Arka Bahçemiz

Kötülüğün Şirinliği

Kötülüğün Şirinliği

Mazlumların sesi gürültücü yığınlar tarafından işitilir mi? İşitilse aldırış edenler olur mu? Dünyayı gürültüye boğan ve bunu eğlenceye dönüştüren hoyratlık, herkesi sağır etmiyor mu? Sesimizi, isyanımızı, insanlığımızı yutan bir ıssızlık, ıssızlığa mahkûm edilmedik mi?

yozlaşma

Issızlık, sağırlar evreninde beyhude yere bağırmak; ıssızlık mazlumların barınağı şu zalim çağımızda. Masumların ve mazlumların sesi duyulmasın diye yeryüzünü gürültüleriyle yaşanmaz kılanlar, depremlerin, tsunamilerin sesini bastırabilirler mi?

Şiddeti doğuran ve emziren ejderhalar, gürültüleri ve kükreyişleriyle mazlumları korkutmaya çabalıyor, tıpkı masallarda olduğu gibi. Ekonomizmin ve militarizmin hüküm sürdüğü bu dünya düzeninde şiddet, ekonomik bir realite olarak varlığını sürdürüyor. Çağımızdaki şiddet olgusu, vahşi kapitalizmin ürettiği kültürel bir argüman ve bir üst yapı kurumudur. Şiddetin kurumsallaştığını ve diğer kurumlar -medya, iktidar, din, aile- tarafından yönetildiğini(management) görüyoruz. 21. yüzyılda şiddetin, sermayenin ideolojik aygıtlarıyla güncellenen(update) ve yinelenen bir kurum olduğunun bilincine varmalıyız diyorum.

Hiç kuşkusuz, patriarkal geleneği ve yapıyı kullanan ve güçlendiren bir sınıf ve bir güç var karşımızda. Eril dilin desteklenmesi -buna ‘maço bir dil’ ya da ‘lümpen jargonu’ diyebiliriz-, bir üst yapı kurumu olan ‘dil’in, şiddetin ve vandalizmin tetikleyici rolünü üstlenmesini sağlıyor. Bir toplumun dil zenginliği, ayak takımının ayaklarının altında paspas olurken olan bitenlere göz yumuluyor. Kadınları ve erkekleri birbirine düşman etmeye çalışan ve tribünlerden keyifle izleyen günümüzün Romalı efendileri, halkı bir arenaya doldurup boğazlaşmalarını beklemekteler. Yırtıcı hayvanlarını ve cellâtlarını da insanların üzerine salıp eğleniyorlar.

Bakmayın siz popülist “tavşana kaç, tazıya tut” siyasetine, egemenler yurttaşların burnunun kanamasından bile sorumludurlar. Fırat’ın kıyısındaki koyunlardan, çakıl taşlarından bile sorumlu olduğu argümanını savunan bir devlet, zulmün, şiddetin ve haksızlıkların her birinden nasıl sorumlu olamaz?

“Geçmiş tüm kuşakların geleneği, yaşayanların hayatına bir kâbus gibi çöker” saptamasını dilde temellendiren Voloşinov’a göre dili de insanlar yapar; ama yine, canı istediği gibi değil, verili şartlar içinde yapar. İnsanlar dili kullanırken, dil de insanları kullanır ya da biçimlendirir.(1)

Martin Heidegger’in de ifade ettiği gibi “İnsan dili konuşmaz, dil insanı konuşur”.

İmdi, dil felsefecilerinin bir kısmı ‘dil’i bir var oluş, bir realite olarak ele alırlar. Olayların ve olguların var oluş sebeplerini dildeki karşılıklarına bağlarlar. Olumlu ya da olumsuz bir durumun dildeki karşılığı sürdükçe, o durumun var olacağını ve süre gideceğini savunurlar. “Sömürü, savaş, sınıflar, eşitsizlik, kötülük, işkence, şiddet, faşizm, vs” sözcükleri dilimizde yer aldığı sürece, bunlara karşılık gelen gerçekliğin yaşamımızda varlığını sürdüreceği tezini savunurlar. Wittgenstein’a göre “Sözcükler eylemlerdir de”.

Diğer tarafta bunun aksini savunanlar, “Gerçekliği olmayan bir durumun dilde bir karşılığı olamaz, onunla ilinti kuracak sözcüklere sahip olamayız” diyorlar. Örneğin, Eskimo dilinde “kar, buz, soğuk vb” sözcüklerinin çok farklı söylenişleri ve eş anlamlıları varken, Ekvator kuşağında yaşayanların dillerinde bu tür sözcüklere rastlanılmıyor.

Sosyal hayata dâhil edilmek ve ajite edilmek istenen bir durumu önce sözcüklerle, terimlerle var edip(kapkaç, taciz, cinsel saldırı vb) sokakta dolaşımına yol verdiğinizde, yığınların diline ve zihnine yerleştirdiğinizde, bu sözcüklerin bir süre sonra birer pratiğe dönüştüğünü, yaşamda karşılığını bulduğunu görürsünüz. Bir ürünün reklamını yaparcasına bir sözcüğü medya yoluyla yayarsanız, bir pazar yaratırsınız. Sağlıktan, spordan, beslenmeden bahsederseniz bununla ilgilenen bir kitleyi mutlaka yaratırsınız.

Pekâlâ, bu hakikatten yola çıkılarak bir toplumun ayarları nasıl bozulabilir?

Doyumsuz bir histeri toplumu yaratanlar, suçluların nicelik ve nitelik çıtasını yukarıya doğru taşımaktalar. Kant’a göre suç, doyum sağlamanın haksız bir yoludur, dolayısıyla ceza suçlunun borçlu olduğunu düşündüğümüz bir durum oluşundan onun cezalandırılması başkalarının doyumu olacaktır. “Foucault, suçun toplumsal bir anlaşmaya ve dolayısıyla toplumun tümüne karşı işlendiğini söyler-bu yüzden toplum “içerden vuran düşman” niteliğindeki suçlu üzerinde kesin söz sahibidir- ister asar, ister besler.”(2)

“Sosyal bilişsel kuram medyada yer alan şiddetin çocukların tutumlarını, düşüncelerini ve davranışlarını etkilediğini belirtmektedir. Şiddet içeren programları izleyen bireylerin bilişsel şemalarında düşmanca bir dünya temsil edilmektedir. Bilişsel senaryolarında saldırganlığa dayanan problem çözme stratejilerini benimseyenler, normatif inançlarına göre, saldırganlığı kabul edilebilir bir olgu olarak karşılayabilmektedirler. Bireyler arası ilişkilerin şiddet içeren şemalara, senaryolara ve inançlar sistemine dayandırıldığı bir ortamda sosyalleşen çocuklar, bu tür davranışları gözleyerek, taklit edebilmektedirler. Çevrelerinde aşırı şiddet gözlediklerinde, böyle bir dünya hakkındaki bilişsel şemaları öteki kişilerin davranışlarına saldırganca anlamlar yüklemelerine yol açabilmekte, bu da saldırganca davranma olasılığını arttırabilmektedir. Çocuğun kendi davranışları, normatif inançlarının gelişmesinde rol oynadığı gibi, medyada gözlediği etkileşim biçimleri de bu normatif inançlarını biçimlendirebilmektedir(Huesmann, ark., 2003; Ledingham, Ledingham ve Richardson, 1993). Şemalar zamanla tekrarlanarak bağlantıların gücünü arttırmaktadır. Bu sayede şemalar sürekli erişilebilir hale gelerek otomatikleşirler (Anderson ve Bushman, 2002). Dolayısıyla çocuk şiddet ile ilgili pek çok genellenmiş şemaya sahip olmakta ve saldırganlık ve şiddet davranışı sergilemektedir.”(3)

Davranışçılık(Bihevyorizm) ekolüne göre suçlular, bir takım öğrenme, güdülenme ve model alma süreçlerinin ürünü olduklarına göre, davranışları da bu bağlamda açıklanabilir. O halde egemenlerin kullandığı şiddet dilinin, suçluları güdülediğini ve azmettirdiğini söyleyebiliriz.

Bu ülkede 80 darbesinden evvel birçok “kötü kelime” kolayca sarf edilmez, bu sözleri çoluk çocuk bilmez, söylemek zorunda kalanlar da “Hâşâ huzurdan, Söz meclisten dışarı” ağızlarını besmelesiz açmazlardı. Cuntanın zulmünden dolayı “işkence, tecavüz, cinsel saldırı, sapık muameleler vb” türünden sözcükler gündelik yaşama ve dilimize bir salgın halinde girdi. Bir yanda gözaltındaki tutukluların hayatına tecavüz edilirken, diğer yanda lümpen bir kitle Tecavüzcü Coşkun filmlerini kahkahalar atarak ve şehvet duyarak izliyordu. 12 Eylül Sineması kötülüğü sıradanlaştıran, gülünçleştiren, kötülüğe hayranlık duyuran filmler yaptı. Berbat tipleri bir çizgi film karakteri gibi (Daltonlar, Gargamel vs.) sempatikleştirmeyi başardılar. Ahu Tuğba ve Banu Alkan’ları tecavüze müstahak yosmalar olarak gösterdiler. Taciz, tecavüz, vb sözcükleri, yetişmekte olan kuşağın diline pelesenk etmeyi ve bunları bir espri malzemesi yapmayı başardılar.

90’lı yıllara geldiğimizde Show TV adlı bir kanalda, sinemaya gitmeyen kahvelerde aylaklık eden bir kitleye, ev kadınlarına ve çoluk çocuğa bahse konu filmlerin her birini defalarca tekrarlayarak izlettirdiler. Örneğin taciz sözcüğünü işitmemiş milyonlarca insan vardı, Güneydoğu’da karakollara yapılan ‘taciz atışları’nı duymuştuk haberlerde. Bugün futboldan bahsedercesine taciz sözcüğü kolayca sarf ediliyorsa, iblisler başarıya ulaşmışlar demektir. Sorunun daha vahim yanı, din adına ahlaki panik yaratmaya çabalayanların, tecavüz konulu vaazlar, hutbeler, demeçler verenlerin, toplumu bu bataklıkta boğmada kararlı olmalarıdır.

“Medyanın ahlaki panik olaylarının fikir babaları ve faydalanıcıları olduğu tartışmasızdır. Çünkü yarattıkları sansasyon, gazetelerinin satılmasını sağlamakta, okuyucuları eğlendirmekte ve hikâye geliştikçe yeni haberler ve yorumlar üretmekte, sözcüler taraf tutmakta ve sapkın fenomenler gelişmektedir.”(4)

“Ramazanda tecavüze uğrayanın orucu bozulmaz” gibi kendi çaplarında hadisler üretenlerin, peygamberliğe soyunanların, kötülüğü sıradanlaştıran, normalleştirenlerin, nereden maaş aldıklarını, soylarını soplarını ve fabrika ayarlarını biliyoruz. Bulvar basını ile din tüccarı basının porno lügatinde birbirleriyle yarıştığını, bu vaazları verenlerin, yazanların da birer tecavüzcü ve sübyancı olduklarını görüyoruz. İstisnasız her cins-i latifi tecavüz edilmeye müsait görenlerin budalalığı, 16.ve 17. yüzyıllarda Avrupa’daki cadı avı çılgınlığına benzeyen yobazlık örneklerindendir.

Futbol tezahüratlarının agresifliği ve cinsel fantezilerle dolu içeriğinin ciddi bir rahatsızlık vermediğini, bu lisan ve üslubun normalleştiğini, Konfüçyüs’ün deyimiyle “Dili bozulmuş bir toplumun bozulacak başka bir şeyi kalmadığını” görüyoruz. Yozlaşma ve çürüme gürültücü yığınların hücrelerine, moleküllerine kadar sirayet etmiş olduğundan korkak ve saldırgandırlar. Uygarlığa bir katkıları yoktur, yaratıcılığa karşı kindar, Ortaçağ garabetleri kadar insanlığa ait her şeyin düşmanıdırlar. Gürültücü yığınların dili; nefretin ve şiddetin dili, tecavüzcülerin ruhudur.

Hüseyin Kaplan
hkaplan35@gmail.com

Dipnotlar
(1) V. N. Voloşinov, Marksizm ve Dil Felsefesi, Ayrıntı Yayınları.
(2) Cem Akaş, ‘Marjinal Suç, Sanal Ceza’ Cogito dergisi, Kirlenen Çağ, sayı 2, 1994.
(3) Dr. Raşit AVCI, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, “Ebeveynler Arası Çatışma, Akran ve Medya Etkileri ile Ergenlerdeki Şiddet Davranışı Arasındaki İlişkiler: Şiddete Yönelik Tutumların Aracı Rolü” başlıklı çalışmadan. 2013.

(4) Sevil Yıldız – Haluk Hadi Sümer, Medya ve Ahlaki Panik, Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi, Sayı 3, Ocak 2010

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu