Kültür-Sanat

İbret, Adalet, Trajedi

Seyirci, Rocky’nin veya patrona rest çeken Veysel ustanın kahramanca mücadelesiyle övünç duyar. Oysa Brecht, Rocky’yi semt mafyacıklarının fedailiğini yapmak zorunda bırakan, patronu tehdit ederken bile Veysel ustaya ceketini ilikleten dünyayı anlatmak ister.

Gündemimizi meşgul eden tüm tartışmalar, fildişi kuleler ile semt pazarları arasına sıkışırıyor. Halkın nabzını tutanların sesleri, halı kokuları eşliğinde dinlemeye aşina olduğumuz menkıbeleri anımsatıyor. Sırça köşklere sığındıkları söylenenler ise edebiyat öğretmenlerinin bayram söylevlerini unutturmamaya yemin etmiş gibiler. Tartışmalar tiyatroları da içine alıverdi perdeler kapanırken. İki taraftan aynı teraneler yükseliyor: Bir avuç elite bırakılmazmış sanat… Halkımız ucuz değil yüksek sanata itibar etseymiş bu durumlarda olmazmışız. (İtalik yazıların yerine herhangi başka bir kelime getirilebilir.)

Oysa daha izlediğimiz oyunları birbirimize anlatmayı bitirememiştik. Onun yerine titanların çekiştiği bir parodiyi takip ediyoruz. İzlediğimiz piyes, kimine göre acı bir tragedya, kimine göre şiirsel bir adalet… Bazıları ise, kavgayı izlerken cüzdanı kaptırmayalım diye uyarıyor.

Bu sene en çok konuştuğumuz yapımlarından biri “Ben Bertolt Brecht”ti. Brecht’in çarpıcı kalemi sayesinde ibretlik öykülerden, kıssadan hisselerden, haklı intikam destanlarından ve onların kahramanlarından kaçabildik. İnsanın, kendiyle, toplumla ve doğayla yaşadığı ironilere sarılmak iyi geldi. Güncel tartışmaların elitler halka karşı kıskacından kurtulup, dertlerimizin kaynağını hayatın kendisinde aramaya çıktık.

Savaşın yaralarını sarmaya çalışan insanları anlatır Brecht. Dünyanın faşizme ve sonrasında ikinci bir savaşa sürüklenişinin defterini tutar. Defter ironilerle doludur. İroni, gerçeği gözler önüne seren bir maskedir Brecht’in elinde. Ne zehir, ne de ilaç sunar.

Suçlamalar yoktur onun kaleminde. Aksine, birbirini suçlayanların aslında nasılda birbirlerinin ekmeğine yağ sürdüğünü gösterir. Olayları, ilişkileri, başka türlü gösterilmek ve görülmek istenenleri hiç olmayacak bir kabın içine atar, karıştırır, seyirciye içirir. Bunu yaparken seyircinin sadece bir seyirci olduğunu unutmamasına özellikle dikkat eder. Zira ona göre sahne, seyirciye tutulan bir aynadır. Eğer seyirciler karakterlerle bütünleşirse kendilerini anlatılan tehlikelerden, adaletsizlikten, sömürüden soyutlar. Böylece, Arsız Apollo’yu pataklayan Rocky’nin veya patrona rest çeken onurlu Veysel ustanın kahramanca mücadelesiyle övünç duyar, galibiyetleriyle huzura erer. Oysa Brecht, Rocky’yi semt mafyacıklarının fedailiğini yapmak zorunda bırakan, patronu tehdit ederken bile Veysel ustaya ceketini ilikleten dünyayı anlatmak ister.

Brecht, ilahi adalet aramaz, insanların içine düştükleri ve birbirlerini parçalayarak yaşattıkları adaletsizlikleri ortaya döker. Onun hikayelerinde hiçbir şey satın alamayacak teyzeler pazarda dolaşır çünkü almak isteyip de alamadıkları bilinsin isterler. İyi yürekli aslanla sinsi tilkinin akıl yarışı anlatılmaz. Köpekbalıkları insan olsaydı, küçük balıklar için her daim temiz su bulunan kutular yaparlardı ona göre; çünkü bilirdi köpekbalıkları, eğer insan olsalardı, temiz suda yaşayan balıkların daha leziz olduklarını. Savaşta kazanılan toprakların iki metre boyunda, bir buçuk metre derinliğinde olduğunu, Guadarama dağını bombalayan kahraman pilotun kardeşine söyletir. Ve hepimizin iyi insanlar olduğumuzu, bu yüzden iyi kurşunlarla ölmeye, iyi küreklerle iyi mezarlara gömülmeye layık olduğumuzu dinleriz ondan.

İroni, sahnelerde sürse de televizyonlar mendil ıslatan, parmak ısırtan, koltuğa bağlayan ibretlik dramlarla dolu. Hep birlikte Fatmagül’e ağlıyor, Ali Kaptan’a küfrediyor, Polat’la kendimizden geçiyoruz. Haber kanalı, tartışma programı, hatta sadece belgesel izleyenlerimiz bile ibret tablolarından kaçamıyor. Dayak yiyen, öldürülen kadınların, onca fakirliğe rağmen üniversite bitirmiş köy çocuklarının, okullar, kurslar açan faziletli iş adamlarının ibret alınası öykülerini dinliyoruz.

Bu haberleri tartışan birileri gericilik felaketinin tehlikelerinden dem vuruyor. Ülkesindeki ölümden kaçıp bizim buralara sığınanları gösterip modernizmin erdemlerini sıralıyor. “Ders çıkaralım” diyor, “kendimize gelelim yoksa biz de o hallere düşeriz.” Bir diğeri güçlü ekonomiden söz açıyor. “Bunca büyümeseydik neler olurdu düşünün hele bir…” diye çıkışıyor. Kim konuşursa konuşsun her konu bir ibret malzemesi haline geliyor.

İbret “uyanıklığa sebep olan ders” demek ama televizyon karşısında devrilen başlar kırlentlere düşüyor. İbret tezgahının tarafları birbirlerinden güç alıyor. Kavga ettikçe varoluyorlar. Pay kavgasına tutuştukları pasta büyüyor. Elitlerin çatal bıçak sevdasına karşılık halk çocuklarının kremaya bandıkları parmaklar gösteriliyor. Dünyamız ibretin iki tarafından ibaret hale geliyor. Bu öğütücü çarkın taşıdığı su sesiyle uyuyoruz.

Çelişkilerinden besleniyorlar. Çatal-bıçakta ısrar edenler yeterince çalışan herkesin pasta yiyebileceğini, parmakçılar ise fazilet sahiplerine vaat ediyor pastayı. Biri iş yok pasta yiyemiyoruz diyene yeterince çalışılınca iş de olur, eğitim de olur cevabını veriyor. Öteki durur mu yapıştırıyor cevabı, sabır fazilettir sabret ki iş seni bulsun. Pasta esas böyle yenir diye gösterirlerken seyredenlere lokma kalmıyor.

Brecht gibi, ibret karşısına çıkardıkları ironilerle bizleri uyaranlar var. Diyorlar ki, ibretin iki kutbunun hayhuyunda pasta mundar oluyor. Taraflar, beraberce kurdukları düzenin birer parçası. Bunlar, karşı taraf kendilerini yoketmeye çalıştıkça güçleniryorlar. O yüzden kavga çıksın ama başkası girmesin, düzenlerini kimsecikler bozmasın istiyorlar. Daracık bir tartışma alanında sırça köşklerden ve halk otobüslerinden başka sese izin vermiyorlar. Taraflardan birini seçmeyi mecbur tutuyorlar. İkisinden de olmadığını anlatmaya çalışanın vay haline! Sahnelenen kapışma parodisinde en hararetli bir rol onun üstünde kalıyor. Seyredenler, tuttukları tarafa göre, ya “işte bunun gibi evetçiler yüzünden memleket elden gidiyor” ya da “bu hayırcılar yok mu ilerlememize taş koyuyorlar” yorumlarıyla tamamlıyor parodiyi.

Bu çatlak ve de marjinal provakatifleri hâl yoluna koymanın kolay bir yolunu bulmuşlar. İki tarafa da girmeyenlerin içini boşaltıp eğlencelerine meze yapıyorlar. “Bize iki fil daha gönderin” diyen Nasrettin, kumarbaz ve de dayakçı gaddar babanın uykularına giren aksakallıya dönüştürülüyor. Derslerinden başka bir şey düşünmeyen Şaban, yılışık bir budala olarak sunuluyor. Bununla yetinilmiyor, bir sınıfta geçen olaylar üzerinden hayatımızı sorgulayan bir hikaye filme alınıp da bütün suçu evlatlarına özen göstermeyen ailelerin üstüne yıkılıyor. İroniye bir ironi, çelişkiye bir çelişki daha ekleyerek, öğütüyor eleştirileri bu yol. Bir taşla binbir kuş!

Her ironi üstadı geçer bu çarklardan. Sinatra veya Bobby Darin’dan dinlemeye alışık olduğumuz Mack the Knife şarkısı da nasibini almıştır mesela. “Ben Bertolt Brecht” oyununda üç dilde dinledik şarkıyı. Kurt Weil şarkıyı, “Üç Kuruşluk Opera” için bestelemiştir. Oyun, dilenmek için bile rüşvet yedirmek gereken bir dünyada geçer. Şarkı, bir halk ozanının ağzından namlı kabadayı MacHeath’in soygun, cinayet, tecavüz gibi marifetlerini anlatır.

Bir halk ozanı olmaktan çok uzakta, yıldızların arasında gezen Sinatra’nın şarkıyı söylemesi yadırganabilir. Malumatfüruşlar, Al Capone’la olan ahbaplığının vesile olduğunu söyleyebilir belki.

Brecht, aldatmasız bir ayna olsun diye sahne ile seyirciyi ayıracak dekorlar, sahne araçları koyar. O yüzden, Sinatra ulaşılmaz ışıklar altında şarkıyı söylerken hayranları rahatsız etmesin diye sahne önünde fedailer olması kafanıza yatmayabilir.

“Kim daha büyük bir suçlu; bankayı soyan mı, kuran mı?” sorusu üstüne kurulmuş bir oyun Üç Kuruşluk Opera. Penceresiz binalarda florasan ışığı altında kazandıkları paracıkları Vegas’ın penceresiz ama cafcaflı kumarhanelerinde harcayanlara söylenince şarkı anlamını yitirir mi diye sorabilirsiniz.

Siz bunları sorarken televizyonda yine alevli bir tartışma oynuyor. Gür bir ses, “Bankaları yabancılara sattınız” diyerek dolduruyor odayı. “Halkımızı faiz zulmünden kurtardık” cevap veriyor. “Seksen yılın kazanımları eriyor, Malezyalılaşıyor muyuz yoksa?” bağırtılarına, “baskılar, rejimler devri sona erdi, özgürlükler artıyor büyüdükçe” çağırtıları karışıyor. En son “popülist… tepeden bakanlar…” diyorlardı, içim geçmiş.

Bilge Terzioğlu

www.dunyalilar.org

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu