratığıdır.”[7]

“Siz İngilizler’in hiç de kibar bir görünümleri yoktur, baston yutmuş gibi dimdiksinizdir.[8]

“Bütün Fransız’ların dış görünüşü şaşılacak derecede soyludur. Öz babasını size üç meteliğe satacak kadar sütü bozuk bir Fransız bile o anda -babasını satarken- öylesine gösterişlidir ki, ne söyleyeceğinizi, nasıl davranacağınızı şaşırırsınız.[9]

“Mektuplar”da da Avrupalılara olan fikirleri, kitaplarındaki gibi olumsuzdur.

Ancak bunlar daha çok Slav milliyetçiliği penceresinden yapılmış yorumlardır .  Bütün Slavcılarda görülen ikili yaklaşım kendisini gösterir: Aşağılık kompleksinden beslenen korku ve küçümseme. Balzac, Dickens ile kıyaslanır zaman zaman. Ama onların roman anlayışı ve kahramanlarına yaklaşımından farklıdır Dostoyevski’nin dünyası. Saf iyi, saf kötü, ya da saf başka bir şey değildir. Bu nedenle iyi ile kötüyü birbirinin içinde gören yeni ve sarsıcı bir yaklaşımdır bu. Bu roman sanatında bir devrimdir.

Ancak Avrupalı yazarları sever. Özellikle Balzac, Victor Hugo, Shakespeare, Schiller…

“Dostoyevski bana herhangi bir bilim insanından, Gauss’tan daha fazlasını veriyor.” der Albert Einstein.[10]

Dostoyevski’de diğer hiçbir yazarda görülemeyen bir şey var, o da; insan ruhunun derinliklerinde ve onun karanlık noktalarında dolaşabilme yeteneği. İşte bu nedenle Nietzsche şöyle yazmıştır:”Kendisinden, bir şeyler öğrendiğim tek psikolog Dostoyevski’dir.”[11]

“Büyük ve yalnız Alman filozofu Nietzsche’nin (1844-1900) Dostoyevski’yi keşfi, tümüyle şans eseridir. Nietzsche Şubat 1887’de, Yeraltından Notlar’ın Fransızca çevirisini okur okumaz kendi zihnine akraba bir zihin keşfettiğini anladı: “Suçlu psikolojisi, köle zihniyeti ve gücenmenin dinamikleriyle ilgili…” bir şeyler öğrenebileceği tek psikolog, buydu. Ardından Ezilenler’i okudu Nietzsche, ardı sıra Suç ve Ceza’yı da. Bir süre sonra da aklını yitirdi. Aslında Nietzsche’nin, Dostoyevski’yi geç keşfettiği söylenebilir.”[12]

Çehov’un öykülerinde, genellikle o öyküde konusu geçmeyen hiçbir şey yer almaz. Örneğin bir obje varsa öyküde, o mutlaka öyküde konusu geçen bir şeydir. Bir durum hikâyecisidir o. Gereksiz hiçbir şey yoktur. Oysa Dostoyevski romanına girdiğimizde odayı dağınık buluruz, yani gerekli gereksiz birçok şeyden aynı anda söz edilir. Yani Dostoyevski yazmadan önce, Çehov gibi odayı toplamaz, öyle dağınık halde bırakır ve onu yazar. Kurguları bazen anlıktır ve hayatın derinliklerinden süzülüp gelen gerçeklerle bütünleşir.

İşte Dostoyevski’nin vurguladığı gibi, kendi dalında sanatçı olan kişi çok azdır. Tolstoy da büyük bir yazardır, ama Dostoyevski bir yazardan öte bir sanatçıdır. Ruhunu katar yapıtına. Gerçeği alıp ona ruhunu katan ve yeni bir yorum yapan kişidir o.

Onun kahramanları, ceplerinde bulunan son parayı gözlerini kırpmadan başkalarına verecek kadar da merhametlidirler.

Stefan Zweig, kitabında, kaderinin kölesi olan Dostoyevski’nin idrak ve tevazu sayesinde bütün acıların en büyük galibi, Eski Ahit’ten bu yana değerleri altüst eden ustaların en heybetlisi olduğunu iddia eder. [13] Zweig ayrıca, duyguların karşıtlığının Dostoyevski’den önce hiç bu kadar açık bir şekilde ortaya konmadığını, onun tarafından bütün alışılmış mutluluk ve acı ölçülerinin ötesine yerleştirilmiş bu yeni esrime ve çökme kutuplarının arası hiçbir zaman böylesine acılı ve geniş yarılmadığını da belirtir.[14]

Bu yorumlara katılıyorum. Özellikle duyguların karşılığı onun bütün romanlarında belirgindir. İnsanın toplumsal yaşam içinde, kendi iç dünyasında yaşadığı çelişkili durumlar, kararsızlıklar, emin olamama, bir şeye karar verip aynı anda vazgeçme, bir şeyi söyleyip hemen ardından tersini yapmak gibi  duygusal ve düşünsel karşıtlıklar keskin bir biçimde ortaya konulur.

Bir sanatçı olarak Dostoyevski

“Dostoyevski, deneysel kimya yapmaz,

tersine gerçeğin simyasını yapar.” [15]

Zweig

Renklerle, çizgilerle oynamayı bilebilir ve bir ressam olabilirsiniz. İmgelerle, kelimelerle oynamayı bilip bir şair olabilirsiniz. İmgelerle oynamak, her gün herkesin kullandığı sıradan bir kelimeyi alıp ona derinlik vermekten daha kolaydır. Kelimeleri yan yana koymayı iyi becerip ve hayal gücünüzün de yardımıyla bir yazar olabilirsiniz; hatta iyi bir yazar bile olabilirsiniz. Ama bu sıfatınızın içini sanatçı yanınızla doldurmazsanız, gerçek anlamda bir sanatçı olamazsınız.

Andre Gide’in de dikkat çektiği bir şey önemlidir: Dostoyevski bir düşünür değil, bir romancıdır. Dolayısıyla onu ele alırken elbette düşüncelerinden ayırmak gerekmez belki, ama bir düşünür değil bir romancı olarak değerlendirmek gerekir. Böylece o gerçek kimliğini bulacaktır belki de. Ancak o bazen kendisini romanlarında bir romancı olarak değil de, bir düşünür olarak görür zaman zaman ve sürekli bir şeyleri kanıtlamanın yollarını arar. Bazen bu nedenle lafı uzatır da uzatır, sayfalarca bir türlü asıl konuya gelmez.

“Her insanda, diyordu Baudelaire, eşzamanlı iki eğilim vardır: Biri Tanrı’ya doğru, öteki şeytan’a doğru.”

Aslında bu eğilim Dostoyevski’de aynı anda hem Tanrı’ya hem de şeytan’a olan yönelimdir. O Tanrı’ya giderken aslında bir ayağıyla da şeytan’a gider. Kitaplarındaki çelişkiler ve ikilikler de buradan kaynaklanır özünde. İyi ve kötü iç içe geçer onun kahramanlarında, bu iki kavram neredeyse birbirinden ayrılmazlar. Raskolnikov, cinayeti taammüden işler ve yaptığı şeyin “iyi ve gerekli” olduğundan emindir.

Çehov bir durum hikâyecisidir, gereksiz hiçbir şey yoktur anlatımlarında. Oysa Dostoyevski romanına girdiğimizde odayı dağınık buluruz, yani gerekli gereksiz birçok şeyden aynı anda söz edilir. Yani Dostoyevski yazmadan önce Çehov gibi odayı toplamaz, öyle dağınık halde bırakır ve onu yazar. Kurguları bazen anlıktır ve hayatın derinliklerinden süzülüp gelen gerçeklerle bütünleşir.

Rönesans döneminde ise sanatına ruhunu Michelangelo kadar, ne Leonardo da Vinci, ne de Rafael Sanzio katmıştır bence. Onlar da dev sanatçılardır, ancak Michelangelo, sanatına ruhunu o kadar katmıştır ki, Musa heykelini bitirdikten sonra “Konuş Musa!” diye işte bu yüzden heykele elindeki çekici fırlatmıştır. İşte Dostoyevski de, Michelangelo’ya da benzer Van Gogh’a benzediǧi kadar.

“Dostoyevski’nin en büyük sanatsal sırrı şudur: Bütün romanlarını, duygunun bütün elektrik yüklü atmosferlerinin toplandığı ve kaderin yıldırımını yanılmaz bir eminlikle içinde zapt eden böylesi zirvelere doğru kurmak.  Dostoyevski’den önce hiç kimsenin sahip olmadığı ve hiçbir sanatçının hiçbir zaman bu ölçüde sahip olamayacağı bu özel sanat biçiminin kaynaklarına özellikle değinmek gerekir mi? “[16]

Andre Gide, Balzac’ın David gibi çizmekte, Dostoyevski’nin ise Rembrandt gibi renklendirmekte olduğunu söyler. Ona gore, onun resimleri o kadar etkileyici ve o kadar mükemmel bir sanatla yapılmıştır ki, bu resimlerin arkasında ya da çevresinde bu kadar güçlü bir fikir derinliği bulunmasaydı bile, Dostoyevski’nin yine de gelmiş geçmiş en büyük romancı olarak kalacağına kalpten inanır.”[17]

Bense Dostoyevski’yi hep Van Gogh’a benzetirim. Çünkü Van Gogh nasıl kendisine özgün renkler ve fırça darbeleri ile kendi iç dünyasını benzersiz bir biçimde dışarıya yansıtmışsa, aynı şekilde Dostoyevski de özgün kişilikleri, ruh halleri ve davranış biçimlerini başarıyla yansıtmıştır yapıtlarında. Belki Rembrandt’a da bir anlamda benzetilebilir. Rembrandt bir ışık ustasıdır, onun yapıtlarında ışık gölge keskinliği vardır ve ışığı kendine özgü bir biçimde gizemli ve mistik bir şekilde yansıtır. Dostoyevski’nin karakterleri de keskin çizgili değil, daha çok gölgede kalan ama yüzlerine biraz ışık vurmuş karakterlerdir.

Dostoyevski, edebiyat tarihinde, hem büyük bir yazar, hem de büyük bir sanatçı olmayı aynı anda başarmış bir kişidir.

Sanatçı, gerçeği alıp ona kendi ruhunu katan kişidir. Gerçek, sanatçının elinde yeniden yorumlandığında artık gerçek değildir, başka bir şeye dönüşmüştür. Çünkü hiçbir sanatçı ne kadar uğraşırsa uğraşsın, gerçeği olduğu gibi yansıtamaz. Hayat her zaman sanattan daha güçlüdür, çünkü sanatı da kapsar. Büyük bir şair, büyük bir yazar olabilirsiniz, ama sanatçı olmak bambaşka ve nadiren görülen bir özelliktir. Ama buna yaklaşan sanatçı, ressam ve yazarlar olmuştur dünya tarihinde. Van Gogh ve Dostoyevski ilk aklıma gelenlerden.

Bahtin ise, Dostoyevski’yi sanatsal biçim alanındaki en büyük kaşiflerden biri addeder ve onun o yepyeni bir sanatsal düşünüş tipi yarattığını, bunu da çoksesli olarak adlandırır. Bahtin, bu sanatsal düşünüş tipinin Dostoyevski’nin yapıtlarında ifade bulduğunu ama önemi romanın sınırlarının çok ötesine taşıdığını ve Avrupa estetiğinin muhtelif temel ilkelerine temas ettiğini, ayrıca. Dostoyevski’nin yeni bir sanatsal dünya modeli benzeri bir şey yaratmış olduğunu söyler. [18]

Dostoyevski 24-25 yaşında ilk kitabı “İnsancıklar”ı yazdığında, o dönem en büyük edebiyat otoritesi olan Belinski tarafından övgüyle karşılandı. Belinski onun sadece sıradan bir yazar olmadığını, daha derinlerde büyük bir yeteneğe sahip olduğunu keşfederek şöyle demişti ona: “Böyle bir kitabı 25 yaşında bir insan yazamaz. Ama sen dostum bir sanatçısın. İşte senin bizden farkın budur.” demişti.

Dostoyevski, “İki İntihar” başlıklı öyküsünde şöyle der: “Evet, yaşamın ilk bakışta hiç de parlak olmayan bile olsa, bir gerçeğini gözlemleyin (elbette, gözlemleyecek gözünüz varsa), o zaman bu sıradan gerçeğin, Shakespeare’de bile olmayan bir derinliği olduğunu göreceksiniz. Evet, bütün sorun buradadır işte: Kimin gözü öylesine güçlüdür, kim o kadar güçlüdür? Doğrusu, önemli olan yazmak veya sanat eseri yaratmak değildir, önemli olan gerçeği fark etmek ve kendi dalında sanatçı olmaktır.”[19]

İşte Dostoyevski’nin vurguladığı gibi, kendi dalında sanatçı olan kişi çok azdır. Tolstoy da büyük bir yazardır, ama Dostoyevski bir yazardan öte bir sanatçıdır. Ruhunu katar yapıtına. Gerçeği alıp ona ruhunu katan ve yeni bir yorum yapan kişidir o.

Dostoyesvki’nin karakterleri aşırı gururlu ve fedakârdırlar yeri geldiğinde. Bu karakter, yoksul da olsa, aristokrat  bir zengin de olsa, gurur vazgeçilmezdir. Elbette gururu önemsemeyen yan karakterler de yok değildir. Bazen başkaları için, kişi kendisini feda eder. “Suç ve Ceza”da Sonya’nın yaptığı gibi. Hatta bazı kahramanlar o kadar fedakârdırlar ki, sevdikleri kadın ile onun aşık olduğu başka bir erkek arasında aracılık bile yapmayı denerler. Sevdikleri kadının mutluluğu için, kendilerinin ilelebet mutsuz olmalarına razıdırlar. Örneğin “Ezilmiş ve Aşağılanmışlar” kitabındaki yazar kahraman gibi.  Vanya, Nataşa’yı sever. Ama Nataşa başka birisine aşıktır.”Nataşa elimi sıktı. Gözyaşları arasında gülümseyerek. – Yeter Vanya, dedi, bırak artık. İyi yürekli Vanya’m benim ! İyi yürekli, dürüst dostum! Kendinden hiç söz etmiyorsun. Seni bırakıp başkasını sevdiǧim halde her şeyi baǧisladın. Yalnız benim mutluluğumu düşünüyorsun. Aramızda mektup taşımak istiyorsun…”[20]

Rüya ile gerçek bazen birbirine karışır hayatın içinde. Bazen rüyada iken, sanki gerçekmiş gibi, hayatı ise bazen rüya gibi hissederiz. Neyin rüya neyin gerçek olduğunu karıştırırız. Gerçek bize rüya, rüya ise gerçekten daha fazla gerçekmiş gibi gelir. Uyuyup rüya mı görüyoruz, yoksa gerçek hayatın içinde miyiz bilemeyiz. Aslında bazen hayatın bir rüya olmasını da, gerçek olmasına tercih ederiz. Çünkü insan rüyada da o rüyayı gerçekmiş gibi hisseder, bazen gerçekten bile daha güçlüdür bu his.

İşte Dostoyevski kısa bir öyküsünde rüyanın gerçekleşmeyecek bile olsa, dinlenmeye, hatta ömrünü bir rüyaya adamaya değer olduğu dile getirir:

“Gördüğüm rüyadan sonra sözcükleri yitirdim. En azından, en önemli, en gerekli olanlarını… Neyse, olsun varsın: Yolumda yürümeyi sürdüreceğim, durmadan dinlenmeden gerçeği insanlara anlatmaya çalışacağım. Sözcüklerle anlatamasam da, gözlerimle gördüm onu çünkü. Benimle alay edenler bunu anlayamıyorlar işte: ‘Bir rüyaydı gördüğün, bir karabasan …’ Eh! Mantık neresinde bunun? Oysa övünerek söylüyorlar bunu. Rüya mı? Rüya denen şey nedir? Aslında hayatımız da bir rüya değil midir? Dahasını söyleyeyim: Varsın, varsın hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şey olsun bu, cennet olmayacak olsun (Anlayabiliyorum bunu!) ama ben anlatmayı gene de sürdüreceğim.”[21]

Okuduğu Askeri Mühendislik Okulu’nda, Shakespeare’den Victor Hugo’ya birçok yazarı öğrendi. Özellikle etkilendiği yazar, şairlerin başında Alman Friedrich Schiller gelir. Birçok kitabında Schiller’e yönelik göndermeler vardır. Rus yazarlardan Gogol ve Puşkin etkilendiği başlıcalarıdır. Üzerindeki Gogol etkisinden daha sonra kurtulmuştur.

Hayatı borç içinde geçtiğinden, borçları olduğundan sıkışan yazar, kitaplarını daha tamamlamadan yayıncılara değerinin altında satıyor ve aldığı avansları da hemen harcıyordu. Hayatı sıkıntı ve para arayışıyla geçti, bu durum mektuplarından da görülebilir. Mektuplarda sözünü ettiği başlıca konulardan birisidir para meselesi. Kumar tutkusu da borçlarının artışına neden oluyor, elindekini avucundakini kumara yatırıyordu. Avrupa’da bile kumarhaneleri dolaşmıştır. Bu sıralarda ikinci evliliğini sekreter olarak tuttuğu Anna Grigoriyevna Snitkina ile yapar, bir kızı olur ama ölür. Bu olay da Dostoyevski’nin iç dünyasında yıkıma neden olmuş, hatta deliliğin eşiğine kadar gelmiştir. “Kusurlarının başıboş bir şekilde fışkırmalarına izin vermiş, içgüdülerini, suça yönelik olanlarını bile kısıtlamamış, yaşamaya bırakmıştır. O kusurlarını, hastalığını, kumarı, içindeki kötülüğü ve hatta şehveti seviyordu, çünkü o etin metafiziğiydi, sonsuzluğa yönelik bir haz istenciydi.”[22]

O, bazen hayatının bir karabasan olduğunu da düşünür. Bir rüyadır yaşadığı, belki de rüya olmasını istemiş ve bu kabustan uyanmayı dilemiştir kim bilir…

Dostoyevski, edebiyat tarihinde, hem büyük bir yazar, hem de büyük bir sanatçı olmayı aynı anda başarmış bir kişidir.

Sürecek…

Erol Anar

Temmuz 2017

Dipnotlar

[1]Alekséi Rémizov, «Homenajes conmemoran al escritor Dostoievski». La Razón. Consultado el 14 de diciembre de 2009.
[2] Judith Gunn: Dostoyevsky: “A Life of Contradiction”, Amberley Publishing (December 15, 2016).
[3] Sekirin, Peter, ed. (1997). The Dostoevsky Archive: Firsthand Accounts of the Novelist from Contemporaries’ Memoirs and Rare Periodicals, Most Translated Into English for the First Time, with a Detailed Lifetime Chronology and Annotated Bibliography, pp. 73.
[4]Yard. Doç. Dr. İ. Murat Çakmakçı: “Dostoyevski’nin “insancıklar” romanında sıradan insan figürü”, http://www.sosyalarastirmalar.com
[5] Age.
[6] Dostoyevski: “İnsancıklar”, Varlık Yayınları, İstanbul, 9. Basım, 1992, s. 70.
[7] Dostoyevski: “Kumarbaz”, Kibele Yayınları, Mart 1996, Istanbul, s. 58.
[8] Age, s. 187.

[9]”Dostoyevski: “Batı Batı Dedikleri”, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1972, s. 18.
[10]  ‘Quotes about Dostoevsky (from noted scholars)’, http://www.fyodordostoevsky.com.
[11] “O único psicólogo com quem tenho algo a aprender” – Nietzsche sobre Dostoiévski, 06. 2016. http://psicoativo.com
[12] René Wellek: “Dostoyevski Eleştirisinin Tarihsel Seyri”, 04-06-2016, https://rusedebiyatiarsivi.org
[13]  Stefan Zweig: “Üç büyük usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski“, Çeviren: Nafer Ermiş, Türkiye İş Bankası Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, s. 80.
[14] Age, s. 86.
[15] Age, s. 108.
[16] Age, s. 137-138..
[17] Gide, age, s. 64.
[18] Mihail Mihailoviç Bahtın: “Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Metis Yayınları, İlk Basım: Eylül 2004, İstanbul, s. 45.
[19] Dostoyevski: “Öyküler”, İletişim Yayınları, 3. Baskı: 2011, İstanbul, s. 360.
[20] Dostoyevski: “Ezilmişler ve Aşaǧılanmışlar”, İletişim Yayınları, 10. Baskı, 2012, s. 45.
[21] Dostoyevski: “Öyküler” kitabı içindeki ‘Tuhaf Bir Adamın Rüyası’ başlıklı öyküden, İletişim Yayınları, s. 135.
[22] Zweig, age, s. 80.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu