Tarih

KAHRAMAN(LIĞ)IN “GEREKLİ”LİĞİ[*]

don kişot

“Dünün şurubunu iç, yarını göreceksin.”[1]

Bertolt Brecht’n, “Ne yazık o ülkeye ki kahramanlara ihtiyacı var!” sözü ‘Galileo Galilei’ başlıklı oyundaki repliktir ve hikâyesi de şudur:

Kiliseden gelen işkence tehditlerinin ardından Galilei korkar ve pişmanlık belgesini imzalar. Bu yüzden hocasına çok kızan öğrencisi Andrea, karşılaştıklarında hocasına şöyle der: “Ne yazık o ülkeye ki, kahramanları yoktur.” Galilei”nin ona yanıtı da, “Ne yazık o ülkeye ki, kahramanlara muhtaçtır.”

Bertolt Brecht’in kaleme aldığı bu diyalog, insan(lık) durumuna dairdir…

Ve kim ne derse desin, yerküre hâlâ kahramanlara muhtaçtır.

“İyi de kahraman(lık) nedir” mi?

Mesela Murray Bookchin deyişindeki üzere, “Tinsel arınma yerine, temel bir toplumsal değişimin sesi olmak…”

Mesela Can Yücel’in, “Sen kasırgalara dayanmışsın,/ rüzgârla mı yıkılacaksın!/ Başka çaren yok yüreğim,/ dosta düşmana karşı ayakta kalacaksın,” dizelerini ısrarla haykırmak…

Ya da Thiago de Mello, “Bu yasaya göre yasaklanmıştır/ özgürlük sözcüğünü kullanmak,/ ağzın aldatıcı pisliğinden ve sözcüklerden kaldırılacaktır./ Bu yasanın yürürlüğe girmesiyle/ birlikte diri ve saydam bir şey olacaktır özgürlük…/ Ateş gibi, ırmak gibi, bir buğday tanesi gibi/ ve insan yüreğine yerleşecektir,” dizelerindeki ütopyasının cüretiyle dünyaya meydan okumak, başkaldırmaktır…

* * * * *

Geronimo’dan Bobby Sands’a uzanan kahraman(lık)ın mutlaka tarihsel-toplumsal bir zemini vardır; yani kahraman(lık)lar durduk yere “gökten” inmez!

Örneğin Kuzey Amerikalı beyazların sömürgeci-soykırımcı zulmü olmasaydı Geronimo olur muydu?

Kuşaklar boyunca hem İspanyol, Kuzey Amerikalı Beyaz yerleşimcilere direnmek zorunda kalan Apaçiler’in önderi Geronimo (1829-1909) ya da yerli adıyla “Goyathlay/ Esneyen Adam”, beyaz Amerikalıların “en çok korktuğu ve en çok nefret ettiği” bir savaşçıydı. Yaptığı “yurdunu, halkını ve yaşam tarzını” savunmaktı…

Özgürce yaşamak uğruna, karısı ve çocukları ile halkı katledilen Geronimo’nun yaşadıkları bir tragedya değil midir?[2]

Veya kahraman(lık)larla trajedyalar Prometheus’tan beri hep yan yana durmazlar mı?

Tıpkı “Tarla Kuşu” Bobby Sands’ın öyküsündeki gibi…

Sands, 9 Mart 1954’te Kuzey İrlanda’da, Belfast’ın kuzeyindeki Newtownabbey bölgesinde dünyaya gelir. Çocukluğu boyunca kraliyet yanlısı Protestanların (loyalist) tehditleri dolayısıyla ailesiyle birlikte bir kaç kez ev değiştirmek zorunda kalırlar. 1969 yılında on beş yaşındayken okulu bırakarak tamirci çıraklığı yapmaya başlar, ne var ki bu işte de yalnız üç yıl çalışabilir, çünkü loyalistlerin silahlı tehditleri sonucu işinden ve kaldığı evden ayrılmak zorunda kalmıştır. 1972 yılında ailecek Belfast’a taşınırlar.

Sands, Belfast’a taşındıktan sonra IRA’ya (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) katılır; ancak kısa bir süre sonra yakalanır. Kaldığı evde dört tabanca bulunduğundan, çıkarıldığı mahkemece beş yıl hapse mahkûm edilir.

Hapishane yıllarını sürekli okuyarak geçiren Sands için İrlandalı yazar Danny Morrison şöyle diyor: “Bobby, cezaevi yıllarını yalnızca İrlanda’ya dair değil tüm dünya tarihine dair doymak bilmez okumalar yaparak geçirdi ve 1976 Martında cezaevinden, kendini Sosyalist İrlanda Cumhuriyeti’ne adamış bir radikal cumhuriyetçi olarak çıktı.”

Sands cezaevinden çıktıktan yaklaşık altı ay sonra IRA bir bombalı eylem gerçekleştirir ve eylem sonrasında RUC (Royal Ulster Constabulary, Kraliyet Kuzey İrlanda Polis Teşkilâtı) güçleriyle IRA arasında çatışma çıkar. Daha sonra çatışmada kullanıldığı iddia edilen silahlardan biri Sands’in bulunduğu arabada yakalanır. Sands tanımadığı İngiliz mahkemelerince on dört yıl hapis cezasına çarptırılır ve cezasının infazı için Long Kesh cezaevine gönderilir.

Sands 1980’e kadar devam eden tüm bu süreç boyunca Long Kesh Cezaevi H-Blokları’ndadır. 1980 yılında Sands, IRA’nın cezaevi sorumlusu olur. Aynı yılın ekim ayında işler iyice içinden çıkılmaz bir hâle geldiğinden, H-Blok tutsakları açlık grevine başlarlar. Thatcher hükümeti ilk başta geri adım atar, ancak açlık grevi sonlanınca tekrar baskılarını artırır. Bunun üzerine Sands 1 Mart 1981’de ölüm orucuna başlar.

Ölüm orucu sırasında Fermanagh ve Güney Tyrone bölgesinden İngiliz parlamentosuna milletvekili seçilir; ancak hükümet, halkın bu desteği karşısında tutsakların taleplerini görüşmek yerine, politik tutsakların milletvekili seçilmesini engellemenin yollarını aramaya başlar.

Sands, 5 Mayıs 1981’de, ölüm orucunun altmış altıncı gününde öldüğünde henüz yirmi yedi yaşındaydı. Onu, IRA’lılardan Francis Hughes, Raymond McCreesh, Joe McDonnell, Martin Hurson, Kieran Doherty, Thomas McElwee; INLA’lılardan (İrlanda Ulusal Kurtuluş Ordusu) Patsy O’Hara, Kevin Lynch ve Micky Devine takip etti. 1981 Ekiminde ölüm oruçları son buldu;[3] İrlanda’nın özgürlük mücadelesi için…

* * * * *

Kahraman(lık)ların trajedyalarla yan yanalığından söz etmiştik; ya zindanlarla iç içeliğini unutmak mümkün müdür?

Örneğin 2002’den beri ve çoğu tecritte olmak üzere, İsrail hapishanelerinde yatan Mervan Berguti…

Berguti, ilk kez 18 yaşında “terör örgütüne üye olma” suçundan hapse girdi. ‘El Fetih’in gençlik örgütü ‘Şabiba’yı kurmuştu. Hapiste, şimdi çok iyi konuştuğu İbranice’yi öğrenip üniversite eğitimine başladı. Hapisten çıkınca, Birzeit Üniversitesi öğrenci birliği başkanlığına seçildi.

Birinci İntifada’da ön planda yer aldı. İsrail ordusu aynı yıl Berguti’yi tutuklayıp Ürdün’e sınırdışı etti. Berguti Batı Şeria’ya yeniden, Oslo görüşmeleri sonrasında, 1994’te dönebildi. El Fetih’in Batı Şeria’da genel sekreteri oldu. Bu arada El Fetih’in gençler arasında daha popüler olan bir kolu, ‘Tanzim’in kurucuları arasında yer aldı. Dini referansları kullanmayan ‘Tanzim’in içinde İsrail ordusuna karşı ve İsrail içinde silahlı eylemler yapma taraflısı bir grup da vardı.

Ariel Şaron’un 2000’deki meşum provokasyonu sonrası başlayan İkinci İntifada’nın da yöneticilerinden olan Berguti, silahlı mücadelenin Filistin halkı üzerinde oluşan o büyük baskı ve aşağılamanın karşısında birincil değil ama destek yöntemi olduğunu savunuyordu.

2001’de bir suikastten sağ çıktı. 2002’de ise İsrail ordusu onu Ramallah’ta tutukladı. ‘Tanzim’in yaptığı iddia edilen sivillere yönelik suikast eyleminde ölen üç İsrailli sivil için beş kez müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Çıkarıldığı mahkemeyi gayrimeşru bulduğunu ilan ederek, savunma yapmayı reddetti. Mahkemeyi İsrail’in işgal politikasını ve yaptırımlarını teşhir etme kürsüsü olarak kullandı.[4]

Ancak her şeye karşın hâlâ mücadelenin içindedir…

Tıpkı “Çakal Carlos” lakaplı Ilich Ramirez Sanchez (Ilich) gibi…

Biliyorum, şu an hemen birisi “O terörist değil mi?” deyiverecek!

“Terör ne, terörist kim?” sorusu bu tür “ucuz yanıt(sızlık)lar” vermekten imtina ederek, gerçek teröristin şiddet örgütlenmesinden başka bir anlam taşımayan devlet olduğunu “es” geçmeden; söz konusu terör karşısında ezilenlerin direnme hakkının meşru olduğunu bir an dahi unutmamalı/ unutturmamalıyız…

Anımsanır ise 68’ler ruhunun ana ikonu tüm dünyada Che Guevara’yken; Ortadoğu ve Filistin için bir iki isim sayılacak olursa bunlardan biri hiç kuşkusuz Carlos olurdu.

70 ve 80’lerdeki silahlı eylemler nedeniyle Batı tarafından dünyanın en tehlikeli “terörist”lerinden biri ilan edilen, XX. yüzyılın en çok arananlar listesinin başında gelen Carlos’a (Ilich) ismi, bir Lenin hayranı olan babası Jose Altagracia Ramirez Navas tarafından verilmişti. Ve Güney Amerika ve Orta Doğu’da 70 ve 80’lerde kendisi de bir idole dönüşen Çakal Carlos’un idolü de, Che Guevara’ydı.

Tüm dünyada istihbarat servislerini 25 yıl boyunca peşinden koşturan Carlos 1994’te CIA, MOSSAD ve Fransa Gizli Servisi’nin gerçekleştirdiği yasadışı bir operasyonla -Sudan Hükümeti ile varılan anlaşma sonucunda- kaçırılarak Fransa’ya teslim edilmiştir. O tarihten beri Fransa’daki cezaevlerinde kötü koşullarda yatmaktadır.

O; en son çıkarıldığı mahkemede, “Ben uluslararası bir savaşçıyım. Kiminle konuştuğuna ve hareketlerine dikkat et (…)Sizler beni yargılama hakkına sahip değilsiniz. Fransız mahkemelerini tanımıyorum. Asıl ben sizi sömürdüğünüz, fakir bıraktığınız halklar adına yargılıyorum. Benim vatanım bütün yeryüzüdür. Kardeşlerim de ezilen, sömürülen bütün halklardır,”[5] diye haykırıyordu hâkimin suratına…

* * * * *

Carlos’un, mahkeme ve hâkimin suratına haykırdığı bu gerçeği yıllar önce yine Fransa’da Naziler’in suratına haykıran Adıyamanlı hemşehrimiz Ermeni Misak Manuşyan’dı…

O ve önderliğinde Nazilere karşı savaşan 23’ler, 21 Şubat 1944’te infaz edildi. Naziler onları kötülemek için hazırladı ‘Suç Ordusu’ afişleri; şimdi bir onur belgesidir. Afiş amacının tam aksine faşizme karşı mücadelenin sembolüne dönüşmüştür.

1 Eylül 1906’da Adıyaman’da doğan Manuşyan, dört kardeşin en küçüğüdür. Babasını soykırımda kaybeder. Kısa bir süre sonra annesi de kıtlık nedeniyle yaşamını yitirince Kürt bir aile tarafından evlat edinilir. 1915 soykırımından sağ kalan Ermeni çocukları bulmak üzere gelen yetkililer, Manuşyan ve ağabeyini Suriye’ye götürür. 19 yaşına kadar burada yaşar…

1925’te Marsilya’ya ayak basmadan hemen önce devrimin, özgürlüğün ve kültürün ülkesine dair umutlarını dile getirdiği uzunca bir şiir yazar, Manuşyan. Bir süre Marsilya’da kaldıktan sonra ağabeyi Garabed’le Paris’te bir otele yerleşirler. Otelin bulunduğu sokağın adı Vercingetorix Sokağı’dır.

Vercingetorix, MÖ 52 ila MÖ 46 yılları arasında Roma İmparatorluğu’na karşı yürüttüğü büyük mücadeleyle bilinir. Tıpkı Manuşyan’ın gelecekte yapacağı gibi Vercingetorix de işgale karşı savaşmıştır. Vercingetorix tarihteki ilk “gerilla” mücadelelerinden birinin komutanıdır aynı zamanda. Manuşyan o sokaktayken bunları düşünmüş müdür bilinmez; ama ikisinin de kendilerinden katbekat güçlü ve büyük bir orduya karşı başarılı bir mücadele yürüttüğünün altını çizmek gerekir.

21 Şubat 1944, Continental Oteli… Aylar süren işkence günlerinin ardından hızlı bir duruşma gerçekleştirilir. Ve karar açıklandıktan sonra af dileyip dilemedikleri sorulur. Tabii ki, bu FTP-MOI (Fransız Komünist Partisi’nin öncülüğünde kurulan FTPF’nin Francs-Tireurs et Partisans-Main d’Oeuvre Immigree adlı alt birimi. Göçmenler ve farklı uluslardan partizanlar yer alıyordu.) militanları hep bir ağızdan “Hayır” der. Aynı gün Valerien Tepesi’ne götürülür. Celestino Alfonso ve Manuşyan gözlerinin bağlanmasını kabul etmez.

“Güneşe ve güzelim tabiata” bakarak veda ederler yaşama…

3’ü hariç diğer hepsi Ermeni, İtalyan, İspanyol, Rumen, Macar ve Polonyalılardan oluşan bu ekibin tek kadın üyesi Olga Bancic ise 10 Mayıs 1944’de başı vurularak infaz edilir. Çünkü Fransız yasalarına göre, kadınların kurşuna dizilmesi yasaktır!

İnfazların ardından Naziler bir afiş hazırlatır. “Kızıl Afiş” olarak bilinen bu afişte Manuşyan ve yoldaşlarının fotoğrafları yer alır şu ibareyle birlikte: “Kurtarıcılar mı? İşte Caniler Ordusu’ndan (Suç Ordusu) kurtuluş!”

Afişte yapılan eylemlerin bilgilerine ve etnik kimliklere dikkat çekilir. Bütün bu eylemlerin arkasında yabancılar, dahası Yahudiler olduğu belirtilir. Ama bu “suç ordusu” afişi Nazilerin beklentilerinin aksi yönünde etki yaratır. İnsanlar afişin altına “Fransa için öldüler” yazar. Louis Aragon da buna ithafen “Kızıl Afiş” şiirinde şu dizeleri yazmıştır:

“Kimse size Fransız demez gibiydi/ İnsanlar gün boyu bakmadan geçip giderdi/ Ama karartma saatinde gezinen parmaklar/ Fotoğraflarınızın altına Fransa İçin Öldüler yazdılar/ Ve artık farklıydı kasvetli sabahlar.”[6]

Artık onlar insanlığın onurudur hâlâ ve her zaman!

* * * * *

10 Mayıs 1944’de başından vurularak katledilen Olga Bancic, hepimize 1919 Berlin’indeki Rosa Luxemburg’un anımsatmaz mı?

‘Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar’ metninde “Kitlelerin okul çocukları gibi yönlendirilemeyeceğini” yazan Rosa, sınıfın kendi politik eyleminden öğreneceğini savunarak, “Düzenli ve iyi disiplinli mücadele hayranlarının kuramına, plana ve şemaya, özellikle de ‘nasıl yapılması gerektiği’ni uzaktan her zaman bilenlere göre, Ocak 1905’teki siyasal genel grevin çok sayıda ekonomik mücadeleye dağılması, belki de eylemi ‘sakat’ bırakan ve bir ‘saman alevine dönüştüren ‘büyük bir hata’dır. (…) Ancak o ‘büyük hata’yı yapan tarih, çokbilmiş öğretmenlerin gözünden kaçan, kaçınılmaz ve sonuçları da hesaba kitaba gelmez olan devrim doğrultusunda devasa bir iş görmüştür,”[7] der.

“Rosa Luxemburg’un görüşüne göre, kitlenin kendiliğinden harekete geçmesi gerekir; böylece, partinin yazılı buyruğu olmaksızın, doğrudan kitle tarafından her aşamada yaratılan önderler öne çıkar ve sonra sahneden silinir. “Belki de ‘kendiliğindenlik’ budur!”[8]

Sosyalist demokrasiyi “Özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür” şeklinde tarif eden ona göre, tarihin karşımıza çıkardığı hiçbir durum, içine doğduğu tarihsel koşulları anlamadan yargılamaz. Çünkü her olgu, tarihseldir, bu anlamda belirli bir an ve koşulda geçerliliği olan geçicilik taşır.

Gündelik hayatın devrimcileştirilmense büyük önem atfeden Rosa için aslolan yığın atılımları ve kitle eylemleriyken; benzer özellikleri Vo Nguyen Giap’da da görürüz.

ABD ve Fransa’ya karşı kazanılan zaferlerin arkasındaki isim olarak bilinen, Vietnam savaşının efsanevi generali Giap, 4 Ekim 2013’de 102 yaşında hayatını kaybetti. Hanoi’de Giap’ın son yolculuğuna uğurlandığı kortejin uzunluğu 40 kilometreyi bulurken, Vietnam Komünist Partisi Başkanı Nguyen Phu Trong, “Giap sonsuza kadar Vietnamlıların kalbinde yaşayacaktır,” derken; ‘Yeni Şafak’taki haber bile “Güle Güle Komutan” diyeydi…

1954’te Dien Bien Phu savaşında Fransızlara karşı elde ettiği zaferle, bölgede Fransız sömürgeciliğinin de sonu getiren, ABD işgalinden kurtaran “Kızıl Napolyon” lakaplı Giap, XX. yüzyılın ve tarihin en önemli askeri dehalarından birisi olarak gösteriliyordu.

1938’de Ho Şi Min’in Komünist Partisi’ne katılan, Japon işgalinden önce Ho ile birlikte Çin’e geçen efsanevi general, Fransızlara karşı kazandığı zaferin ardından 1968’deki Tet saldırısının da mimarıydı. ABD kamuoyunda Amerikan askerlerini geri çekmeye yönelik kamuoyu baskısına neden olan saldırı, siyasi anlamda başarıya ulaşmıştı.

1911 doğumlu Giap, 1991’de emekli olana dek gerilla taktikleriyle kazandığı başarılar sayesinde dünya çapında üne kavuşmuştu. Aslen tarih öğretmeni ve gazeteci olan Giap, Ho Şi Minh hükümetinde içişleri bakanlığı ve savunma bakanlığı yapmış, 1976’da Vietnam Komünist Partisi’nin başına geçmişti. ABD’ye karşı savaşın başında küçük bir savunma birliği olan Vietnam Halk Ordusu’nu kısa sürede komünist müttefiklerinin yardımıyla ciddi bir askeri güce dönüştüren Başkomutan Giap, AFP’ye göre, “tarihin en büyük askeri stratejistlerinden biri” olarak görülüyordu.

Vietnam’da ABD güçlerine komuta eden General William Westmoreland ise Giap hakkında şunları söylemişti: “1969 başı itibariyle kendi ifadesine göre yarım milyon kadar asker kaybetmişti. İnsan hayatını böylesine hiçe sayan biri ciddi bir hasım olabilir ama askeri deha olamaz. Amerikalı bir komutan bu kadar adam kaybetse ancak birkaç hafta koltuğunda kalabilir.”

Vietnam savaşına katılan ABD’li Senatör John McCain’n, attığı tweette “Bir zamanlar bizim onurlu bir düşman olduğumuzu söyleyen askeri strateji dâhisi” olarak nitelediği General Giap, “… ‘Halk savaşı’ denince ilk akla gelen isimlerden biriydi. Akademik anlamda hiçbir askeri eğitim almamasına rağmen, önce Japonya’ya, ardından Fransa’ya ve en sonunda da Amerika’ya karşı halkının kurtuluş savaşında büyük bir stratejist olarak kendisini gösterdi. Yalnızca Vietnam halkının değil, döneminde Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki bütün halk savaşlarının ve gerilla mücadelesinin ışığı oldu. Halk savaşının teorisi üzerine yazdıkları, başta Mao Zedung ve Lin Piao olmak üzere Çin Devrimi’nin önderlerinin yazdıklarıyla birlikte ve kendi özgün pratiğinin deneyimleriyle zenginleştirilmiş değerli katkılar olarak kalacaktır.

XX. yüzyılın ikinci yarısının başlarından itibaren, eski tipte sömürgeciliğin son kaleleri de düşerken, emperyalizm ‘Yeni Sömürgecilik’ yöntemini keşfetmiş, buna karşılık üç kıtanın halkları da, ‘Halk Savaşı’ gibi, ABD’li uzmanların deyişiyle ‘Atom bombasından daha tehlikeli’ bir savaş yolu geliştirmişti. General Giap’ın deyişiyle bu ‘bütün halkın düşmana karşı savaşı’ demekti.”[9]

* * * * *

Nihayet “sivil itaatsizlik”in Mahatma Gandhi’si…

“Altın prangalar demir olanlarından çok daha kötüdür”…

“Dinya bi qasî ku pedivîyên her kesî bi cih tîne, lê ne bi qasî têra hêrsa her kesî/ Dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını sağlar, fakat herkesin hırsına yetecek kadarını değil”…

“Bizi yok edecekler şunlardır: İlkesiz siyaset; vicdanı sollayan eğlence; çalışmadan zenginlik; bilgili ama karaktersiz insanlar; ahlâktan yoksun bir iş dünyası; insan sevgisini alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı…”

“Mirovê ku şaşiyên xwe nabîne, gava ku beşek di jiyana xwe de xeletî bike, di beşa din de jî nikare rast tevbigere. Jiyan tevayîyek e/ Hatalarını göremeyen bir insan, yaşamının bir bölümünde yanlış yaparken, diğer bir bölümünde doğru davranamaz. Yaşam bir bütündür”…

“Sakın tohum atmayı hasat mevsimine bırakma; iki mevsimdeki gayretin de boşa gider,” diyen Gandhi, Arundhati Roy’un şiddetli eleştirilerine[10] maruz kalsa da, “sivil itaatsizlik”in önemli figürlerindendi; tıpkı “sivil direniş”in annesi olarak anılan Rosa Parks gibi…

Hatırlayın ABD’deki ‘Jim Crow’ kanunlarına göre otobüslerde oturma önceliği beyazlarındı; siyahiler ise ayakta bekliyordu. 1 Aralık 1955 günü Rosa Parks “Çok yorgunum” dedi ve yasaları çiğneyerek “oturdu”… Sonra binler peşinden gitti! Despot yasalar yerle yeksan oldu!

“Sivil İtaatsizlik” de kahraman(lık)lar yaratır…

Bu noktada “Bir Muhalefet Şekli Olarak Sivil İtaatsizlik: Nedir?”[11] sorusuna Abdullah Karatay’ın verdiği yanıtlar da şöyledir:

Bugün sivil itaatsizlik başlığı altında anılan muhalefet türleri kendi içinde ülkeden ülkeye ve dönemden döneme çok farklılıklar göstermektedir. Ancak bu kavramı ve kavramın işaret ettiği eylemleri ortaklaştıran bazı tanımlar da yapılmaktır. Örneğin John Rawls sivil itaatsizliği, “yasaların ya da hükümetin politikasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen (aleni), şiddete dayanmayan, vicdani, ancak yasal olmayan politik bir eylem” olarak tanımlıyor.[12]

José Bové ve Gilles Luneau de bu eylemlerle varılmak istenen iki amaç olduğunu belirtmektedir. Birincisi devlet iktidarı ya da politikadır. Politik iktidara seslenebilmek için bir devletin koyduğu kurallara karşı itaatsizlik gösterilir. İkinci amaç ise kamuoyunda taraftar aramak ve meşruiyet kazanmaktır. Toplumsal hareketin, kolektif tavrın büyümesi için kamuoyu itaatsizliğin meşrutiyetine ikna edilmeye çalışılır. Bu yöntem dolayısıyla toplumu başka türlü, barışçıl ve sivil yoldan inşa etmenin yoludur; kısaca sivil itaatsizlik bir hak talebidir.[13]

* * * * *

Nihayet Ayşe Hür’ün, “Maalesef Türkiye’yi yönetenler, Musa Anter’in değerini anlamadı. Ona kıyıcı davrandı. En sonunda alçakça bir Gladyo tuzağı ile öldürülmesi, bu kıyıcılığın zirvesini oluşturdu,”[14] diye betimlediği Apê Musa…

‘Apê’ Musa Anter, Kürtlerin sembol isimlerinden biriydi. (‘Ap’, Kürtçede, ‘amca’ demek. Sondaki ‘ê’ tamlama eki. Kürtler bu ifadeyi, saydıkları ve sevdikleri kişiler için kullanıyor.)

Anter, gazeteciydi, tarihçiydi, dengbejdi, bilgeydi.

1960’lardan itibaren kendisini yakından tanıyan Arslan Kılıç’a göre Musa Anter “Ender rastlanan renklilikte bir kişiliğe sahipti. Dost ve arkadaş canlısıydı. Sofrası gibi gönlü de genç-yaşlı, cahil-hâkim, Türk-Kürt herkese açıktı. Kıvrak zekâlı ve hazırcevaptı. En ciddi konuları bile, kıvrak zekâsının ürünü olan mizahının imbiğinden süzdüğü öykü ve masallarla süsleyerek anlatırdı. Bu tarz, kendisini ve meramını karşısındakine en kavratıcı şekilde iletmesini sağlıyordu.

Yine bu tarz onu, gazeteciliğin günlük fıkra yazarlığı dalında ilgiyle izlenen bir yazar olmasını sağlamıştı. Terbiyeli, ince ve zevk sahibi bir insandı. Ama yeri gelince, en okkalı küfürleri savurmaktan çekinmezdi. Ama bu durum onda hiçbir zaman bir çiğlik ve kabalık olarak görünmezdi. Toplam olarak bakıldığında Musa Anter, Türkiye’nin ihtiyacı olan bir aydındı. Türkiye’nin düşünce ve kültür hayatına, birikiminden, kültüründen ve yeteneklerinden çok şey katacak bir aydındı.

49’lardandı… İtaatsizdi… Kürt uyanışının önemli aktörlerindendi…

20 Eylül 1992’de de Diyarbakır’da JİTEM ajanları tarafından tuzağa düşürüldü ve kurşunlanarak öldürüldü. Katledildiğinde 74 yaşındaydı…

29 Aralık 2014 21:02:08, Ankara.

N O T L A R

[*] Newroz Yıl:8, No:264, 2 Mart 2015…

[1] Zerdüşt.

[2] Geçerken anımsatalım: “En iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir” demiş Amerika’nın yeni sakinleri. Yerlileri sürmüşler, katletmişler, lakin isimlerine dokunmamışlar. Amerika’da dağ, taş, tepe Kızılderili adları… Amerika tarihsizleştirerek tarihi unutturuyorlar. İsimlerin yeni anlamlarıyla geçmişi anlamsızlaştırıyorlar. Soykırıma uğratılan Cheerokee, otomobil markası. Beş millete bölünmüş Iroquis’ları XVI. yüzyılda tek devlette birleştiren Hiawatha, Boğaz’da seyreden ABD Başkonsolusu’nun teknesi, Irak işgali öncesi Mezopotamya’yı yerle bir eden füzelerinin adı Tomahawk. Apache, askerî helikopterleri. Beyazların Boston dediği Shawmut, bu günlerde banka.

Amerikalı paraşütçülerin düşman toprağına atlarken ‘Geronimo!’ diye haykırdıklarını da yazmayı unutmayalım. Sonra Pakistan’da yatak odasında vurulan Bin Ladin’i Apache savaşçısı Geronimo yaptılar… ABD Başkanı’nın, askerlerinin Bin Ladin’i vurma operasyonunu Beyaz Saray’da izlerkenki gerginliği, CIA şefinin açıklamalarına göre ‘Geronimo EKIA’ (Enemy killed in action-Düşman harekâtta öldürüldü) sözleriyle dağılmış. (Gündüz Vassaf, “Geronimo Pakistan’da”, Radikal, 8 Mayıs 2011, s.41.)

[3] “Bobby Sands: Şair ve Devrimci”, http://gundogusu.net/bobby-sands/zamanin-ritmi.html

[4] Ahmet İnsel, “Filistin’in Mandelası”, Radikal İki, 15 Aralık 2013, s.2.

[5] John Follain, Çakal Carlos’un Gizli Savaşları, Çev: Pelin Ünker, Karşı Yay., 2012.

[6] Selçuk Özbek, “Kimse Dokunamaz Suçsuzluğumuza”, Birgün, 21 Şubat 2014, s.20.

[7] Rosa Luxemburg, Rosa Luxemburg Kitabı-Seçme Yazılar, Çev: Tunç Tayanç, Dipnot Yay., 2013, s.271.

[8] Uğur Kökden, Tedirgin Zamanlar, YKY, 2013, s.15.

[9] Aydın Çubukçu, “Giap’ın Ardından”, Evrensel, 18 Ekim 2013… http://www.evrensel.net/haber/70213/giapin-ardindan.html#.Umjve3A72E1

[10] “Kahramanlarınızla Yüzleşin”, Taraf, 20 Temmuz 2014, s.12.

[11] Abdullah Karatay, “Kürtlerin Sivil Alan Siyaseti ve Sivil İtaatsizlik: Yeni Bir Karşılaşma”, Cogito, No:67, Yaz 2011, s.208-211.

[12] John Rawls, “Sivil İtaatsizliğin Tanımı ve Haklılığı”, Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, Hannah Arent vd. içinde, 2. baskı, Ayrıntı Yay., s.56.

[13] José Bové ve Gilles Luneau, Sivil İtaatsizliğe Çağrı Hannah, Arent vd. içinde, 2. baskı, Ayrıntı Yay., s.167-168.

[14] Ayşe Hür, “Öfkesiz Kürt: ‘Apê’ Musa Anter”, Radikal, 22 Eylül 2013, s.18-19.

Temel Demirer

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu