Güncel

Mültecinin Gezi’si: Zamanlama manidâr

Mültecinin Gezi’si: Zamanlama manidâr

edirne-multeci-yuruyusu

Ekranlarda, gazetelerde ve sosyal medyada bir anda görünmeye başladılar. Yüzlerce Suriyeli aile Esenler Otogarı’nda, TEM kıyısında, Edirne’de bir parkta ve yine Edirne Otogarı’nda, Yunanistan’a geçmelerine izin verilmesini beklemeye koyulmuşlardı. Türkiye, çıkış kapısını açmadığı gibi yolculuğa başladıkları yere dönmeleri için gereken araçları da kısıtlamıştı. Türkiye’nin “misafir” etmek suretiyle hukuki kişiliklerini askıya aldığı bu insanlara ne zaman, ne yaptığına şaşırmayı bıraktık ne yazık ki. Suriyelilerin bir anda kalkıp Edirne otobüslerine binerek ve İçişleri Bakanlığı otobüslere alınmalarını yasakladığında gerekirse yürüyerek Avrupa sınırını aşma kararlılığı göstermelerine anlam vermek ise o kadar kolay değildi.

17 Eylül akşamı, Neşe Özgen’in “Edirne’de ulaşım hakları engellenen Suriyeli mültecilerle konuşmaya, durumu anlamaya gidiyorum, gelmek isteyenlere duyurulur” çağrısına icabet ederek, Politis’ten Evangelos Areteios’la birlikte yola koyulduk. Gece yarısı vardığımız Edirne Otogarı’nda yaklaşık 700 kişi konaklıyordu. Otogarın çevresi polis tarafından kuşatılmıştı. Sonra buradaki grubun yalnızca Suriyelilerden ibaret olmadığını, Iraklı, Afganistanlı başka mültecilerin de yol üzerinde kendilerine katıldıklarını ya da sonradan duyarak bir şekilde buraya geldiklerini öğrendik. Aklımıza gelen ilk soru şuydu: “Neden şimdi?”

Otogardaki insanlarla konuştukça bu soru daha da önemli olmaya başladı. Çünkü bir çoğu yıllardır buradaydı. Türkçe öğrenmişlerdi. İyi-kötü yerleşmişlerdi bir yerlere. Ama bir anda Türkiye’de yeni de olsa geliştirdikleri ilişkileri geride bırakıp yola çıkmaya karar vermişlerdi. “Neden şimdi?” Mesela, bir ya da altı ay önce değil de neden şimdi?

Konuştuğumuz insanlara kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini sorduğumuzda aldığımız cevaplar da bu yolculukta bir başkalık olduğunu koyuyordu ortaya. Çoğu üniversite öğrencisi ya da mezunu gençler ve meslek sahibi insanlar… Hemen hepsi Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde akrabaları olduğundan söz ediyorlar. Neden Avrupa’ya gitmek istedikleri sorusuna kısmen ortak bir cevap veriyorlar: “Türkiye’ye bizi misafir ettiği için teşekkür ederiz. Ama biz önüne konulanı yiyerek hayatını sürdüren insanlar olmak istemiyoruz. Çalışmak, çocuklarımıza bir gelecek hazırlamak için Avrupa’ya gidiyoruz.”

Türkiye’de bulunan kayıt altına alınabilmiş Suriyelilere, “misafir” kavramını iyiden iyiye ve olabilecek en kötü yöntemle politikleştiren, konuğu ev sahibinin rehinesine dönüştüren bir kimlik kartı veriliyor. Bu kartla çocuklarını okula gönderebiliyorlar. Sağlık sorunlarının teşhisi bir süre öncesine kadar ücretsizdi. Ancak artık bunun için 30 lira ücret ödemek zorundalar. İlaç almaları gerektiğinde ise devlet sağlık piyasası ile aralarından çekiliyor. Eğitimleri savaş nedeniyle yarıda kalmış öğrencilere sunulan imkânlar son derece sınırlı. Dolayısıyla Suriyeliler misafir oldukları Türkiye’de zorlu bir bugün ve olmayan bir geleceğe talim etmek zorundalar. Bütün bunların, hatta yalnızca bir kısmının farkında olmak Suriyelilerin neden Türkiye’de kalmak istemediklerini anlamaya yeter. Fakat “neden şimdi?” sorusunun cevabı yok henüz.

Mersin’de 3 yıldır yaşayan Suriyeli bir avukat, “Buraya geldiğimde 40 bin dolarım vardı, şimdi cebimde 500 liram var. Türkiye çok pahalı. Burada çocuklarımı yaşatabilecek kaynağım yok, mesleğim de işe yaramıyor” diyor örneğin. İstanbul’da tekstil atölyelerinde çalışan bir Halepli genç Türkiye deneyimini, “Burada iş var, hayat yok” diye özetliyor. Çünkü eline geçen parayla ev tutması da, karnını doyurması da mümkün değil. Suriye’de liseyi 10’uncu sınıfta bırakıp gelmiş, dersleri iyiymiş, üniversite okumak istiyor. Ama Türkiye’de bu olanağa sahip olamayacağından emin. Diyorum ki, “Sana bir yurtta oda verilse, cebine az da olsa harçlık konulsa, bir okula yerleştirilsen gene de gider misin?” “Yok, niye gideyim” diyor. Eğer Edirne’den Yunanistan’a geçmesine izin verilmezse deniz yolunu deneyeceğini söylüyor. Sonundaki ölüm tehlikesini görüyor elbette, “yok, ille gideceğim, ille, ille” diye tekrar ediyor. Bu “ille”nin sayıp döktüğü olanaksızlıklardan çok daha geniş bir anlamı olduğunu biliyorum ama sohbeti uzatıp Türkiye’den şikâyetlerini sorduğumda diplomatik davranıyor: “Türkiye’ye minnettarız, ama artık gitmemiz gerekiyor. Sonsuza kadar misafir olarak yaşayamayız. Kimse kimseyi sonsuza kadar misafir etmez.”

Kendi aramızda konuşurken, “Acaba bir şey mi duydular? Neden şimdi?” diye tahminlerde bulunup sohbete devam ediyoruz Suriyelilerle. Aklıma Türkiye sahiline ancak cansız bedeni ulaşabilen Alan Kurdi’nin fotoğraflarının yayınlanmasından sonra Avrupalı siyasilerin verdikleri umut verici mesajlar geliyor. Acaba bu açıklamalarda bir umut ışığı mı gördüler?

“Evet” diyor konuştuğumuz bir başka genç, “Avrupa kapılarını açacağını söyledi. Almanya 400 bin mülteci kabul edecek. Türkiye bizi bıraksın yeter.” Fakat, bu cevap “bize izin vermeyecekler” diye tekrarlayan deneyimli “misafir”lerin karamsarlığına takılıyor. Bu defa diyoruz ki, “acaba Türkiye’de de işlerin karıştığına dair bir içgüdü mü getirdi onları buraya?” Suriye’de güzel sanatlar okuyarak heykeltraş olmuş bir başka genç şüpheye düşüyor bu soru kulağına çalınınca. Mesafeli bir sesle, “Siz kimsiniz, neden soruyorsunuz bu soruları?” diye çıkışıyor. Şüphesi kısmen dağıldıktan sonra diyor ki, “Ben Türkiye’yi terketmek istemiyorum, çünkü savaş biter bitmez Suriye’ye dönmekten başka bir hedefim yok. Türkiye’de kalmayı Suriye’ye yakın olduğu için istiyorum. Ancak burada kalarak hiçbir şey olamam. Emeğimin karşılığını alamıyorum, geleceğimi göremiyorum. Ben de, buradaki herkes de onurlu ve insan gibi bir hayat istiyorum. Başka da bir derdim yok.” Yalnızca ailesini Mardin’de bırakıp gelmiş 18’inde bir delikanlı, “Burada da herkes birbirine girdi” diye kısacık bir karşılıkla bu ihtimalin gelecek endişesine yön veren etkenlerden biri olduğunu düşündürüyor. Ama yalnızca biri ve “neden şimdi?” sorusuna bir cevap da sayılamaz.

Başlangıçtan itibaren birbirlerini bir Facebook sayfası aracılığıyla bulduklarını anlatıyorlar. Ama ciddiye almıyorum bu bilgiyi. Çünkü bu denli zor koşullar içinde yaşayan insanların Facebook üzerinde tanışıp birbirlerine güvenerek bu riskli yolculuğa çıkabilecekleri fikri ikna edici gelmiyor. Biri onları buluşturan facebook sayfasını Arap harfleriyle yazıyor deftere. Bir kenara bırakıyoruz bu bilgiyi şimdilik.

Sonra Edirne’nin merkezindeki bir parkta konaklayan bir başka Suriyeli grubu ziyaret ediyoruz. Benzer bir profil var burada da. Çoğunluğu genç insanlar. Türkçe, İngilizce ve hatta kimileri Yunanca biliyor. Buradaki insanları gördüğümüzde aslında Otogar’daki kalabalığın da gayet örgütlü olduğunun farkına varıyoruz. Çadırlar, battaniyeler düzgün dağılmış meydana. Herkes birbirini tanıyor gibi. Aşina olduğum bir hava var parkta. Suriye’de İngiliz Edebiyatı okuyan genç bir arkadaş bu yolculuğa katılanların kayıtlarını aldıklarını söylüyor. Ne yiyecek, ne giyecek yardımı kabul ediyorlar. Yalnızca geceleri beklemedikleri şekilde soğuyan Edirne havasına uyum sağlamak için fazladan battaniyeye ihtiyaçları olmuş. O da ulaşmış hemen. Artık battaniyeye de, çadıra da ihtiyaçları kalmamış. “Kimseden yardım istemiyoruz, biz gitmek istiyoruz” diye tekrarlıyor bu arkadaş da. Yardım istememe meselesine kafam takılıyor. O anda aslında gece boyunca bu cümleyi ne kadar sık duyduğumu düşünüyorum. “Yardım istemiyoruz”, “yiyecek istemiyoruz”, “gelecek istiyoruz.”

Dönüyoruz İstanbul’a sabah. Defter kenarına yazılan Facebook sayfasını buluyorum. Bu yürüyüşün menzile varmak için değil, mültecilerin gelecek ve hukuki statü arayışıyla kaçakçıların ellerine bizatihi Türkiye ve Avrupa hükümetleri tarafından düşürüldüğüne dikkat çekmek için yapılan bir protesto olduğunun ayırdına varıyorum nihayet. “Crossing no more”, “sadece geçmek istiyoruz”” sloganıyla yola çıkılmış (sayfanın İngilizce adı da bu). Kimse boğulmasın artık diye. Kendi halini, tanımadığı insanların geleceğine iliştiren bir siyasal duruşla geliştirmiş insanlar bu yürüyüş hareketini. “Artık yeter” demek için. Başkaları ölmesin diye, bu şiddetli insanlık hali sona erdirilsin diye. Sınırı aşmış sabırlarıyla dayanmışlar Avrupa sınırına. Birbirlerinin geleceğine ve haysiyetine sahip çıkmak için şimdilerini riske atıyorlar. İşte bu hal gayet tanıdık.

“Crossing no more” hashtag’iyle atılan ilk mesaj 1 Eylül tarihli: Alan Kurdi’nin ölümünden yalnızca bir gün önce. Binlerce insan Akdeniz sularında boğulurken görebildikleri, medeni dünyanın kibirli vurdumduymazlığı ile vicdan rahatlatmaktan başka işe yaramayan merhamet söyleminden ve eyleminden ibaret. Kendi kaderlerini belirlemeye, onlara reva görülene razı olmamaya karar vermişler. Avrupa sınırına doğru bu yürüyüşün derdi hesap sormaktan çok ayna tutmak. Kimseye sitem etmeyen, geçmişi şikâyetle anmayan ancak büyük bir kararlılıkla gelecek talep eden bu dilin yapısı derinlikli bir siyasal olgunlaşmanın habercisi.

Gerek Edirne Otogarı’nda gerekse parkta Türkiyeli devlet memurları yapılan tüm sohbetleri dinlemeye gayret ediyorlar. Bunu yapmadıkları zamanlarda da “misafir”leri bu karman çorman, cimri mi cimri kibir evinde daha fazla kalmaya ikna etmeye uğraşıyorlar. Fakat bu gönülsüz gönül alma çabası Suriyelileri ikna edebilecek içtenlikten çok uzak. Türkiye’nin Suriyeli “misafir”leri karşısında takındığı tavrın en büyük sorunu, en hafif tabirle inandırıcılıktan uzak olması.

Defalarca ve her fırsatta tekrarladıkları gibi, Edirne’de ve Yunanistan yolunda kurulan zoraki duraklarda tutulan Suriyeli “misafir”ler yemek, giyecek ve battaniye istemiyorlar. İnsan gibi yaşamaya devam edebilecekleri bir gelecek talep ediyorlar. Etrafında buluşulabilecek daha esaslı bir “talep” bilen beri gelsin. Onları yiyecek, giyecek ve merhamete boğmadan bu talepte ortaklaşabilecek herkesi yanlarına bekliyorlar. Bu bekleyiş, dünyanın her yerinde karşılık bulabilecek bir siyasal kararlılığın ve umudun nüvelerini taşıyor.

Ayşe Çavdar (aysecavdar@gmail.com)

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu