Başka Dünya

Herkesin içinde bir Dostoyevski vardır…

Hepimizin içinde bir Dostoyevski var aslında. Belki onun hiç farkına varmadan, rüzgârda titreyen bir mum ışığına benzeyen nefeslerimiz tükeniyor. Oysa mum çevresini aydınlatarak kendini tüketir. Biz değil çevremizi, kendimizi dahi aydınlatmadan kendi sonumuza koşuyoruz.

Dostoyevski - Erol - AnarSevgili Uzaklar,

Bugün sana, bütün zamanların en iyi yazarından Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’den söz etmek istiyorum. Bukowski bir kitabında, “Bu dünyaya iyi bir yazar beş yüz yılda bir gelir. Ve ben o değilim.” der. Dostoyevski ise, bu dünyaya beş bin yılda bir gelen yazarlardandır.

Yerin binlerce kilometre altındaki bir vazoya ulaşmak isteyen bir arkeolog sabrı ve titizliğiyle, insanın içsel dünyasının derinliklerine inen o büyücüyü anlatmak istiyorum. Bakışları öylesine keskin ki, bir insanı incelemeye başlasın, gözünden onun en küçük bir özelliği kaçmayacaktır. Öylesine yorumlar ki insanı davranışlarından yola çıkarak, çoğu zaman gerçek, Dostoyevski’nin düşüncelerinin yanında sönük kalır. Belki onu bu nedenle, bazen gerçeğe bile kendisine itaat etmesini öğreten bir büyücü olarak görüyorum. İşte bunun için psikoloji ders kitaplarında onun romanlarından sık sık örnekler verilmektedir. Hayatı ve insanları onun gibi derinlemesine yorumlayan, bu derece güçlü bir başka yazar yoktur yeryüzünde.

Peki nedir onu böylesine büyük kılan ve devleştiren, hiç düşündün mü? Bir uçtan diğerine savrulan fırtınalı hayatı mı? Yoksa genç bir aydın olarak yaşarken, birden güçlü bir rüzgâr tarafından Sibirya’nın en ücra köşesinde ayaklarında prangalarla kendisini “ayaktakımı” arasında bulması mı?

Dostoyevski’yi büyüten şey bence onun hayatın bir öğrencisi olması, karşısındaki insanı çıplak insan olarak görebilmesi ve keskin gözlem yeteneğiyle çözebilmesidir. Her insanı aynı abartısız saygıyla karşılar o, her insandan bir şeyler öğrenir. “Suç ve Ceza”dan önce yazdığı ‘Ölüler Evinden Anılar’ adlı kitabıyla keskin dehasını kanıtlar. Bu kitapta, “Ben kürek hükmü giyenlerin öğrencisiyim.” der.

Sevgili Uzaklar,

Biliyorsun çoğu Rus yazarı gibi zengin ve soyludur. Dostoyevski, 1821 yılında doğdu, babası soylu bir hekim, annesi ise bir tüccarın kızıydı. Babasının çiftliğinde kolaylıkla köylülerini öldürmesi, onu son derece etkilemişti. Daha sonraları askeri mühendislik kolejine gitti.

Babasının kendi toprak kölelerinden birisi tarafından öldürüldüğünü duyması, onda sara hastalığının tohumlarını atar. Bu durum, kitaplarındaki karakterlere de yansır. Örneğin “Karamazov Kardeşler” kitabındaki kahramanlardan birisi olan uşak Smerdyakov, sara hastasıdır. Ve bu hastalık, olayların gidişatında yer yer kilit rol oynar.

Polis tarafından tutuklandıktan sonra sekiz ay kadar hücrede kalır ve ölüm cezasına çarptırılır. Bu dönemde ölümü çok düşünmüş olmalıdır ki, “Suç ve Ceza” adlı kitabında ölüm kavramını derinlemesine sorgular.

Dostoyevsky (solda) -Haymarket - Mart 1874
Dostoyevsky (solda) -Haymarket – Mart 1874

Ve kendisini bir sürgün olarak o uçsuz bucaksız Sibirya bozkırlarında bulduğunda, ilk kez yoksul halktan insanları gerçek anlamda tanımaya başladı. Ve o an aslında halkı hiç tanımadığını, halktan kopuk ve onu hiç bilmeden tartıştıklarını anladı.

Sevgili Uzaklar,

İnsan bazı durumlarda, karşısındaki insanın kendisini bir aptal yerine koymasına bile razı olup onun davranışlarını gözlemler. O kendini akıllı sanarak seni sömürdüğünü sanır, ama sen kendi davranışını ona göre belirlemediğin için, yine aynı saflık ve iyilik duygusuyla hareket edersin.

Bu durumu Dostoyevski şöyle anlatıyor:

“Hapishaneye geldiğim zaman fazla param yoktu, ama daha nefes almaya vakit bırakmadan bana başvuranlara para vermiştim. Dahası, kendilerini tanımadığımı, beni aldattıklarını sanarak, ikinci, hatta üçüncü defa gelenleri de boş çevirmemiştim. Onlara içten gücenmek ya da kırılmak elimden gelmiyordu… Mutlaka yalan ve kurnazlıklarıyla beni kafese koydukları kanısındaydılar. Oysa eminim ki para vermeyip onları kovsaydım, beni daha çok sayacaklardı. Ama kızdığım halde, istediklerini vermemek elimden gelmiyordu.”

Dostoyevski, insan ruhunun derinliğini keşfetmiş ve bunlardan yola çıkarak vardığı sonuçlarda insanların son derece eğitimsiz olsalar dahi insanı şaşırtacak ölçüde bir ruhsal incelik ve derinliğe sahip olabilecekleri kanısına varmıştır.

“Ruh ve gelişimi hiç bir zaman belirli bir ölçüye vurulamaz. Hatta eğitimin bile bu durumda bir ölçü sayılması mümkün değildir. Herkesten önce ben; en cahil, en dar çevrede, bu zavallılar arasında, en ince bir ruh gelişmesine rastlamıştım… Bazen bir kaç yıldan beri tanıdığın bir adamı çoğu zaman hayvan yerine koyup küçümsediğin olur. Ama bazen de, birdenbire öyle bir an gelip çatar ki, aynı adamın ruhu, onun elinde olmadan, dışa karşı açılıverir; o zaman siz, onun içindeki hazineyi, duyarlılığı görür, kalp taşıdığını anlar, kendinin ve başkalarının ıstıraplarına karşı gösterdiği anlayışın farkına varırsınız… Bazen de tersine; tahsilin öylesine bir hayasızlıkla bağdaştığı olur ki, insanın nefretten boğulması işten bile değildir.”

Ne kadar güzel bir anlatım değil mi dostum? İnsan ruhunun derinliklerine doğru bir geziye götürüyor bizleri. Oysa insanlara burun kıvırmaktan, onları küçümsemekten, kendimizi üstün görmekten başka ne yapıyoruz söyler misin?
Hep insanları kategorize etmez miyiz: Eğitimliler, eğitimsizler ya da kültürlüler, kültürsüzler diye? Ne kadar saçmadır oysa, kültürsüz kim vardır ki bu yeryüzünde! Kültür, insanın doğaya karşı yarattığı her şey değil midir dostum? Eğitimsiz olarak gördüğümüz insanlardan öğrenecek bir şey yoktur bize göre, onları dinlemeye değmez bile. Eğitimlilerle ise kıyasıya bir sidik yarışına girer, kendimizi kanıtlamaya çalışırız.
Oysa sen hiçbir gün hayatın öğrencisi olamadın. Öğrenen değil, öğreten bilgiyi sevdin her zaman. Ben öğreten bilgiyi sevmiyorum artık. Bu insanı içi boş bir yarışa sürüklüyor. Bilgiyi küçümsüyorum. Hayatın içinde küçük bir araçtan başka bir şey değil bilgi.
Ya sen? Kendini ne de çok beğeniyorsun değil mi?

Her zaman haklı olan biz oluruz, başkalarından daha akıllı sanırız kendimizi. Ne de çok şey bildiğimizi söyleriz. Bazen yakın çevremizdeki küçümsediğimiz bir insan çok önemli bir şey söyler ve biz onu dinlemeyiz bile. Davranışlarımız öylesine çiğ ve ham ki; değil üç yıl, üç bin yıl fırında pişsek bile olgunlaşmayacağız.

Sevgili Uzaklar,

“Karamazov Kardeşler” bazılarına gőre bütün zamanların en iyi romanı olarak nitelendirilir. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”de insanın iç dünyası içindeki tüm pislikleri ve bu pisliklerin içinde ışıldayan cevherleri olağanüstü bir bakış açısıyla ortaya çıkarır. Baba Karamazov, biraz entelektüel, biraz kurnaz, bazen şaşırtacak kadar gözü kapalı bir âşıktır. Hayatında paraya çok önem vermesine karşın, binlerce rubleyi sevgilisinin yüzünü bir an görebilmek için feda edecek kadar da duygusaldır. Bazen ise oğlunun nişanlısına göz koyacak kadar iğrençtir. O, kötü olarak nitelenen ama özünde iyiliğin de barındığı bir örnektir. Herkes bir anlamda bazen Baba Karamazov değil midir?
Yine başyapıtlarından “Suç ve Ceza”da kötülüğü anlatır ve kötülük sonucu insan vicdanının yaşadığı acıların, her türlü cezadan daha etkin olduğunu betimler. Dostoyevski, insan ruhunun derinliklerine öylesine iner ki, okuyucu alt üst olur.Suç ve Ceza

Sevgili Uzaklar,

Güçlü içinde zavallıyı taşır. Zavallı ise içinde hep bir kahramanla yaşar. Bazen güçsüz görünen o derece büyük kahramanlıklar gösterir ki hayata karşı şaşıp kalırsınız.
Sen de kendini her zaman güçlü sanıyorsun değil mi? Kendine bir misyon yüklüyorsun, hayatın ve insanların karşısında kendine çok güveniyorsun. Oysa senin kendine yüklediğin misyonun zerre kadar önemi yok, hayatın sana ne misyon yüklediğidir asıl olan. Daha kendini tanımadan, bir kez olsun içsel bir yolculuğa çıkmadan herkesi bir bakışta tanıdığını, çözdüğünü ve leb demeden leblebiyi bildiğini düşünüyorsun, öyle değil mi dostum?

Oysa sen bir gün bile hayatın zorluklarına göğüs germedin. Hep kolay olanı seçtin. Hep kaçtın hayattan. Öylesine kaçtın ki, kendine en uzak noktadasın. Hayata iradi olarak müdahale etmekten acizsin. Şimdiyi yaşamıyorsun, ölü bir geçmişin küllerinde dolaşıyorsun sürekli, ama unutma, sen Anka kuşu değilsin dostum, küllerinden yeniden doğamazsın Hep geçmişi anlatıyorsun. Şimdi yok, gelecek yok sana göre. Öyle bir çekilmişsin ki kabuğuna, sanki orada ölüp gideceksin, kendi yoksulluğunda yiteceksin.

Kaybetmekten öylesine korkuyorsun ki, kazandığını sandığın şeyler öldürüyor seni, farkında bile değilsin. Sanıyorsun ki, insan bu dünyaya karnını en iyi şekilde doyurmak, çocuğuna iyi bir gelecek sağlamak, belki bir ev, bir de araba almak için gelir. Hayatın anlamı bu senin için dostum. Biraz da paran olursa bankada değme keyfine. Görmüyorsun ki insanlar zaten binlerce yıldır senin yaptıklarını yapıyorlar.
Kendin konuşurken seni dinleyen insanların gözlerine bile bakmazsın. Sesine ciddi bir hava verip ağır ağır zorla konuşuyormuş gibi, sanki insanlara hayatın sırlarını bahşediyormuş gibi konuşursun. Başkaları konuşurken, hep tavana ve duvarlara bakarsın. Bazen ise gözlerini kısarak dudaklarına alaycı ve sinsi bir gülümseme oturmuş bir şekilde tepeden bakarsın konuşan kişiye. Neden dinleyeceksin ki onu sen zaten her şeyi bilirsin.

Sevgili Uzaklar,

İşte böyle zavallı dostum. Hepimiz aslında güçlülüğünü maske olarak taşıyan birer zavallıdan başka bir şey değiliz. Bir gün arkasına saklandığımız o maskemiz düştüğünde kendi tükenişimizi de göreceğiz. Hepimiz kendimizi güçlü sanan zavallılarız aslında. Ancak kendi içimize hapsettiğimiz, ayaklarına binlerce pranga vurduğumuz kendimizi bulduğumuzda ve özgürleştirdiğimizde zavallı olmaktan kurtulacağız.

Hepimizin içinde bir Dostoyevski var aslında. Belki onun hiç farkına varmadan, rüzgârda titreyen bir mum ışığına benzeyen nefeslerimiz tükeniyor. Oysa mum çevresini aydınlatarak kendini tüketir. Biz değil çevremizi, kendimizi dahi aydınlatmadan kendi sonumuza koşuyoruz.

İçindeki Dostoyevski’yi uyandır dostum. O sensin. Senin içinde saklanan ve hep karşılaşmaktan korktuğun, bir zavallıya dönüştürdüğün sensin. Sen O’sun.
Herkesin içinde bir Dostoyevski vardır.
Ben benimkini arıyorum.

Sevgiyle kal…

Erol Anar

Lozan – 11 Mart 2001

*Erol Anar”ın baskısı tükenen “Sen” (Chiviyazıları Yayınevi, Istanbul, 2003) adlı kitabından.

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu