Arka Bahçemiz

Namus

Mallar dünyası üç parçadan oluşuyordu. Maddeler, hayvanlar, insanlar. Bu sonuncuların içinde dişinin özel bir konumu vardı.

İlkel insanda namus kavramı yoktu. Servet ya da mallar dünyasında yaşamıyordu o. Dalından koparılan yemiş, avlanan bizon, içilen su servet değildi. Mal ve mallaşma sözkonusu değildi. Parlayan güneşin altında, güneş kadar saf, dayatıcı bir yaşam vardı. Kadın erkeğin, erkek kadının, çocuklar döl erbablarının malı değildi. Arzular, hazlar, bakışlar prangasızdı. Çiftleşme özgürlüğünün sınırı göğün kıyısını aşıyordu.

Bayan Mogo ayışığında bay Togo’yla, gün ışığında Sogo’yla, fırtınada Hogo’yla cinsel hazzın zirvesine oturuyordu. Mal ve namus, göğün sidre katından toprağın bekaretine henüz inmemişti. Malsızlar ve namussuzlar, malsızlık ve namussuzluk çağının tadını çıkarıyordu. Felsefe suların ışıltısında uyuyordu.

Ne olduysa o günden sonra oldu. Komünal çabanın, komünal sofraya getirdiği nimetler fazlalaştı. Sofranın yanında bir nimet fazlalığı ortaya çıktı. Fazlalık eşitliğin altın ilkesini kurt gibi parçaladı. Toplumun bir bölümü kurtlaşırken diğer bölümü koyunlaştı. Kurtlar sofrasının artığından koyunlar sofrası kuruldu. Mal ve namus çağı başlamıştı. İnsanın, insanı ve doğayı parselleme uygarlığıydı bu. Toprak ve hayvanlar şaşkınlık içindeydi. Mülkiyet ve şehvet hırsının büyük paylaşım anaforu her şeyi yutuyordu. Tuncu yaratan insan, özgürlüğünü onun bukağısında bulmuştu. Ya yok olacak ya da mallaşarak servetin bir parçası haline gelecekti.

Mallar dünyası üç parçadan oluşuyordu. Maddeler, hayvanlar, insanlar. Bu sonuncuların içinde dişinin özel bir konumu vardı, ve kudretin sağ yanında oturan servet sahibi, bu özel konumundan dolayı ona namus adını verdi. Namus denilen eşsiz hazine büyülü bir sıcaklığa sahipti. Haz ve üreme kaynağıydı. Servet sahibinin serveti, bu kaynaktan çıkacak zürriyet sayesinde başka kurtlara yem olmadan sürekliliğini koruyacaktı. O mallar dünyasında Hz. Süleyman’ın yüzüğündeki lal’den daha değerliydi, kutsal ve dokunulmazdı. Tüm mallar değiş – tokuş ya da takas arenasına, pazara çıkabilecekti. Ama namus haline gelmiş bir malın bu arenadan uzak olması gerekiyordu. Namusun mutlak sahibi tekti. Başka bir unsurun bu haz kaynağından haz içmesi, zehir içmesiyle eş anlamlıydı. Yabancı unsurların bu kıyamet merkezine yaklaşmasını engellemek için namusun açık ilanı şarttı. Önce namus sahibi, hançeresini yırtarcasına, “duyduk duymadık demeyin şu gördüğünüz namus bana aittir” diye bağırdı. Bununla kalmadı, yaşadığı çevrenin insanlarını, adına düğün denilen yemekli ve müzikli bir şölene davet etti. Düğünün tellalları namusun bir ömür boyu sahibine ait ve bağlı olacağının temennilerini terennüm ettiler. Din ve düzen kendi cüsselerine layık bir tarzda bağırarak namusa mühürlerini bastılar. Mühürde “bu mal kutsal sahiplik statüsüne girmiştir. Dokunulmazlığın mihrabına oturmuş mübarek namustur” ibaresi yer alıyordu. Kurdelası kesilerek açılışı yapılan namus binasının kapısına iki güvenilir nöbetçinin yerleştirilmesi gerekiyordu. Birinci nöbetçi sahibi ikincisi ise düzen oldu. Kaçak girişleri ancak bunlar önleyebilirdi.

Gerek köleci dönemde, gerekse Ortaçağ’da köle sahiplerinin ve senyörlerin köleler, serfler üzerinde geniş tasarruf hakları vardı. Onları diledikleri gibi kullanabilir, satabilirlerdi. Kölenin namusu, köle sahibi tarafından koklanabilirdi. Senyör, ilk gece hakkını (batıda), namus sahibi serfin elinden alabilirdi. Köle sahibi papazın da buna pek bir itirazı yoktu. Köle sahibinin ya da senyörün düzenine uygun olan, din adamının da düzenine uygundu. Namusun kendisini birden fazla iştaha sunması, yani sahibini boynuzla taçlandırması, doyurucu, illegal, hoş bir maceraydı. Toplumun bu eylemi açığa çıkararak namusa namussuzluk damgasını basmasıyla eskiden beri varolan bir meslek yaygınlaştı, yasallık ve meşruluk kazandı. Damgalılar kafilesi, nüfusun yoğunlaştığı merkezlerde, haz pazarları şeklinde, büyük pazarın pembe bir parçası olarak toplumun hizmetine sunuldu. Çılgın bekârlar ve namus sahibi tecrübeli insanlar, boğasal azgınlıklarını ya da yeni hazlarla demlenme maceralarını bu pazarlara havale ettiler. Bekârların ve evlilerin pazarlarda icraata girmesi ayıp bir şey değildi. İsa’dan önce (435 – 355) yaşayan Kireneli Aristippos, bir genelevden çıkarken, kendisini görüp kızaran delikanlıya: “Utanma” demiş, “utanılacak şey buraya girmek değil, buradan çıkamamaktır.” Amansız bir baskı ve denetim altına alınan namus, kendi özgürlüğünü daha çok aramaya başladı. Bu, denetimi daha da ağırlaştırdı. Namuslu ve centilmen şövalye, kendi namusunun arılığını ortaya çıkarmak için yıldız falına, cadılara başvururdu. Hayırlı rüyaları sevinç, kötü rüyaları kahırla karşılardı. Kadınlar günah çıkartırken tatlı sırlarını da açığa vururlardı bazen. Şövalye, kendi namusunun encamını papaz efendiden öğrenirdi. Kahramanımız, haçlı seferine çıkarken namusunu bekaret kemeriyle sağlama almak zorunda kalıyordu. Kocasının kutsal serüvenine tapan kadın, akıl almaz yöntemlerle onu kolayca aldatabiliyordu. Ortaçağ şövalyesinin görünmez boynuzları, Frigya Kralı Midas’ın eşek kulaklarının mizacını özümlemişti. Kestikçe yeniden bitiyordu. Aynı şey, köle sahibi ve senyör için de geçerliydi. İhtiraslı namus, üzerindeki amansız baskıyı, yatağına aldığı yakışıklı kölenin ya da serfin ateşiyle vuruyordu.

Ortaçağ aristokrasisinin ve erken burjuvazinin kadına bakışını en iyi Cecile Sauvage’nin düşüncesi ifade ediyor: “Kadın efendisiz olamaz. Efendisiz kadın, sağa sola saçılmış bir demet çiçeğe benzer.” İşte bu anlayışın dünyası, mallaşan kadının elinden aşkı alarak onu dara çekti. Tutsakta aşk, güzelliklerin keşfine çıkış demekti. Keşfettiği her aşkı, bir başka aşkın kapısı haline getirmekti. Mallaşan kadın, aşkı, kendisini zenginleştiren, özgür ufuklara açan bir öğe olarak görür. Bu, hiçleşenin hiçlikten kurtuluşu, kendisini kanıtlayışı, yeniden üretişidir aynı zamanda. Hareme kapatılan her cariye, sahibinin gözünde mübarek bir namus numunesiydi. Doğulu kadının bakışlarına oturan teslimiyet ve hüzün ürperticiydi.Newcastle Düşesi, onun avazını sözcüklere dökmüş gibiydi: “Erkekler bize karşı o denli vicdansız ve zalim ki, bizleri her türlü özgürlükten uzak tutmak istiyorlar; kendi cinsimizden olanlarla serbestçe birlikte olmamıza izin vermektense bizleri kendi evlerine ya da yataklarına tıpkı mezara koyar gibi gömmeyi tercih ediyorlar; gerçek şu ki, bizler yarasalar ya da baykuşlar gibi yaşıyor, hayvanlar gibi çalışıyor ve solucanlar gibi ölüyoruz.” Hz. Muhammed’in, “hayırlı meta” dediği kadının etrafındaki duvar kalınlaştıkça, hayal gücü, özgürlük özlemi güçleniyordu. Gövdesi içerde gönlü dışarda gezen metanın benliğini kanıtlama ve tamamlama ihtiyacı, kendi illegal hovardalarını anında üretiyordu. Namus etinin zincirlenmiş bağırganlığı, kalın taş duvarları şeker gibi eriten hovardanın harlı soluğuyla kolayca buluşuyordu. Çarşaf, müminin umduğunun tam tersine, namusun kaçamak macerasını gizledi. Gizli cinselliğin, zinanın manevrasına büyük bir özgürlük getirdi. Düzenin bu namus perdesi, mübarek tesettürü, namusun bastırılmış açlığını kolayca doyurmaya yaradı. Düzenin gözüne perde oldu. Namus öylesine hayırlı bir meta idi ki, insanı evrenin merkezine yerleştirerek yücelten ve eşitlik şiarıyla ayaklanan alt sınıflar bile, onu meta olmaktan çıkaramadılar. ”Tüm mallar ortaktır” diyemiyorlardı. Kadını mallar dünyasının en hayırlı, en vazgeçilmez malı haline getiren şu şiarı haykırmak zorunda kalıyorlardı: “Kadınlardan gayrı tüm mallar ortaktır!” Günümüzün gelişmiş Batı kapitalizmi, tüm toplumu işçileştirerek; her şeyi iğneden ipliğe pazara çıkararak, patriarkal kapalılığı yıkarak, namus kavramına büyük bir darbe vurdu. Kadının erkeğe olan mali bağımlılığını önemli ölçüde zayıflattı. Toplumu kılcal damarlar gibi saran tüm küçük üretimleri yıkarak, üretimi belirli merkezlerde yoğunlaştıran büyük sermaye, herkesi kendi ücretli kölesi haline getirdi. Mallarını yitirerek işçileşen küçük üretici en hayırlı malını da yarı yarıya yitirmiş oldu. Malı, küçük sahibine bağlayan kutsal mukavele (nikâh) klasik gücünü yitirdi. Mukavelesiz birliktelikler çıktı ortaya. Kilisenin korkulu rüyası haline gelen ve klasik aile kurumunu sarsan Alman usulü açıklık, yani eşlerin, bibirlerinin bilgisi dahilinde birden çok aşklara açılışı olağanlaştı.

Kuşkusuz bu süreç, kapitalizmle birlikte başlamıştı. Ve hiçbir değer, hiçbir kan, kanların şahı bekâret kanı da dahil, paranın yanağındaki kandan daha güçlü, daha kutsal olamazdı. Şövalyenin trajedisi (bekâret kemeri vs) günümüzün komedisiydi artık. Bilinen görkemli serüvenine mülksüzlük ve namussuzlukla başlayan insanlık, mülksüzlüğe ve namussuzluğa doğru gidiyordu. Kapitalizmin bağrında patlayan devrimler ise bu gidişi hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sümer’in tuzlu su denizi diye adlandırdığı kadın, tuzunu, yani namusunu tarihe yedirerek tatlılaşıyordu.

Muzaffer Oruçoğlu

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu