Yaşam

Hikayesi Kendinden Menkul

​​​Hikayesi Kendinden Menkul

​Aylardır bir boşlukta asılı yaşıyordu. Etrafında tüm evren, yıldızlar, insanlar, kuşlar, sesler, çığlıklar dönüyor, O sadece seyrediyordu. Çoğu zaman başını kaldırıp bakmaya bile vakti olmuyor, anlamsız, donuk ve solgun yüzüyle uyutmaya çalıştığı bebeğine ninniler söylüyor, gündelik işlerin sarmalında, yapacaklarını beyninde sıralarken buluyordu kendini. Hangi tanımdan başlamalıydı? Bulaşıkçı, çamaşırcı, ütücü, temizlikçi, bakıcı, aşçı, derleyip toplayıcı… Sadece birinde görevi aksatmak, oluşan aksaklıklardan sorumlu olmak demekti ki buna mahal vermemek adına saatlerle yarışmak , iyi bir hayat hayat maratoncusu olmak gerekiyordu.

Kadın özgürlük

​Kendine yabancılaşmanın, aldığın nefesi başkalarına harcamanın, aynadan nefret etmenin, geçen zamana aldırmamanın, kim olduğunu ve kadınlığını unutmanın bedeliydi boşluk. Her gün amansız bir koşturmanın içinde evden işe, mutfaktan banyoya, banyodan çocuk odasına, oradan yatak odasına, çamaşıra, bulaşığa, yemeğe, eşe dosta, çocuğa, komşuya, kardeşe derken, devinen hayata yetişmenin neresinde kalıyordu yaşamak?
“Off !”dedi makineden çıkan çamaşırları asarken, “anasını satayım böyle ruhsuz, çoşkusuz, anlamsız yaşamanın.”

​ Hayal kurmayı unutunca uzaklaşırmış insan kendinden. ” Ah! Ne kadar uzun zaman oldu hayal kurmayalı” diye iç geçirdi. Tüm bedeni çarmıha gerilmiş gibi yaşıyor, hedef olan kalbi kör bıçakla bileniyor, kim olduğunu bilmediği insanlar oklarını fırlatıp, kimi bulduğu taşlarla yüzünü gözünü param parça ediyordu. Azıcık doğrulsa, gözbebeğinde bir hayat yeşerse, söküp almak için sıraya giriyorlar, penceresine bir tutam günışığı yakalasa öfkeyle karanlık perdeler dikiyorlardı.

​Kadın olmanın esir olmakla aynı anlama geldiği, kadın çığlıklarından kıyametin kopacağı, karanlık coğrafyaların içinde kendin olmayı istemek işte böyle zahmetli, yorucu, bıktırıcı, bunaltıcı bir durumdu. Dininden töresine, geleneğinden göreneğine, kadını yok sayan, aşağılayan, insan yerine koymayan, namus deyince kendi namussuzluklarını kadında temize çeken, topyekün hastalıklı bir zihniyetin içinde “ben de varım” diyebilmek cesareti, ölümle nişan kurdelesi kesmekti. Yoruyordu zihnini kadın, yemeğin soğanını kavururken ağlamak, gözyaşı için her zaman iyi bir bahaneydi. Ocaktan çıkan dumanla birlikte yanan, hiçliğinin gözbebekleriydi oysa.

” Boşluk, yokluk, anlamsızlık gerçek sızımız belki de “diye düşündü ve mutfağın içinde kendine bir anlam bulmakta zorlandı. Burası sığınaktan öte yemek kokularının parfüm kokusunu bastırdığı, yağlı, baharatlı, bol acılı mahpus damı, kahve telvesine yapışan beklentilerin küf tuttuğu yerdi.

​Yerleri süpürmek için makineyi almaya koştu. Elini istemsiz hırkasının cebine sokmuştu. Parmaklarına dolanan on lirayı çıkarıp evire çevire inceledi. Senin de yüzüne tüküreyim para , ne sen beni sevdin ne de ben seni. Şu çekici yüzüne biraz meylim olsaydı keşke. Tutturmuşum bir insan olmak, ahlaklı olmak, erdemli olmak falan…Arsızın, hırsızın, ahlaksızın , üç kağıtçının, döneğin, kaypağın ve de cehaletin sana taptığı bu zamanda bize de bulaşacak kirin kalmış mıdır?

​Makineyi halıların üstünde gezdirirken sorgulamaya devam etti “Neden sürekli temizliyorum, eşyalara bu kadar hizmet etmenin karşılığı nedir? Kurgulanmış bir makine olduğunu anlamaktan daha zoru alışkanlığın, adanmışlığın, görev belletilen beklentilerin esiri olmak mıydı?”

​Geleceğe dair düşler azalınca, bir zamanlar hayalini kurduğun geleceğin çok da sihirli, düşsel, masalsı olmadığını görmekle başlıyordu düş kırıklığı… Sorunların giderek ve şekil değiştirerek arttığına tanık olmak, anlamak daha çok insanı, kodlarını çözmek düzenin, o sıcak, güvenli, coşkulu çocukluğumuza, anavatanımıza nasıl da arttırıyordu özlemi? Daha çok geçmişe dönmek , anılarla oyalanmak, genç kızlık hülyalarına dalmak, hayal kurabilmenin sınırsız okyanusunda saatlerce bir başına dalıp çıkmak, nefes almak istiyordu. Tıkandığını hissediyordu artık. Sanki kendi dışında herkes mutluydu ve şen kahkalarıyla , fotoğraf karelerinden taşan enerjileriyle kendi yaşam enerjisini acıta acıta emiyorlardı.

​Çok şey değildi istediği, sadece yirmidört saatin bir saatini kendine vermek, içine dönmek, bir sırt çantası, bir tişört ve yırtık bir kotla zamanın dışında yolculuklara çıkmak, ıssız dağ başlarında dumanla kaybolmak, sümüklü, çıplak ayaklı çocukların gözlerinde öpmek, insan eli değmemiş derelerin şırıltısında yitip yitip kendini bulmak istiyordu.

​Aşk diye bağıran makinelerin içinde herkesin aşık olduğunu sandığı, sanarak yaşadığı birileri tarafından kontrol edilen, düşünmeyince güçsüz, çaresiz, yalnız insanlarız diye düşündü. En çok bildiğimizi sandığımız ve bir o kadar yabancı olduğumuz bu duyguyu anlamak için miydi adı aşk olan ne varsa yapıştığımız? Başkalarının anlattıkları tek bildiğimiz. Filmlerde ve dizilerde ağzımız açık seyrettiğimiz kimin gerçeğiydi? Bunca eşya sevgisi, bunca kendine tapınma, bunca aşkın yön değiştirmiş hali varken kendini nerede bulurdu insan?

​Kederini anlatacak kimseleri bulamadığında, ümidini kestiğinde insanoğlundan, gökyüzüne türküler söylerken bulurdu kendini. Gece ruhuna sürülen merhem, gece kendine vuslat, gece uykunun ağırlığına rağmen hafif, yorgun bir molaydı.Oturabilmek eylemsizliğini kendine hediye eder gibi ayaklarını uzatarak kucaklardı.Sırtının ve omuzlarının ağrılarını hafifletecek sıcak su torbasını hazırladıktan sonra sırtını dayadı oturduğu koltuğa. Ya can ağrıları için ne yapmalıydı? Neyi sıcacık bastırmalıydı göğsüne? Git gide derinleşen ruhsal yaraları neyle kabuk bağlardı? Kör bir bıçağın bilediği yalnızlık sızısı sadece ona mahsus olamazdı. Gözlerini kapadı usulca, gözyaşları ne sessizdi.

​Ona güzelliğini, naifliğini, zarifliğini, derinliğini, kendini hatırlatacak bir iz , bir işaret, dilinin ucunda bir kelime aradı. Herkesin kendini yaşadığı hayatta bir başkası olmak mümkün değilken bir başkasının senin maddi manevi acılarını, hayal kırıklıklarını, öfkelerini, açlığını,susuzluğunu, serzenişlerini tamamen anlaması mümkün değildi. Yalnızlık insanoğlunun kaderiydi ve bunu kabul etmek düşüyordu payımıza. En sevdiklerimiz ne kadar derinimizdeydi? Kaç katmanımızı çözebilir, kaçıncı odamızda gözbebeklerimizi öpebilirlerdi?
​ Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemedir derken Aldous Huxley, çığlığı derinden duyumsamış, yakıcı ıstırapların, acının ve işkencenin her çeşidinin olduğu bir yerde cehennemi başka türlü tahayyül edememişti.
​ Ya cennet diyordu, tarifi saklı yemek gibi içinde nelerin olduğunu tahmin etse de insanın olduğu yerde mümkün değil diye düşündü. İçinde mutluluktan uçulan kısacık bir an belki kendini kaybettiğin aşk duygusu…

​Geçmişe döndü, modernizmin ve teknolojinin insanı getirdiği nokta bunalım, karmaşa ve kaostu. Mektuplarını hatırladı. Yıllardır sakladığı sarı, kırışık, unutulmuş kağıtları… Aceleyle sandığı açtı, kırmızı kadife kutuyu çıkarıp heyecanla kapağını kaldırdı. Çok değil, on beş yıl öncesinden kalma mektuplara dokunurken kaybettiği ruhunu, benliğini okşar gibiydi. Kelimeler sihirli, düşsel, masalsı dünyanın kapılarını yeniden açarken, genç kızlığını gömdüğü sandığa özlemleri düşüyor, saklamak istediği tüm duygularını bir celsede boşamak istiyordu.

Ve kadın; Kağıttan uçaklar yaparak boşluğa saldı mektuplarını…
Onlarla birlikte uçtu, uçtu
Konacak bir yürek yoktu.
Nefes aldı….

FATMA KOŞUBAŞI (fatmakosubasi@gmail.com)

www.dunyalilar.org

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu