Çevre

Nükleer Gerçekler

1. Nükleer Kazalar

Günümüzde dünyada 443 adet nükleer santral var. Bu santrallerde, geçmişten günümüze gizli kalmış yüzlerce nükleer kaza yaşandı. Her nükleer santral, kullanılan yöntem ve teknoloji açısından, kendinden sonra pazarlanacak benzer tipte santraller için örnek olma niteliğindedir. Pazara zarar vermemesi açısından, nükleer kazalar gizlenmektedir.

Herkesin bildiği örnek Çernobil nükleer kazası, birçok hata dizisinin üst üste gelmesi ardından oluşmuştu. Atom endüstrisi kazaların bir kez daha olmasına olanak tanımıyordu. Ancak benzer hatalar dizisi, tüm öngörüleri yanıltarak, Macar Paks Nükleer santralinde bir kez daha yaşandı.

10 Nisan 2003 akşamı Paks Reaktöründe oluşan kaza,
insan faktörü ve olası hata yapma riskinin unutulmaması
gerektiğini anımsatıyordu.   

Affedilmez proje ve yapım hataları, özensiz denetim, hatalı yönergeler, stresten kaynaklanan yanlış önermeler ve yüksek teknolojiye duyulan aşırı güvenden kaynaklı hatalar dizisi Macar Paks’ta olduğu gibi, Alman Harisburg, İngiliz Monju Sürjenaratörü, Japonya’daki Tokoimura ve Elbe’deki Brunsbüttel geri dönüşüm tesislerinde de yaşanmıştı.
İnsan hata yapar. Asıl anlaşılması gereken,
nükleer tesislerdeki hataların yaşamı tehdit eder duruma gelmesinin,
bir kez daha önleneceği garantisinin olmamasıdır.

2. Nükleer Enerji Güvenli mi?

Günümüzde iklim değişikliği ve yerel kaynakların korunması gibi düşünceler, nükleer enerjiye yönelimin başlıca nedenleri olarak öne çıkartılıyor. Böylece nükleer enerji kullanımı kamuoyuna, kömür ve doğalgaz santralleri gibi bir tercih sorunu olarak algılatılıyor. Güvenlik sorununu örtbas etme planları, büyük bir felaket yaşanma riskini azaltmaz.

Nükleer enerji üretiminde
kaza riski, hiçbir zaman sıfır olmayacaktır.

Atom endüstrisi, “4. kuşak reaktörler” için “kaza riski sıfır” olarak verdiği sözü, sessiz sedasız geri aldı. Günümüz söylemlerinde ise artık göreli güvenlik kavramını yeterli kabul ediyorlar. Daha çok siyaset ve medya alanından nükleer uzmanı olmayan çevrelerin “bizim nükleer santrallerimiz, dünyanın en güvenli santralleri” söyleminin, tüm medya kuruluşlarında hep bir ağızdan yenilenmesi sonucu toplum üzerine bilinç bulanıklığı yaratılıyor. Günümüzde hiçbir nükleer kuruluşu yok ki, kendi santrallerini dünya standartlarında görmesin ya da en azından bunun reklamını yapmasın.

Çernobil nükleer kazasının üzerinden geçen 27 yıl, diğer santrallerde oluşan kazaların medyaya yeterince yansıtılmaması gibi nedenler, nükleer enerji konusundaki endişelerin azalmasına ve risklerin unutulmasına neden oldu.

 

Asıl sorun, yaşadığımız sakin ortam için, 
insanlığın gelecekte ödemeye hazır olduğu bedel
Geçtiğimiz yıllarda nükleer reaktörlerde birçok kez korozyon, radyoaktif ışınların yarattığı zararlar, reaktörlerin yüzeyinde, kaynak yapılmış bölgelerinde yırtıklar belirlendi. Büyük bir şans eseri bu gibi arızalar, denetim sistemleriyle, tesisin çalışmadığı, bakıma alındığı dönemlerdeki sıradan denetimlerde ortaya çıktı. Bazıları ise tamamen rastlantı üzerine anlaşıldı.Saydığımız tüm bu olumsuz nedenlere, nükleer enerji santrallerin gittikçe liberal işletmelere geçmeye başlamasını da eklemek gerekiyor.Liberalleşme maliyeti azaltmakla eşanlamlı olarak algılanıyor. Bunun somut sonuçları, çalışan sayısındaki azalma, düzenli denetimlerin azaltılması, kısalan işlem süreleri, yenileme ve yakıt çubuğunun değiştirilmesi sürelerinin kısaltılması biçiminde ortaya çıkıyor.
Nükleer enerjide risk,
her geçen gün daha da artıyor.
3. İntihar Saldırıları ve Savaşların Yeni Hedefi;
Nükleer Santraller

1 Eylül saldırıları ile birlikte nükleer santraller için daha önce hiç sorgulanmamış bir güvenlik sorunu ortaya çıktı. Bazuka, obüs ya da füzelere hedef olabileceği konusunda senaryolar geliştirilmişti.

Nükleer santrallerdeki güvenlik önlemlerinin hiçbiri, yakıt dolu bir yolcu uçağının çarpabileceği olasılığını öngörmüyor.

 

Berlin Teknik Üniversitesi’ndeki bir uçuş simülatörü aracılığıyla farklı pilotlar ve farklı tekniklerle yapılan intihar saldırıları araştırmasının sonuçları öylesine ciddi boyutlarda risk içeriyordu ki, hiçbir zaman resmi olarak açıklanmadı. Daha sonra basına sızan rapora göre, böyle bir saldırıda geniş çaplı bir radyoaktif sızıntı kaçınılmaz olacağı apaçık ortaya çıkıyordu.

Nükleer santraller bir kez çalışmaya başladıktan sonra olası bir savaşta ülkenin yerle bir olması için atom bombasına gerek kalmayacaktır.

 

Hava saldırıyla vurulacak nükleer santrallerin yaratacağı sızıntı, atom bombasını aratmazken, ülke enerji sistemine de önemli bir darbe indirecektir.

Kısacası, nükleer santrali olan bir ülke, bedenine zincirlenmiş bir bomba ile birlikte yaşadığı anlamına geliyor. Düşmanlarımıza ise yalnızca bunu patlatmak kalıyor.

 

 

4. Hedef Nükleer Enerji mi yoksa Askeri Amaçlar mı?

1962 yılında ABD-CIA destekli darbesiyle işbaşına gelen Saddam Hüseyin’in yıllarca ABD ile olan iyi ilişkilerinin ardından ülkesi Irak’ın, yine ABD eliyle bugün geldiği içler acısı durum ortadadır. Yakın geçmişimizde yaşadığımız Irak Savaşı, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olması üzerine kurgulanmıştı. Uranyum zenginleştirme tesisleri gibi kitle imha silahı yapabilecek tesislerin yalnızca varlığı bile o ülkeyi bir savaşın eşiğine taşıyabilir.

Nükleer santrallerin yakıtı olan uranyum elementi, daha çok zenginleştirildiğinde atom bombası olarak kullanılabiliyor.

Toplumumuzun büyük çoğunluğu nükleer santrale karşı çıksa da, azınlıktaki bir görüş, nükleer santrali, nükleer silaha sahip olma olarak algılamaktadır. Nükleer silahların hammaddesi uranyum elementi, nükleer santrallerde üretilmez. Bu element, ancak özel olarak yapılan zenginleştirme tesislerinde üretilmektedir. Türkiye’ye zenginleştirme tesisi kurulmayacak, böyle bir tesisin kurulmasını ABD başta olmak üzere hiçbir ülke kabul etmeyecektir. Kurulduğunu kabul etsek bile zenginleştirme tesisleri, Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA) ve ABD’nin sürekli denetimi altındadır.

Günümüzde ABD başta olmak üzere diğer gelişmiş ülkelerin, İran ile yaşadıkları sürtüşme, yine benzer bir konuya dayanıyor. İran’ın nükleer santral yakıtlarını kendi üretmek istemesi, sorunun temel kaynağını oluşturuyor. Varılan son noktada İran, gelişmiş ülkelerin kurtulmak istedikleri nükleer atıkları alarak, ülkesini nükleer çöplüğe çevirecek anlaşmaya varmak üzeredir. Ülkemizde de benzer bir yasa çıkartılarak, ABD ve Fransa’dan nükleer atıklarının ülkemize aktarılmasının yolu açılmıştır.

ABD’nin demokrasi diye tanımladığı şey, çokuluslu ABD merkezli şirketlerin, diğer ülkelerde rahat hareket etmesi ve oluşan pazarın büyük çoğunluğunun bu şirketlere akması anlamını taşıyor. Bu gereği yerine getirmeyen ülkeler, ABD tarafından demokrasi düşmanı ilan ediliyor ve içinde savaşları da kapsayan müdahaleleri gündeme taşınıyor.

ABD’nin kapitalist çıkarları için yaratılan bu karmaşa, dünyanın nükleer bir gerilime sürüklenmesine neden olacaktır.

Nükleer silaha sahip olmak, caydırıcılıktan çok sonu görünmeyen siyasal ve askeri riskleri üstlenmek anlamına geleceği unutulmamalıdır.

Nükleer silaha sahip olan bir ülke, istenmeyen bir savaşa sürüklenmesine neden olabilir. Irak – İran Savaşı’nda, Irak’ın ABD’den aldığı destekle savaşa tutuştuğu unutulmamalıdır. Ayrıca NATO üyesi olan Türkiye’nin, topraklarında yaşayacağı olası bir nükleer ya da konvansiyonel saldırının, NATO kanalından ortak karşılık verileceği de hesaba katılmalıdır.

 Nükleer Santral yapımı, yalnızca geri kalmış ülkelerin konusudur.
Gelişmiş ülkelerin, kendi ülkelerinde
yeni nükleer santral yapımı konusunda bir planı yoktur.

5. Nükleer Enerji, Gerçekten Ucuz mu?

Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın (UAEA) verilerine göre 2005 yılında dünya çapında 28 nükleer santral yapım aşamasında bulunuyor. Bu projelerinin yarısının durumu 18–30 yıldır belirsizliğini koruyor. Santrallerin bir kısmının bir gün elektrik üreteceğine ise artık kimse inanmıyor.

Yeni kuşak nükleer santrallerin gerçek maliyetleri büyük ölçüde belirsizdir. Özellikle inşaat, tasfiye, söküm ve çalışmakta olan santrallerde bakım maliyetlerini kapsayan eldeki verilerin tümü çarpıtılmış değerlerdir. Çünkü bu rakamlar genellikle santrali satmak isteyen ve bu nedenle maliyetleri düşük gösteren, santral inşa eden firmalara ait. Bilinçli olarak düşük gösterilen masraflar, sevilmeyen nükleer enerjiyi, ucuz enerji safsatasıyla yurttaşlarına sevimli göstermeye çalışan hükümetler tarafından da yaygın olarak kullanılıyor.

Nükleer enerjinin aşırı yüksek başlangıç maliyetleri ve sermaye geri dönüşümünün onlarca yıl sürmesi, liberal ekonomiye de uygun değil.
Radyasyonlu çöpün korunması, kapatılan santrallerin sökülmesi gibi giderlerin, santral çalışırken tasarruf edilmesi gerekiyor. Yasal boşluklar nedeniyle bu tasarruf denetlenemiyor.

Nükleer şirket birlikleri,
devletin mali desteği olmadan
hiçbir şey olmayacağını da ısrarla vurguluyor.

Finlandiya’da yeni yapılmakta olan %46’sı devlete ait, Framatome – ANP nükleer santrali için, Areva/Siemens ortaklığının verdiği ve tüm maliyetin 3,2 milyar Euro olmasını öngördükleri tekliflerinde anlaşılıp, Ağustos 2005’te ilk kazma vurulmasının hemen ardından, reaktör maliyetinin hesaplananın çok üzerine çıkacağı ortaya çıktı. Kalite kontrolünde belirlenen ilk hata, temel betonundaki su miktarının gerekenden fazla olmasıydı. İnşaat durduruldu, betonun kuruması beklendi, sağlamlığı test edildi. Ve inşaata başlanmasından 5 ay sonra, santralin 1 yıl ertelemeyle 2010 Temmuzunda devreye girebileceği açıklandı. Ardından reaktörü çevreleyen çelik kafesin panellerinin 5’er milimetre aralıkla takılmaları gerekirken, 7’şer mm aralıkla takıldıkları ortaya çıktı. İnşaat yine durduruldu, erteleme 18 aya, açılış 2011’e çıktı.

 

6. Olası Büyük Bir Nükleer Kazanın Tek Finansörü;

VERGİLER

Devlete hepimiz vergi ödüyoruz. Toplanan vergilerin harcanacağı yerler hükümetlerin denetimindedir. Vergilerin bir kısmı devlet bütçelerinde doğal felaketlere ayrılmış durumda. Günümüzde devletler, bu yükümlülüklerini üzerlerinden atmak için fonları ve sigorta şirketlerini devreye sokuyor. ÜlkemizdekiZorunlu Deprem Sigortası (DASK) bu tür uygulamalardan bir örneği olma niteliğini taşıyor. Sosyal devletin ortadan kaldırılması planları içinde yer alan bu tür uygulamalar nedense nükleer santrallersöz konusu olduğunda hesaba katılmıyor.

Çalışan her bir nükleer santral, insan hatası, mekanik arızalar, düşmanca saldırılar ve savaşlarda hedef olma durumlarına göre potansiyel bir güvenlik riski taşımaktadır.

Olası büyük çaplı bir nükleer kazanın masrafları,
sigorta şirketlerinin kaynakları tarafından
karşılanacak düzeyde değildir
.

Bu durumda devlet kaynaklarının kullanılması kaçınılmazdır.

Bilindiği gibi devletin gelir kaynakların büyük çoğunluğu vergilerden oluşmaktadır. Vatandaş olarak bizlerden toplanan vergilerin nerelerde kullanılmayacağını talep etmekte bizim hakkımızdır. Çernobil kazasının kabaca maliyeti 300 milyar doların üzerindedir.

Nükleer santrallerin olası kaza riskine karşı devletler tarafından ücretsiz sigortalandığı gerçeği gizlenmekte ve bu daha çok doğal felaket gibi algılatılmak istenmektedir. Siyasiler, her alanda liberal nutuklar atarken, söz konusu nükleer santrallerin sigortalanması olduğunda suskun kalmakta ve herhangi bir talepte bulunmamaktadır. Dahası hiçbir nükleer santral yapımında ve ardından ürettiği enerjide bu türden bir sigorta maliyetinin fiyatlara yansıması söz konusu değildir.

7. Nükleer Atıklar

İlk insanlar nükleer santraller kurmuş olsalardı,
bugün hâlâ o santrallerin yüksek
radyoaktivite taşıyan atıklarının bekçiliğini yapıyor olacaktık.

Nükleer santraller, nükleer atık üretir. Dünyadaki canlı yaşamını büyük bir tehdit oluşturan bu sorun, nükleer enerjinin en büyük açmazlarından birini oluşturuyor.

Geçen 50 yıllık süreçten sonra bugün bile,
dünyanın hiçbir ülkesinde, resmi izinli ve çalışmaya hazır
bir “radyasyon atık deposu” yok.

Geçmişte nükleer atıkların uzayda, denizin derinliklerinde ya da Antarktika’da buzulların içinde depolanması gibi öneriler artık tartışılmıyor bile. Öne çıkan görüş atıkların eski maden ocaklarında depolanması yönünde.Nükleer atık depolarında ilerde oluşabilecek herhangi bir sızıntı ya da yeraltı suları aracılığıyla taşınarak, canlı yaşamını tehdit eder duruma gelme olasılığı çok yüksektir. Dahası zararlı etkisi milyonlarca yıl sürecek olan radyoaktif atıkların bu süreç içinde dünya canlı yaşamına zarar vermeyeceğini kim öne sürebilir? 
Bizim çok eski diye nitelediğimiz Mısır Piramitleri bile günümüzden en çok 5000 yıl önceye dayanıyor.

Bundan yüzlerce yıl sonraki torunlarımızın,
bizim ürettiğimiz nükleer atıklarla yaşamak zorunda kalacaklarını bilmek,
nükleer enerjiye neden karşı olmamız gerekliliğini daha da çok ortaya çıkartıyor.

 

8. Nükleer Yakıt Tükeniyor

Kaynağı sınırlı olan fosil yakıtlar gibi nükleer enerji de sonu olmayan bir yoldur. Çünkü nükleer santrallerde kullanılan uranyum doğada çok az miktarda bulunan bir maddedir. Bu problemi çözmek için ortaya atılan, nükleer atıklardan tekrar hammadde kazanmayı öngören projeler ise teknik ve ekonomik nedenlerden dolayı uygulanır duruma getirilemiyor. Birkaç on yıl içinde atom endüstrisinin yakıtı tükenecek. Belli bir süre sonra uranyumla beraber petrol ve doğalgaz da tükeneceği için insanlık, enerji ihtiyacını uzun vadede ancak yenilenebilir enerjilerle ve enerji kullanımında gereksiz kayıpları önleyerek karşılayabilecek.

Nükleer kirliliğin ortaya çıktığı bir başka alan ise uranyum maden ocaklarıdır. 50 yıldır işletilen uranyum yataklarında, toprağın altında korunan büyük orandaki radyoaktif çekirdek, çıkartılan molozlar arasından biyosfere karıştı. Uranyum madenlerinde çalışan binlerce işçi, yüksek orandaki radyoaktif radon gazı içeren galerilerde yıllarca çalıştıktan sonra acılar içinde akciğer kanserinden öldü. Uranyum madeni çevresinde yaşayan yöre halkı bu yoğun radyoaktif kirlenmeden payına düşeni fazlasıyla aldı. Sıvı ayraçlarla yapılan, yerüstü ve yeraltı sularını radyoaktif kirleten kimyasal uranyum çıkartma yöntemleri sorunu daha da ağırlaştırıyordu.

1990’lardan 2005 yılına kadar dünya çapında kullanılan uranyum, artık zenginleştirilmiş taze uranyum filizlerinden değil, soğuk savaşın ardından nükleer silah indiriminden açığa çıkan radyoaktif mirastan sağlanıyordu.

 

Soğuk savaş stoklarının kısa bir süre sonra tükeneceği bilindiği için,
son yıllarda uranyum fiyatı %50 artış gösterdi.

Kapatılan uranyum maden ocaklarının yeniden açılması gündeme geliyor. Radyoaktif izotop içeren moloz ve cürufun çevreye verdiği zararın daha da artacağı kesin.

Atom enerjisi, yakıt temini açısından bakıldığında dünyanın hiçbir ülkesinde yerli bir enerji kaynağı değil. Uranyum kaynakları azaldı. Yüksek maliyetler göz önüne alınarak işletilen uranyum madenleri, yerini geri dönüşüm tesislerine bırakacak. Atom endüstrisinin bundan sonraki başka bir hedefi ise, yakıt olarak uranyum yerine plütonyum kullanan sürjenaratör reaktörlere geçilmesi olacak. Sonuçta her durumda depolanması gereken radyasyonlu atıklar artacak.

 

9. Nükleer Santraller İklimi Korur mu?

Küresel iklim değişiminin başlıca nedeninin karbondioksit salınımının tüm dünyada hızla artmasının sonucu olduğu herkes tarafından kabul ediliyor. Bu nedenle bazı ülkeler, karbondioksit üretimini azaltmanın yollarını arıyorlar. Nükleer santrallerin diğerlerine oranla çok az miktarda karbondioksit üretmesi, nükleer santrallerin geleceğin vazgeçilmez enerji kaynakları olarak sunulmasına neden oluyor. Oysa gerçek hiçte öyle değil.

2050 yılı itibarıyla, fosil kökenli enerjinin yalnızca % 10’unun nükleer enerjiden sağlanması planlansa bile, yaklaşık 1000 tane yeni Nükleer santralin kurulması gerekir. Bu kadar çok santral kurulsa bile, uranyum rezervleri biter ve buna olanak vermez.

Günümüzde nükleer enerjinin dünyadaki toplam elektrik üretimindeki payı %17 dolaylarındadır. Bu demektir ki, nükleer santrallerin kullanacağı yakıtın zenginleştirilmesi aşamasında kullanılan elektrik enerjisinin %83’ü nükleer olamayan diğer santrallerden karşılanmaktadır. Uranyum madeninin çıkartılması ve taşınması için gerekenler de hesaba katıldığında bu oran %90’lara ulaşmaktadır. Kısaca, nükleer enerji, yakıtı olan uranyum çubuklarının üretimi sırasında bile, %90 oranında karbon ve diğer enerji kaynaklarına gebe olan bir enerji biçimidir.

Tahminlere göre reaktörlerin büyük kısmı zamanından önce kapatılmak zorunda kalınacak.  Nükleer enerjinin kendine özgü riski, iklim koruma yönündeki diğer stratejilere göre olan dezavantajları ülkeleri bu santralleri kapatmak zorunda bırakacaktır.

10.   Enerji Kimin İçin?

Kurulması düşünülen nükleer santrallerin üreteceği enerjinin daha büyük kısmı, kötü enerji dağıtım hatları nedeniyle yok olmaktadır. Yalnızca elektrik hatlarını yenileyerek kazanılacak olan enerji ile kurulması düşünülen nükleer santrallerin çok üstünde tasarruf sağlayacaktır.

Gelişmiş ülkelerin yıllar önce enerji tasarrufu amacıyla başlattığı çalışmalar, günümüzde önemli kazanımlara ulaşmıştır.

Aynı işi daha az enerji kullanarak yapmayı amaçlayan bu çalışmalar, gelişmiş ülkelerde yasalarla desteklenmekte ve eski teknolojiler terkedilmektedir.

Ülkemizde ise bu yönde zorlayıcı yaptırımları olan bir uygulama bulunmamaktadır. Enerji konusunda atılacak en önemli adım şüphesiz ki, enerji tasarrufuna yönelik çıkartılacak kanunlara yönelik olacaktır.

Dünyanın enerji ihtiyacındaki artışı sınırlandırmak için enerji kullanımında tasarrufu sağlayan teknolojiler kullanılmalıdır. Artan enerji talebi, basit ancak sıkı uygulanacak tasarruf önlemleri ile düşürülebilir. Bunları maddelere dökersek

 

– Toplumun enerji tasarrufu konusunda bilinçlendirilmesi

– Fazla enerji tüketen eski teknolojilerin terk edilmesi

– Binaların enerji yalıtımının arttırılması ve sıkı denetimin sağlanması

– Enerji iletim hatlarının, daha az dirençli duruma getirilmesi

Bazı Kaza Yapmış veya Arızalı Nükleer Santraller

Kaynak : dogader, wikipedia,ekolojistler,haber5,dunyalılar

www.dunyalilar.org

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu