Arka Bahçemiz

Mandela’nın Sosyalist Başarısızlığı

Mandela’nın sosyalist başarısızlığı,  SLAVOJ ZIZEK

THE STONE – December 6, 2013, 2:15 pm

Hayatının son 20 yılında Nelson Mandela, bir ülkeyi sömürgeci boyunduruktan özgürleştirirken diktatörlük gücün cazibesine ve anti-kapitalist duruşa boyun eğmemenin örneği olarak tanındı. Kısacası Mandela, Mugabe değildi.

Güney Afrika, özgür basını ve global pazara iyi uyum sağlamış hareketli ekonomisiyle aceleci sosyalist deneylere bağışıklığı olan, çok partili demokrasi olarak kaldı. Şimdi, onun ölümüyle, aziz bilge kişi itibarı sonsuza kadar onaylanmış oldu: Hakkında Hollywood filmleri var – kendisini başka bir filmde de tanrı rolünü oynamış olan Morgan Freeman canlandırdı; rock starlar ve dini liderler, sporcular ve Bill Clinton’dan Fidel Castro’ya kadar politikacılar, hepsi onun kutsanmasında birleştiler.

Ancak, bütün hikaye bu mudur? Bu şenlikli bakışta 2 anahtar gerçek silik kalıyor. Güney Afrika’da, yoksul çoğunluğun sefil hayatı ırkçılık zamanındakiyle aynı kalmış ve politik ve sivil haklardaki yükseliş, şiddet, suç ve güvensizliğin artmasıyla denkleşmiştir. Esas değişim, eski beyaz yönetici sınıfa yeni siyah elitlerin katılması olmuştur. İkinci olarak insanlar, eski Afrika Ulusal Kongresinin yalnızca ırk ayrımına son verme değil, aynı zamanda daha fazla sosyal adalet, hatta bir tür sosyalizm sözü verdiğini hatırlıyorlar. Bu çok daha radikal, Afrika Ulusal Kongresi geçmişi yavaş yavaş hafızalarımızdan siliniyor. Yoksul, siyah Güney Afrikalılar arasında öfkenin büyümesi boşuna değil.

Güney Afrika bu bakımdan çağdaş solun tekrarlayan hikayesinin bir başka çeşididir.

Bir lider veya parti ‘yeni dünya’ sözü vererek evrensel bir coşkuyla seçilir,  ancak eninde sonunda, anahtar açmaza takılırlar: Kapitalist mekanizmalara dokunmaya cesaret edilecek mi yoksa ‘oyunu oynamaya’ karar mı verilecek?

Eğer birisi bu mekanizmaları rahatsız ederse, o kişi pazar huzursuzlukları, ekonomik kaos ve benzerleriyle süratlice cezalandırılacaktır. Bu yüzdendir ki, ırk ayrımının sona ermesinden sonra sosyalist görüşü terk etmekle Mandela’yı eleştirmek fazla kolaycılıktır: gerçekten başka bir şansı var mıydı? Sosyalizme doğru bir hareket gerçek bir seçim miydi?

Ayn Rand ile alay etmek kolay, fakat Atlas Vazgeçti (silkindi) romanındaki, ünlü ‘paraya ilahi’de bir nebze de olsa doğruluk payı vardır: ‘‘Paranın bütün iyiliğin kökeni olduğunu anlayana kadar veya anlamadıkça, kendi yıkımını çağırırsın. Paranın, insanların birbirinin hakkından gelmesinin yöntemi olmasına son verildiğinde, insanlar diğer insanlara alet olur. Kan, kamçı ve silahlar veya dolarlar.

Seçimini yap – başka yolu yok.’’ Marx da o çok iyi bilinen formülünde, mallar aleminde, ‘insanlararası ilişkiler eşyalararası ilişkiler kılıfına bürünür’ gibi buna benzer birşey dememiş midir?

Pazar ekonomisinde insanlararası ilişkiler, karşılıklı tanınan özgürlük ve eşitlik ilişkileri gibi görünebilir. Hakimiyet artık doğrudan harekete geçirilmez ve öyle de görülmez. Problem olan, Rand’ın altta yatan önermesidir: tek seçenek hükmetmekle istismar etmek arasındaki ilişkinin doğrudan veya dolaylı olmasıdır, diğer bütün alternatifler de ütopik sayılarak atılır. Ancak kişi yine de, başka türlü saçmalık derecesinde ideolojik olacak bu iddianın içindeki gerçeklik anını da aklında tutmalıdır.

Devlet sosyalizminin en büyük dersi etkin bir şekilde şudur ki; üretim sürecinde sağlam sosyal düzenlemeler olmadan, özel mülkiyet ve pazar endeksli kurun doğrudan yürürlükten kaldırılması, esaret ve hükmetme ilişkisini ister istemez hortlatır. Eğer pazarı (Pazar sömürüsü dahil), yerine düzgün bir Komünist üretim ve ticaret organizasyonu koymadan öylece ortadan kaldırırsak, hükmetme büyük bir intikamla döner ve onunla beraber doğrudan sömürü de.

Genel kural şudur ki, baskıcı yarı-demokratik bir rejime karşı ayaklanma başladığında, 2011’de Orta Doğuda olduğu gibi, kalabalıkları memnun edecek sloganlarla – demokrasi için, yozlaşmaya karşı, gibi – büyük kalabalıkları harekete geçirmek kolaydır. Fakat sonra, yavaş yavaş daha zor seçimlere yaklaşırız: ayaklanmamız doğrudan hedefine ulaştığı zaman, bizi gerçekten rahatsız eden şey (özgürlüğümüzün olmayışı, aşağılanma, sosyal yozlaşma, düzgün bir hayat sürme beklentisi olmayışı) yeni bir kılıfa bürünür. Yönetimdeki ideoloji bizim bu radikal sonuca varmamamız için elindeki tüm silahları ortaya sürer. Bizlere, demokratik özgürlüğün kendi sorumluluklarını getirdiğini, bunun da bir bedeli olduğunu, eğer demokrasiden çok fazla şey bekliyorsak yeterince olgun olmadığımızı anlatmaya başlarlar. Bu şekilde, kendi başarısızlığımız için bizi suçlarlar.

Bize denir ki, özgür bir toplumda hepimiz kendi yaşamlarımıza yatırım yapan, başarmak istiyorsak eğlence yerine eğitime daha fazla yatırmaya karar veren kapitalistleriz.

Daha doğrudan politik bir düzeyde, Amerika dış politikası, popüler bir ayaklanmanın nasıl daha kabul edilebilir parlementer-kapitalist sabitlere yönlendirilebileceği üzerine detaylı stratejiler geliştirmiştir – ırkçı rejimin devrilmesinden sonra Güney Afrika’da, Marcos’un devrilmesinden sonra Filipinler’de, Suharto’nun düşüşünden sonra Endonezya’da ve başka yerlerde yaptıkları gibi. Bu hassas konjonktürde radikal özgürlükçü politikalar en büyük meydan okumasıyla yüzleşir: o ilk coşkulu evre bittikten sonra işleri nasıl daha öteye götürmeli, totaliter cazibenin felaketine boyun eğmeden bir sonraki adımı nasıl atmalı – kısacası Mugabe’ye dönüşmeden Mandela’dan öteye nasıl geçmeli.

Mandela’nın mirasına sadık kalmak istiyorsak, bayramlık timsah gözyaşlarımızı unutup, onun önderliğinin harekete geçirdiği tutulmamış sözlere odaklanmalıyız. Onun şüphesiz ahlaki ve politik büyüklüğüne dayanarak güvenle tahmin edebiliriz ki, hayatının sonunda sert, yaşlı bir adam olarak o da, farkındaydı ki politik zaferi ve evrensel bir kahramana yüceltilmesi acı bir yenilginin maskesiydi. Onun evrensel şöhreti de global güç düzenine aslında rahatsızlık vermediğine işaret eder.

Çeviri: Meltem KARABAYIR

Dünyalılar

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu