Arka Bahçemiz

Necip Fazıl ve AKP

 

Necip Fazıl Kısakürek, “İslam İnkılabı” ve AKP – Taner TİMUR

Necip Fazıl

Necip Fazıl Kısakürek hiçbir zaman bu ülkede anlaşılmamış, gölgede kalmış bir yazar muamelesi görmedi. Belli bir davanın adamıydı ve her zaman kendisine bağlı bir mürit takımı yaratmayı başardı. Fakat kabul edelim ki hiçbir zaman da bu son on yılda olduğu kadar yüceltilmedi ve bir “mürşid” gibi ön plana çıkarılmadı. Kamuoyunun çoğu kez dikkatinden kaçan bu gelişmeyi nasıl açıklayabiliriz? Kuşkusuz bu gelişmede AKP iktidarının, özellikle de Başbakan Erdoğan’ın rolü belirleyici olmuştur. Gerçekten de son yıllarda, Erdoğan, hemen her “tarihi” konuşmasında Necip Fazıl’ı anıyor ve ondan siyasi mesaj niteliği taşıyan şiirler okuyor.[1] Bunun dışında AKP’nin en önde gelen isimleri de sık sık aynı sevgiyi dillendiriyor ve yayıyorlar.

Elbette ki şairi sevenler ilk bakışta bunu önemsemeyebilir, siyasetçilerin Necip Fazıl tutkusunu tasavvuf aşkı ya da şiir zevkiyle açıklayabilirler. Zaten Üstad’ın şiirlerini çok farklı dünyalardan insanlar da beğenip övmediler mi? Fakat sorun şu noktada düğümleniyor. Necip Fazıl Kısakürek sadece bir edebiyatçı değil, aynı zamanda İslamcı-totaliter bir düzenden yana bir kuramcı ve militan olarak yaşadı. Ve bu sıfatıyla da sanatını, yaşamının büyük bir bölümünde siyaset felsefesinin aracı olarak kullandı. İlerleyen satırlarda göstereceğimiz gibi, “inkılapçı” şairin, teokratik totalitarizmi ve etnik temizliği açıkça savunan fikirleri piyasada serbestçe dolaşıyor ve okunuyor. Bu durumda iktidara demokrasiyi ilerletmek vaadiyle geldiği söylenen bir siyasi kadronun Necip Fazıl aşkını her yönüyle bilmek ve sorgulamak durumunda değil miyiz?

Gerçekten de Necip Fazıl kimdi? Ve neyin kavgasını veriyordu?

İzleyen satırlarda çok genel planda bu soruları tartışmak, şair-kuramcının siyaset felsefesini kendi ifadelerine dayanarak sergilemek istiyorum.

Necip Fazıl Kısakürek bizde çoğu mütevazi kökenden gelen İslamcı düşünürlerin aksine varlıklı bir ailenin çocuğuydu ve hayata gözlerini Çemberlitaş’ta bir konakta açmıştı. Hariciye nazırlığına kadar yükselmiş bir paşanın damadı olan dedesi, Mecelle yazarları arasında yer almış, fakat aynı zamanda Fransız kültürüyle de beslenmiş, Légion d’Honneur sahibi bir hukukçuydu.

Bu atmosferde küçük Necip de ilk derslerini, kendisine aynı zamanda babalık yapan dedesinden aldı ve yine aile kültürünün etkisiyle –mahalle mektebi ve Numune mekteplerinin yanı sıra- Fransız Frerler okulu ve Amerikan Koleji gibi okullarda da okudu. Böyle bir çıkış noktası ilginçtir ve daha başlangıçta akla bazı soruları getiriyor. Yoksa genç yeteneğin daha sonraki fırtınalı ve çelişkilerle dolu hayatına “tadsız ve haşin” bulduğu “Papazlar Okulu”nun veya sevmekle birlikte haylazlık yüzünden “kovulduğu” Amerikan Koleji’nin itici etkileri mi damgasını vurmuştu? Ya da genç Necip, ruhi buhrana ve mistik arayışlara, “timarhane” dediği konak hayatı, çocuk yaşında kız kardeşini ve dedesini kaybetmesinin yol açtığı travma ya da büyükannesi Zafer Hanım’ın ürkütücü ölüm takıntısı gibi faktörler yüzünden mi sürüklenmişti? Bu sorular Necip Fazıl’ın kısa yaşam öyküsünde ipuçlarını verdiği, fakat ayrıca incelenmeye değer sorulardır. Yine de anlaşılıyor ki Necip Fazıl’ın Doğu ile Batı kültürleri arasında bocaladığı ilk tahsil yıllarından sonra girmiş olduğu Bahriye Mektebi, kendisi için kültür planında adeta doğuş yılları oldu. “Kafa Kâğıdı” adını verdiği yaşam öyküsünde, Necip Fazıl, Nazım Hikmet’ten iki yıl sonra girdiği ve Yahya Kemal, Aksekili Ahmet Hamdi, Hamdullah Suphi gibi hocalardan ders aldığı bu okuldan söz ederken “Ne oldumsa bu mektepte oldum!” diyecektir.2

Bahriye Mektebi’ni tamamlamadan Darülfünun felsefe bölümüne geçen Necip Fazıl, buradan sonra da kazandığı bir bursla Fransa’ya gitmiş ve Sorbon’da Bergson’un hüküm sürdüğü yıllarda, felsefe okumuştur. Ne var ki bu maceranın da bir yılda tamamlandığını ve yazarın 1925’te ülkesine bir felsefe tutkunu olarak değil de kumar tutkunu olarak döndüğünü görüyoruz. Yine de kolayca tahmin edebiliriz ki şairin pek sözünü etmek istemediği Paris parantezi boşuna olmamış, özellikle felsefesinde “sezgi” ve mistik duygulara özel bir yer veren Bergson’un derslerini dinlemesi kendisi için kalıcı etkiler yapmıştır. İlerde felsefe düşmanlığı yaptığı ve “Biz felsefeyi dalaletin, inkârın ve fikir kargaşalığının insana getirdiği hal olarak tarihi bir sayıklama manzumesi, aldanışlar tablosu olarak görmekte mazuruz”3 derken bile, yazar, Bergson’u ayrı bir yere koyacaktır.

***

Necip Fazıl düşünce ve duygu hayatındaki asıl kırılmayı, 1934 yılında, Ağacamii’nde, İslam alimi Abdülhakim Arvâsi Efendi ile tanışması ile yaşadı. Şeyhle ilk karşılaşmalerı ve bir süre devam eden buluşmaları genç şairi gerçekten de derinden sarsmıştı. Öyle ki, yazar, daha sonraki bir şiirinde Arvâsi’yi “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız; ruhuma büyük, temel çivisini çaktınız” diye anacak, “O ve Ben”adlı eserinde de “Kurtarıcım, müjdecim, mürşidim, şeyhim, nurum, ruhum, canım, efendim, topyekûn hayatım!” dediği Van’lı mürşidine “Köpeğin olarak kendi köpekliğimden kurtulayım; insan olayım!” diye yalvaracaktır.

Açıktır ki, özgür düşünceli ve bağımsız iki aydın arasındaki ilişkiden çok, “bir müridin mürşidine müridane bakışını” dillendiren yukarıdaki satırlar, aslında yazıldığı günlerde de yadırganacak nitelikteydi.[4] Oysa öyle görünüyor ki sorunun psikolojik planda başka bir boyutu daha vardı.

Necip Fazıl daha çocukluk yıllarından itibaren bir “üstün yaratık” muamelesi görmüş ve kendisi de buna inanmıştı. Anılarında, “Herkesçe teslim edilen zekâm, der, yakınlarımı öylesine ürkütmüş ve kaygılandırmıştı ki nazar değmesin diye sık sık tütsülerden atlatılır olmuştum” (s. 72). Aynı şekilde, henüz sekiz on yaşlarındayken, kendi kendine “bu dünyada acaba benden daha derin duyan ve düşünen ikinci bir kimse var mı?” diye mırıldandığını da anımsar (s. 74). Ne var ki, şair, bu aşırı özgüven duygusunu takıntı haline gelmiş bir ölüm korkusu ile birlikte yaşamakta ve bir yandan övünürken öte yandan da kendisine “ruh dünyasının kapılarını açacak” bir “mürşid” aramaktadır. Ve bu koşullarda kendisini anlayan ve “keşke bu kadar zeki olmasaydın!” diyerek yaralı egosunu okşayan Arvâsi Efendi karşısına adeta biçilmiş bir kaftan olarak çıkmıştır. (s. 74). Nitekim bu tanışmadan kısa süre sonra, yazarın, en önemli tiyatro eseri olan Bir Adam Yaratmak’ı bu karmaşık duygularla yazdığını ve bunaltılar içinde bocalayan, delilik ile fazla akıllılık arasında gelip giden bir kahraman portresi çizdiğini görüyoruz. Acaba genç şair, “cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi iman eksikliğidir”[5] diyen Van’lı mürşidinde kendi ruh fırtınalarını dindirecek bir sığınak mı aramıştı? Yazarın eserlerinde bu soruya olumlu yanıt verebilmemiz için bir hayli işaret bulunuyor.

***

Necip Fazıl Kısakürek tüm hayatı boyunca Arvâsi Efendi’den saygı ve ihtiramla söz etmiştir. Bununla beraber yazarın eserleri incelenirse neredeyse tüm referanslarının batılı kaynaklar olduğu görülür. Yazdıklarında Arvâsi’den ya da ünlü İslam düşünürlerinden alıntılar yok denecek kadar azdır. Gerçekten de genç Necip, okuma hayatına Michel Zevaco ve Alexandre Dumas ile başlamış; Amerikan kolejinde öğrendiği İngilizce’yi ilerlettikten sonra “Lord Byron, Oscar Wilde, hatta Shakespeare’i” asıllarından okumuş; roman denilince de Paul ile Virginie’yi, Graziella’yı, Marcel Proust’u, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi anmıştır. Puccini müziği, Max Linder filimleri ve babasıyla Tepebaşı Tiyatro’sunda seyrettiği ve “tek seyredişte adeta ezberledim” dediği Çardaş Fürstin opereti de anıları arasındadır.

Ya Osmanlı yazar ve sanatkârları?

Necip Fazıl bu konuda gayet açıktır: “Türk muharrirlerinden hiçbiri beni sarmıyor” (s. 158). Ne “vatan ve millet davulcusu” Namık Kemal; ne “Yahudi işi tahrip kalıbından çıkma” II. Meşrutiyet yazarları ve bu arada “bir tefekkür asliyet ve şahsiyetine malik olmayan” Ziya Gökalp; ne aşağılayıcı bir tonda anlattığı Yahya Kemal ve tabii ne de “beni Stalin yarattı, diyen Nazım Hikmet”.[6] Necip Fazıl’a göre Kanuni’den sonra Osmanlı kültürü çürüme yoluna girmiş ve izleyen dönemde adını anmaya değecek pek yazar kalmamıştır. Siyasette ise durum biraz farklıdır ve bu soysuzlaşma döneminde, yazar, “Ulu Hakan Abdülhamit” ve “Büyük vatan dostu Vahidüddin” parantezlerinden özlemle söz eder.

***

Necip Fazıl’ın ölümünden bir yıl önce kaleme aldığı ve tamamlayamadan yakınlarına teslim ettiği bu oto-portre bugün bizlere neyi anlatıyor? Bu tabloyu kendi kişiliğini “zıt kutuplar arasında en keskin ve mübalağalı grafikler çizen bir yaratılış” (s. 138) olarak tanımlayan bir yazarın zoraki itirafları olarak okuyabilir miyiz? Batı “tefekkürü” ile, İslam “tasavvufu” arasında gidip gelen ve bunlar arasında “gerçek mahsup muamelesi”[7] yapmaya çalışan, fakat aslında gizliden gizliye bir Batı hayranı olan bir yazarla mı karşı karşıyayız? Necip Fazıl’ın anılarında Bahriye Mektebi müdüründen “Batı delisi”i diye söz ettiğini ve yeri gelince “Batı emperyalizmi”ni ya da “Batı koloniyalizmi”ni lanetlediğini anımsarsak bu soruya “hayır” dememiz gerekiyor. Ne var ki bu soru daha nüanslı bir yanıt bekliyor ve bunun için de önce düşünürün siyasi kavgalarının bilançosunu çıkarmamız gerekiyor.

***

Necip Fazıl Kısakürek siyasi kavgasına İkinci Savaş sırasında, 1943’te yayın hayatına giren Büyük Doğu dergisiyle başlamış ve esas olarak da Menderes döneminde etkili bir siyaset figürü olarak ortaya çıkmıştır. Bu yıllarda kendisini Menderes’e yol göstermek isteyen, onu belli bir politikayı uygulamaya kışkırtan bir yazar olarak görüyoruz. Kısakürek Büyük Doğu’daki yazılarında tek parti dönemi hakkında son derece sert bir lisan kullanmış ve zulüm, delalet ve şekavet örgütü olarak gördüğü CHP’nin kapatılmasına çalışmıştır. Özellikle CHP’nin mallarının devlete iadesi konusundaki yasa tasarısını fırsat bilen yazarın bu isteğini açıkça ve kabaca dile getirdiğini görüyoruz. Bu tarihlerde kaleme aldığı bir başyazısında, yazar, D.P.’ye seslenerek, “Eğer Türk milletinin hudutsuz itimadını kazanmak istiyor ve ‘nâr’dan gelen münevverleri değil ‘nûr’dan gelen münevverleri kendine bağlamak istiyorsan, diyordu, gebert Halk Partisi isimli sıçanı!”[8] Kısakürek’e göre millet zaten DP’yi bir “ihtilal” yapması ve CHP’yi kapatması için iktidara getirmişti.

DP yılları aynı zamanda Kıbrıs sorunun alevlendiği yıllardı ve Büyük Doğu’nun bu sorunu da din temelinde millî bir dava olarak benimsediğini görüyoruz.  Gerçekten de Kısakürek, Kıbrıs buhranının keskinleştiği bir sırada Menderes’e yaklaşmayı ve onunla çoktandır peşinde koştuğu görüşmeyi gerçekleştirmeyi başarmıştır. Kendi anlattıklarına göre, Necip Fazıl, bu görüşmede Başbakan’a “Meclis’teki ‘Egemenlik Ulusundur!’ levhasından başlayarak, yalanların en büyüğü halinde ‘Halk’ ismini taşıyan partiyi hâk ile yeksân (yerle bir) etmeye” ve onun her alandaki “tahribini iz bırakmamacasına silmeye” davet etmiştir (s. 323). Menderes de kendisini bir saat dikkatle dinlemiş ve Büyük Doğu’ya örtülü ödenekten para yardımı yapmıştır. Ne var ki görüşmeden birkaç gün sonra 6-7 Eylül olayları patlak verecek ve yakınlaşma da sona erecektir. Burada yakın tarihimizle ilgili hala karanlık kalmış ya da en azından her yönüyle aydınlanmamış bir noktayla karşı karşıya bulunuyoruz. Acaba Menderes, o tarihte, Büyük Doğu’nun ve 6-7 Eylül faciasına yol açan kundaklama (bir emniyet ajanının Selanik’te, Atatürk’ün evine bomba koyması) olayının da içinde yer aldığı farklı bir senaryo mu kurgulamıştı? Ve de 6-7 Eylül’de olayların kontrolden çıkarak vahşet ve yağmacılığa dönüşmesi bu senaryoyu bozmuş muydu? Kısakürek, Menderes’le ilgili kitabında bu olayların “Adnan Menderes’in üzerinde bir trauma-ruhi darbe tesiri yaptığını” ve bunun da Başbakan’ın “hadisenin tertip tarafında bulunduğuna delil” teşkil ettiğini söylüyor.[9] Ne var ki, yazarımız, bu tespitten sonra 6-7 Eylül faciasını kınayacağına Menderes’i garip bir şekilde eleştiriyor ve Başbakan’ın olaylardan sonra “rizikoya göğüs gererek ileri atılacağına” korkarak geri çekildiğini ve “bütün haklarını haksızlığa çevirici ve kendisini içten çökertici, pasif mizacını” ortaya koyan bir tavır sergilediğini söylüyor (s. 333, 336). Kısaca Menderes Büyük Doğu’nun beklediği, bel bağladığı “sivil darbe”yi yapamamış ve hayranlarının gözünden düşmüştür. Başbakanın ölümünden sonra  yazdığı şiirde, “Zeybeğim, dünyayı aldın götürdün; Bir öldün de  beni binbir öldürdün!” diyen şair, daha sonra Menderes’in hatalarını anlatmış ve bu hatalardan en önemlilerinden birinin de “Halk Partisi’ni topyekun eseri ve tesiriyle iptal etmeyi” becerememek olduğunu söylemiştir (s. 491).

***

N. F. Kısakürek, çileli geçen 27 Mayıs döneminden sonra, mukaddesatçı gençliğin umudu olarak sahne alacak ve bu arada siyasal düşüncelerini de İdeolocya Örgüsü başlıklı bir kitapta kuramlaştıracaktır.

İslamcı düşünür tüm siyaset felsefesini ortaya koyan bu eserde nasıl bir rejim ve ne gibi değerler savunmuştur? Daha önce anlattıklarımızdan da kolayca anlaşılacağı gibi N. F. Kısakürek demokrasiden nefret ediyordu. “Komünizma, faşizma ve nazizma”yı eleştiriyor, fakat “ya demokrasiler?” sorusuna da “hastalığın başı onlar!” diye yanıt veriyordu.[10]İdeolocya Örgüsü[11] başlıklı kitabında da totaliter bir sistemin kurumsal ve kültürel dayanaklarını ortaya koymuştur.

1968 yılında yayınlanan bu kitapta Türkiye için, Kanuni’den beri beklenen “gerçek bir inkılap”la yürürlüğe konulacak yepyeni bir siyasal sistem önerilmektedir. Bu sistem “halkın değil, Hak’kın egemenliği”ne dayanacak ve üç ana organdan oluşacaktır. Kısakürek seçkincidir ve kendisi için “millet” sadece her türlü yabancı unsurdan temizlenmiş bir temeldir: “Türk vatanının yalnız Müslüman ve Türklerle meskûn, yalnız Türkler ve Müslümanlardan ibaret hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her türlü tedbir alınacaktır” (s. 334). Temel organlara gelince bunlar da, 1) Yüceler Kurultayı; 2) Başyüce; ve 3) Başyücelik Hükümeti olmak üzere üç daldan oluşmaktadır. Bunlardan (günümüzde İran’daki Velayeti Fakih konseyini anımsatan) Yüceler Kurultayı bir çeşit “âkiller meclisi” olup, amacı, yaptığı genel yasalarla “milleti, en iyi düşünenlerinin ve en iyi yapanlarının kadrosunda özleştirmektir” (s. 285). Kısaca Kurultay, beyin ve vicdandırirade ise, bu Kurultay’ın beş yıl için seçtiği (ve bir çeşit Müslüman “Führer” izlenimi veren[12]) Başyüce tarafından temsil edilmektedir. Başyüce, “bütün salahiyetler beşeri haddin en üstünüyle eline teslim edilmiş”, “milletini tek şahıs içinde yekûnlaştıran” bir önder, bir “timsal”dir (s. 291). Hükümet üyelerini Başyüce seçer ve “Başyüce’nin bir emriyle hükümet değişir”. Görüldüğü gibi bu sistemde genel seçim yoktur ve “milli irade”yi zaten Yüceler Meclisi temsil etmektedir. “Başyüce seçimi gibi tabii haller dışında” ise, Yüceler Meclisi ancak “millet iradesinin tecellisi aranan vaziyetlerde” söz sahibi olacaktır.

Seçime dayanmayan bu siyasal sistem militaristtir ve temel dayanağını orduda bulmaktadır: “İslam inkılâbı orducudur” ve bu inkılâbın “rüyasını gördüğü ordu(nun) ismi Altun Ordu’dur” (si 268). Bu durumda subaylar da sistemde ister istemez ayrıcalıklı bir yere sahip olacaklardır: Özenle yetiştirilecek subaylar, “orducu Büyük Doğu idealinin icrâda mihrak şahsiyetidir” ve “Büyük Doğu militarizması, bütün insanlığa icabında tam bir vicdan hürriyeti, icabında da operatör bıçağı gibi cebir ve zorla tatbik edilecek bir ideal manivelasıdır” (s. 130). İlginçtir ki, İslamcı düşünür, Menderes’le ilgili kitabında da D.P. liderinin en büyük hatalarından birinin “Harbiye’den başlayarak ordunun içine girmek, oraya yeni bir mâna, bir çift göz ve kulak yerleştirmek gerektiğini” anlayamamak olduğunu yazmıştı.[13]

***

İşte ünlü İslam düşünürünün savunduğu sistem budur ve böyle bir tablo karşısında daha fazla ayrıntıya girmeden şu duyguyu paylaşmak isteriz: İstanbul’da, bir vezirle Legion d’Honneur sahibi bir alimin torunu olarak doğmuş; genç yaşlarda yabancı diller öğrenmiş ve laik cumhuriyetin bursuyla Fransa’ya giderek Sorbon’da Bergson’u dinlemiş; kırk yaşlarına kadar en seçkin Cumhuriyet aydınları (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Ahmet Kutsi Tecer, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Abidin Dino, Pertev Naili Boratav,  Peyami Sefa vb) arasında yaşamış ve saygı görmüş; piyesleri devlet tiyatrolarında sahnelenmiş ve kahramanları Muhsin Ertuğrul tarafından yorumlanmış bir yetenek, nasıl olup da sonunda, İslam adına, açıkça etnik temizliği savunabilecek kadar demokrasi düşmanı bir “ideolocya”nın yapıcısı ve yayıcısı haline gelmiştir? Bu hazin tabloyu, sadece, “zıt kutuplar arasında en keskin ve mübalağalı grafikler çizen bir yaratılış” olarak tanımladığı kişiliğiyle açıklayabilir miyiz? Bu çelişkiler de izaha muhtaç değil midir? Yoksa tasavvufçu şair,  ünlü Çile şiirini “biricik meselem, sonsuza varmak” diye bitirirken, aslında, bir türlü tacizinden kurtulamadığı çocukluk yıllarını mı özlüyordu? Ve laik cumhuriyete düşmanlığı da her şeyini Abdülhamit’e borçlu olan çevresinin[14] bilinçaltına şırıngaladığı Abdülhamit hayranlığından mı kaynaklanıyordu? Öyle ya da böyle, İslam mürşidinin varmış olduğu nokta hazindir ve garip bir tecelli olarak, şair, en çok baskı ve takibata da, ölümüne “Zeybeğim!” diye ağladığı Menderes döneminde,  Menderes’e rağmen uğramıştır.

Ya şimdi? Ya devlet büyüklerinin gençlik kuruluşlarına şairin mistik şiirlerini değil, onları açıkça kine ve düşmanlığa kışkırtan “hitabeleri”ni okuduğu  bu günler? [15] Bu gelişme sık sık denildiği gibi “zamanın ruhu”nu mu yansıtıyor? Yoksa günümüzde gerçek bir demokrasi kavgası için bilinmesi ve kaygı duyulması gereken bir gelişmeyi mi sergiliyor? Kuşku yok ki gerçek demokrasi kavgasına “zamanın ruhu” gibi metafizik kavramlar değil,  bu toplumda dini duyguların nasıl ve hangi çıkarlar uğruna seferber edildiğini çözümleyen analizler ışık tutacaktır.

Bu makale Evrensel Kültür Dergisi  Kasım 2012 sayısında yayınlanmıştır.

 

 

[1] Son olarak da Başbakan Erdoğan partisinin geleneksel Kızılcahamam toplantısında, konuşmasını Şair’in “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” mısralarıyla bitirdi. (Gazeteler, 3 Kasım 2012).

[2] Necip Fazıl Kısakürek; Kafa Kâgıdı; Büyük Doğu Yayınları; İstanbul, 2011,  s. 135. (Aksi     belirtilmedikçe izleyen alıntı sayfaları metin içinde verilecektir).

[3] Necip Fazıl Kısakürek; Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu; Ankara, Büyük Doğu Yayınları, s. 17.

[4] Bu alıntıları NFK Web sitesine borçluyuz.

[5] Bu alıntı NFK Web sitesinde yer alan Abdülhalik Arvâsi yazısından alınmıştır.

[6] Bu alıntılar da yazarın Kafa Kâğıdı adını verdiği anılarından alınmıştır.

[7]Büyük Doğu’daki bir yazısında, Kısakürek, bu “mahsup”un “Dede Efendi ve Betoven; Sinan ve Mikel-Anj; Fuzuli ve Rasin; Gazali ve Paskal; İbn Sina ve Klod Bernar; Kâtip Çelebi ve Ogüst Kont; Kanuni Süleyman ve XIV. Louis” arasında gerçekleştirileceğini ve bunu da “mahut inkılap yobazlığını kökünden şifaya ulaştıracak kendi neslinin çözeceğini” söylüyordu. Yüzyılları ve sosyo-kültürel yapıları alt üst edip harmanlayan bu liste maalesef ciddiye alınacak değerde görünmüyor. Bkz. N. F. Kısakürek; Başmakalelerim; I, İstanbul; Büyük Doğu Yayınları, 2008, s. 108-109. (3 Ağustos 1952 tarihli yazı).

[8] N. F. Kısakürek; Başmakalelerim; I, s. 74-75. (Büyük Doğu’da çıkan 11 Temmuz 1952 tarihli ve “Bu Sıçanı Gebertiniz!” başlıklı başmakaleden).

[9] N. F. Kısakürek; Benim Gözümde Menderes; İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2011, s. 333. Bu esere göndermeler izleyen satırlarda metnin içinde verilecektir.

[10] N. F. Kısakürek; Tanrıkulundan Dinlediklerim; İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 1999 (Eser, yazarın 1943-1959 yılları arasında  Büyük Doğu dergisinde aynı başlık altında yayınladığı yazılarından oluşmuştur).

[11] N. F. Kısakürek; İdeolocya Örgüsü; İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2010 (18. Baskı). (Bu esere yapılan göndermeler, aksi belirtilmedikçe, izleyen satırlarda sayfa numarası olarak metinde verilecektir.)

[12]Buradaki “Führer” benzetmesine Necip Fazıl hayranlarının fazla itiraz etmeyeceklerini düşünüyorum. İslamcı şair koyu bir Yahudi düşmanıydı; Yahudileri Kanuni’den itibaren Osmanlı çöküşünün  başlıca aktörleri arasında görüyordu ve Hitler’i Abdülhamit ve Menderes gibi en sevdiği şahsiyetlerle birlikte anmakta bir sakınca görmüyordu. Gerçekten de N. Fazıl’a göre Yahudilerin en çok korktukları şahıslar “Abdülhamit ve Hitler’den ibaret kalmıştı” (Başmakalelerim, 3; s. 214). Aynı şekilde, 1954 seçimlerinden sonra da D.P.’nin gurura kapıldığını söylüyor ve “gururu olmasa ve hadiselerin iç mimarisi içinde kendi zaafını seçebilecek bir duygusu olsaydı, Hitler’in batmasına imkân var mıydı?” diye soruyordu. (Başmakalelerim, 1; s. 256).

[13] N. F. Kısakürek; Benim Gözümde Menderes, s. 491.

[14] Kısakürek, “Kafa Kâğıdı”nda, o aile servetinin dökümünü şöyle yapıyor: “(Çemberlitaş’taki) konaktan başka, Beykoz’la Şile arası bir çiftliğimiz, Sarıyer’de malum köşkümüz, Büyükdere’de yeni alınma bir yalımız, Kocamustafapaşa taraflarında han ve evlerimiz, Kapalıçarşı’da dükkanlarımız vardır”. Age, s. 59.

[15] Necip Fazıl Kısakürek, Milli Türk Talebe Birliği’nin 25 Nisan 1975’te düzenlediği “Milli Gençlik Gecesi”nde okuduğu hitabede Türk tarihini dört dönemde incelemiş ve Cumhuriyet dönemini “İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ebedi helake mahkum” kılan bir rejim olarak tanımlamıştı. Bu toplantıya Prof. Erbakan, Abdullah Gül ve R. T. Erdoğan da katılmışlar ve Erdoğan da şairin “Sakarya Türküsü” başlıklı şiirini okumuştu. (Bu konuda, geceye katılanlardan Resul Tosun’un nostaljik yazısı için bkz. MTTB Yeniden; Yeni Şafak, 13 Mayıs 2009). Erdoğan bu yıl Şubat ayında AKP Gençlik Teşkilatına da Üstad’ın “Gençliğe Hitabesi”nden, “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik” isteyen satırlarını okumuştu. Bu satırları izleyen (ve Erdoğan’ın okumadığı) cümlede de, Necip Fazıl “Halka değil, Hakka inanan; Meclis’inin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik” özlemini ifade ediyordu.

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu