Arka Bahçemiz

İrade Meselesi

İrade sorunu

Çok rahat bir şekilde “ama bu benim irademin hoşuna gitmeyen bir durumdu veya şeydi, dayanamadım” deyip meşrulaştırırız en “çirkin” davranışlarımızı. Sorun şu ki bu anlarda, karşımızda başka bir irade olduğunu hiç düşünmeyiz. Oysa bu karşı-iradenin hoşlanmadığı ya da talep ettiği durumlar veya şeyler çoğu zaman bizimkinden farklıdır. İşte çatışma burada başlar. Bu tür bir çatışma “insan insanın kurdudur” anlayışına denk düşen saldırganlık içeren hayvani bir çatışma durumudur.

topluluk-yonetimi-milli-irade

 

Bundan farklı olarak “makul sosyal çatışma”; Kendi dışındaki iradeyi her daim gözetme eğilimindeki iki farklı iradenin olduğu yerde söz konusu olabilir. Bu tür çatışmalar büyük oranda fiziksel şiddet kullanımı veya sözlü saldırgan davranışlar olmaksızın diyalog yoluyla sürdürülür ve belki de çözülür.

Gelgelelim insanın karşısında bir irade olduğunu anlamasının temel koşulu kendi iradesinin farkında olmasıdır. Nasıl bir şeydir bu irade denilen şey? Ne kadar baskındır? Ne derece kontrolümdedir? Bu benim iradem mi? Ne ölçüde benim? Mutlak olarak kontrolümde mi?

İrade kontrolümüzün mutlak bir kontrol olduğunu varsaymamız durumunda, çoğu olumsuz karşılanan davranışımızı temellendirebileceğimiz bir özrümüz başka deyişle görece meşru bir özrümüz kalmaz. Çok rahat bir şekilde “ama bu benim irademin(nefsimin) hoşuna gitmeyen ya da çok istediği bir durum veya şeydi, dayanamadım” deyip meşrulaştırırız en “çirkin” davranışlarımızı. Gerçekten de hem kendi irademiz hem de karşı-irade açısından ağır olumsuz sonuçlar doğuran çoğu davranışımızı hep bu mekaniğe dayandırarak meşrulaştırırız. İrade ile nefsi yani kontrol gücü ile kontrol edilen şeyi birbirine karıştırırız günlük hayatta. Bu, ayrıca ele alınması gereken bir sorundur. Bu yazıda bu iki farklı olguyu gündelik kullanımda olduğu şekliyle yani bir ve aynı şey olarak ele alabiliriz.

Yukarıda sözü edilen meşrulaştırmalara verilebilecek en açık ve kolay anlaşılır örnek “nefsi müdafaadır”. Dikkat edilmesi gereken nokta “nefsi müdafaa” durumunun, bu durum öncesinde “mutlak bir kontrolü” varsaymasıdır. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Kontrolün yitirildiği “nefsi müdafaa” anından önce de kontrolün ne ölçüde olay mahalli olarak adlandırabileceğimiz iradenin kendi kontrolünde olduğu tartışmalıdır. Diğer yandan olumsuz sonuçlar doğuran davranışını “nefsi müdafaaydı” veya “nefsin kurbanı oldum” gibi açıklamalar üzerinden temellendiren bir iradenin yargılanmasının asıl nedeni, sadece davranışının sebep olduğu sonuç veya sonuçlar değil, bu davranıştan etkilenen en az ikinci bir iradenin veya bu ikinci iradeye ait bir şeylerin olmasıdır. Hiçbir başka iradenin veya bu başka iradeye ait şeylerin olmadığı bir ortamda hiçbir davranışım hukuk alanına girmezdi. Bu ikinci iradeye rağmen bu olumsuz davranışlar kimi toplumlarda sırf yukarıdaki iki açıklama yeterli bulunarak karşılıksız, yani ceza verilmeksizin affedilir. Doğa yasalarının temel teşkil ettiği yasalarımız bazen, ülkemizde sıklıkla suiistimal edilir. Örneğin ülkemizde kimi cinayetler ve tecavüzler doğa yasalarına dayanılarak cezasız bırakılır veya bu durumlarda çoğu kez cezai indirime gidilir. Çünkü gerçekten de nefsini, hayvani tarafını, başka deyişle doğanın iradesini dizginleyemediğinde insanlar veya hayvanlar saldırgan davranışlar sergileyebilirler. Bu anlarda insanı dört kitabın tanımladığı gibi hayvanlarla hiçbir ortak noktası olmayan, mutlak anlamda insan olarak değerlendiren açıklamaları kabul edenlerin, “hayvani tarafıma yenildim” diyerek kendilerini savunmalarına ve bu durumun çelişikliğine tanık oluruz. Konrad Lorenz’in agresyon mekanizması olarak özetlediği bir davranış repertuarının alanına girilir bu noktada. Bilhassa canlılığın tehlikeye girdiği anlarda insanın “kendi iradem” diye nitelediği “hayvani dürtülerin kontrolü” adeta bir şalterin kapatılıp açılması gibi devre dışı kalabilir. Bu kontrolün oranına göre insanlar bilge, efendi, uslu, zeki, olgun, ahlaklı olarak nitelenir. Kontrolü bloke etmeye meyilli en kuvvetli, baskın dürtüler bireyin ve türün devamlılığına hizmet edenlerdir. Bunlardan ilki bireysel ikincisi ise türsel (üreme) hayatta kalma işlevleridir. Bu anlarda iradenin karşı-iradeyi algılaması, gözetmesi pek nadir mümkündür.

Toplumda, devamlı bir nefsi müdafaa ve tahrik edilmiş nefs hali manipülasyon ve çeşitli koşullamalar yoluyla yaratılabilir. Böyle bir toplumda öteki iradeleri görebilmek imkânsızlaşır. Bu durum düşük tolerans, düşük oranda akıl temelli, makul diyalog olarak görünürleşecektir.

Güncel bir örnek vermek gerekirse “milli irade” çok aldatıcı bir kullanımdır mesela. İradenin önüne “milli” veya “ortak” kelimelerinin getirilmesi, çok büyük anlam farklarına yol açar. Çünkü iki ifade de çok farklı gerçekleşmelere işaret ederler. Kuvvetle muhtemel aktüel iktidarın ideolojik bir konsepti olan “Milli İrade” kavramını insanların kendi iradelerinin yerine koymayı başarır ve onu sürekli dış tehlikelerin, düşmanların varlığıyla tahrik ederseniz, bu insanları çok rahat kontrol edebilirsiniz. İnsan öyle bir hayvan ki ona doğasına cepheden ters davranışlar bile sergiletebilirsiniz. Her canlı, doğa tarafından hayatta kalmaya, şiddet ve tehlikeden kaçmaya programlı olmasına rağmen, onu kurşunların, tankların önüne yollayabilirsiniz.

Ortak irade yaratmak için ise iradelerin kendilerini bulmalarına ve kendi kendilerini belirlemelerine izin vermelisiniz. Nitzsche, insanın kendi iradesinin farkına varmasını ve ben buradayım deyip kendi iradesini ortaya koymasını telkin ederdi. İyi ama bu nasıl olacaktır?

Platon eğitimin öneminin farkındaydı. Gerçi herkese değil belli bir yetkin sınıfa, tam olarak aristokrat sınıfa verilmeliydi bu eğitim. Yoksa herkes kendi iradesinin ve diğer iradelerin farkında olur ve kimse iradesini başkasına teslim etmezdi. Bu durumda da öyle bir sınıfın ne gereği ne de anlamı kalırdı. Google’dan bilgi edinmeyi eğitimli bir toplumun göstergesi saymak, eğitimsiz bir toplum belirtisidir. Peki nasıl olmalı bu eğitim yöntemi? Eğitim bir zamanlar, yeni nesiller yaratmamın bir aracı olarak görülür ve talep edilirdi.

Eğitim aslında hayvanlardan temel fark olarak öne çıkardığımız organı, yani beyni, başka deyişle aklı kullanabilmeyi öğretmektir. Onu törpülemek değil. Sokrates; kimseye bir şey öğretme, ona aklını kullanmayı öğret derdi. O, kendi yöntemini doğurtma sanatı olarak niteledi. Bu doğma süreci aslında insanın kendini tanıma, sınırlarını-haddini-kendini bilme sürecinden başka bir şey değildir. Anlayacağımız, kendilik bilgisi mistik bir bilgi değildir. İradenin farkındalığıdır. Bilgi öğretilmez. “Potansiyel irade” aktüel iradeye dönüşebilmiş ise şayet, bu irade, öğrendiği yöntemle bilgiyi toplar ve onu gözlemleriyle sınar ve de geliştirir. Vizonteledeki gibi televizyonu, altyapıyı hazırlamadan “kullanıma sunmak”, trajikomik yer yer dramatik durumlar yaratmaktan öteye gidemeyecektir.

Konunun daha anlaşılabilir olması için şu haberin okunması işe yarayabilir.

http://www.birgun.net/haber-detay/yargitay-lan-cinayetinde-cezayi-fazla-buldu-128086.html

Oktay Değirmenci

Dünyalılar (www.dunyalilar.org)

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu