Arka Bahçemiz

Paradigmanın İflası: Yirmi beş yıl sonra…

 

fbtt

“İnsan, iyiyle kötüyü birbirine karıştırdığında,

Tanrılar ruhunu öylesine feci bir felakete sürüklerler ki,

artık felaketin farkına varmak için

çok az zamanı kalmıştır”.

Sophocles (Antigone)

 

Paradigmanın İflasının yayınlanmasından bu yana çeyrek yüzyıl geride kaldı. Bu zaman zarfında köprülerin altından çok sular aktı ve nice alâmetler belirdi. Artık tüm alanlarda işler sarpa sarmış bulunuyor. Toplum yaşamının her alanında gösterge ışıkları kırmızıya dönmüş veya dönmekte. Nerdeyse kötüleşmeyen, kararmayan hiç bir şey yok. Tüm değerler aşınmış, kültür çürümüş, etik değerler ve ahlâk çökmüş, değer ölçüsü ve nirengi noktası yok olmuş, toplum kimlikler üzerinden kutuplaştırılmış, dinci gericilik devleti ve toplumu kuşatmış, insan insanlıkta çıkmakta,  metalaşma, soysuzlaşma, yabancılaşma had safhaya çıkmış, velhasıl toplumsal temel aşınmış bulunuyor.

Fakat, dinci gericilikle ilgili ekseri gözden kaçan bir şey var. Sanki dinci gericiliğin devlet aygıtını ve toplumu kuşatması “istenmeyen bir şey”, emperyalizmin bir manipülasyonuymuş gibi bir izlenim yaratılmış durumda. Elbette ‘dışarının’ dahli var ve önemli ama onun gerisindeki asıl güç, asıl aktör, Türkiye’nin sermaye sınıfı ve bir bütün olarak bu ülkenin mülk sahibi sınıflarıdır. Sermayenin dinci gericiliği araçlaştırma ve kullanma tercihinin de birbirine bağlı iki nedeni var: 1. Toplumsal uyanışın, aydınlanmanın önünü kesmek; 2. demokratik, sol, sosyalist, anti-kapitalist muhalefeti etkisizleştirmek… Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir. Genel bir iflas tablosu söz konusu ama, kaşarlanmış profesyonel politikacılar, mülk sahibi sınıfların sözcüleri ve akıl hocaları hâlâ ‘işlerin yolunda’ olduğu, ‘nurlu ufuklara’ yaklaşıldığı safsatasıyla insanları aldatmayı, oyalamayı sürdürüyorlar… Oysa rejimin artık hiç bir sorun çözme yeteneği kalmadığı apaçık ortada. Tabii görmek için göz lâzım ve fakat rahatsız edici bir körlük toplumun geniş kesimlerini rehin almış durumda…  Yirmi beş yıl önce paradigma iflas etmişti, 25 yıl sonra rejim külliyen çürümüş bulunuyor. Artık yönetemiyorlar!

dede

 

Gerçek durum böyle ama AKP’nin iktidar olduğu son 15 yılda Türkiye’nin dünyanın 18’inci ekonomisi düzeyine yükseldiği, “kişi başını düşmeyen milli gelirin” 3 bin dolardan 10 bin dolara çıktığı, ihracatın rekor kırdığı, yapılan duble yollar, köprüler, 40-50 katlı kuleler, lüks konutlar, AVM’ler, yolları, sokakları, kaldırımları kaplayan arabalar, vb. büyük bir başarı öyküsü olarak sunuldu, sunuluyor. Oysa durumun nüanse edilmesi gerekirdi. Bir kere Türkiye eskiden de dünyanın 18’inci büyük ekonomisiydi, ikincisi, milli gelir hesaplarının nasıl yapıldığı, üretilen değerin nasıl paylaşıldığı da önemlidir. Kaldı ki Türkiye ‘kişi başına düşmeyen gelir’ sıralamasında dünyada 64’üncü sırada… Ulusal servetin ve gelirin %80’ine nüfusun  %10’unun el koyduğu durumda, toplum çoğunluğu için öğünülecek ne olabilir?.. Dolayısıyla milli gelir artışı herkesin durumunun iyileştiği anlamına gelmiyor. Milli gelir artarken geniş emekçi toplum kesimleri yoksullaşabiliyor, çevre tahribatı büyüyebiliyor, sosyal kötülükler derinleşebiliyor, toplumsal doku aşınabiliyor…

Dolayısıyla, asıl mesele büyümenin nasıl ve ne pahasına gerçekleştiği ve üretilen zenginliğin nasıl bölüşüldüğüdür. Doğayı tahrip ederek, yaşamın temeline aşındırarak, toplum çoğunluğunu yoksullaştırıp sefalet ortamına iterek, toplumun geleceğini riske atarak da büyüme sağlanabilir… Herhangi bir sorunun ‘neliği’, ‘nasıllığı’, nereden, kimin tarafından bakıldığına göre değişir. Sorunlara bu ülkenin varını, yoğunu yağmalayan soyguncu çeteleri tarafından da, sömürüye, soyguna, talana maruz kalan geniş halk kitleleri tarafından da bakılabilir… Fakat gözden kaçan önemli bir şey var: Bir sosyal formasyonun başarısı, düne göre bu gün neye sahip olduğuyla değil, karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür… 

O halde bu iç karartan iflas tablosunun gerisinde ne var, buraya nasıl gelindi, bu rejim sorun çözme yeteneğini neden kaybetti? Paradigma neden iflas etti? Neden patinaj yapıyor? Bu tablonun gerisinde her şeyden önce Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları var, emperyalizm var ama nedense pek ağzına alan yok… Baş komutanı Amerikalı bir general olan askeri saldırı paktı NATO var; NATO üyeliği var; kompradorlaşma tercihi yapıp, ülkenin ve toplumun geleceğini “kutsal piyasanın”, çokuluslu tekellerinin insafına terk etmek var; Kürt sorununu çözmeme ısrarı, inadı var; dinci gericiliğin önünü sonuna kadar açmak var; özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi ve sosyalizm düşmanlığı var…

Komprador rejimi nasıl bilirsiniz?

 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbesi (1980) Türkiye’nin tarihinde bir kırılma anıydı. Aslında aynı şey genel bir çerçevede dünyanın geri kalanı için de geçerliydi. Zira, 1980, neoliberalizmin (kapitalizmin ve emperyalizmin yeni versiyonu) kendini küresel ölçekte dayatmaya başladığı tarihtir… Ve neoliberalizm demek ‘kutsal piyasanın’ [sermaye olarak okuyunuz] mutlak egemenliği demektir. İnsanların kaderini ‘kutsal piyasanın’ insafına terk etmektir ve insaf kelimesi piyasacı mantığa yabancıdır… 24 Ocak kararları ve onun arkasında duran Amerikancı/NATO’cu askeri darbeyle Türkiye her türlü ulusal kalkınmacılığa, asgari ulusal-toplumsal kaygıya, ulusal egemenliğe elveda diyordu. Aslında yapılan tam bir kompradorlaşma tercihiydi. Artık ondan sonra ekonominin temel rotası dışardan, emperyalist merkezler, onların ‘itibarlı kurumları’ (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb.) tarafından belirlenecekti. Söz konusu kurumlara “uluslararası” dense de bunlar aslında emperyalist ülkelerin tek yanlı çıkarını gözeten kurumlardır. Dünyanın geri kalanının sömürüsü, yağma ve talanı için dizayn edilmişlerdir… Fakat yapılan tercihle Türkiye’nin harikalar yaratacağı söylemi dillerden düşmüyordu. Türkiye dışa açılacak, dünya ekonomisiyle bütünleşecek, “ihracat öncülüğünde” büyüyecekti… Dışa açılmak iyi de, nerenizi açtığınız da önemlidir ve ikincisi, kiminle nasıl bütünleştiğiniz de önemsiz değildir. Dünya ekonomisiyle bütünleşmek demek, emperyalizmin sultası altına girmek demektir. Her türlü özerkliğin, sorunlara müdahale etme yeteneğinin kaybedilmesidir… Ülkenin ve toplumun geleceğini, dışarıya ihale etmektir. Elbette aksini yapmak içe kapanmak, dünyadan kopmak, ‘mutlak otarşi’ demek değildir. Söylemek istediğimiz, “dışarıyı içerinin ihtiyaçlarıyla” uyumlandırmaktır. Aslında dayatılan kompradorlaşma programının bir ‘kurtuluş’ olarak sunulmasında iktisatçı tayfasının ve genel bir çerçevede de mektepli taifenin, akademik statünün gardiyanlarının ve medyanın vebali büyüktü.

Kompradorlaşma durumu geçerliyken, ekonominin içe dönük eklemlenmesi mümkün olmaz. Farklı sektörler arasında bir eklemlenme, karşılıklılık ve tamamlayıcılık söz konusu olmaz. Her bir sektörün alıcısı satıcısı daha çok dışardadır ve rekabet ülke düzeyinden çok, uluslararası planda gerçekleşir. Ekonomi dışardaki gelişmelere bağımlıdır ve  bu niteliğinden ötürü de  son derecede kırılgandır. Ne demek istediğimi netleştirmek için bir örnek şu olabilir: Türkiye 1980 sonrasında ama asıl 1990’lı ve 2000’li yıllarda turizme büyük teşvikler verdi. Zengin turizmi özendirildi. Bu amaçla başta Akdeniz ve Ege sahilleri olmak üzere, verimli topraklar 5-7 yıldızlı lüks oteller, yazlıklar ve golf sahaları tarafından işgal edildi ve betonlaştırıldı. Böylece sadece ekilebilir alanlar mahvedilmedi çevre tahribatı da büyüdü. Oysa kapitalistler için verimli toprakların betonlaştırılıp üretim dışına atılması büyük bir başarı sayılır. Zira onların yegane amacı kısa vadede en yüksek kârdır ve başkaca hiç bir kaygıları yoktur. Ve fakat her seferinde daha çok turist gelmesinin de bir garantisi yoktur. Bir iç veya dış “olumsuzluk” turist akınını durdurabilir ve nitekim şimdilerde olduğu gibi durdurabiliyor… O zaman dimyata pirince gidildiği anlaşılır ama artık iş işten geçmiştir bir kere…  Artık o güzelim topraklar kaybedilmiştir… Ve böyle bir saçmalık da ancak bir rejim kompradorlaşmışsa mümkün olur…

24 Ocak-12 Eylül dönemeciyle girilen kompradorlaşma süreci, özellikle 2002 de bir ‘Ilımlı İslam’ projesi olarak iktidara taşınan AKP iktidarı ile daha da derinleşti, hızı ve yoğunluğu arttı. Geride kalan yaklaşık 15 yılda sermayenin önündeki tüm engeller birer birer ortadan kaldırıldı. Ülke iç ve dış sermayenin sömürüsüne, yağma ve talanını sonuna kadar açıldı. Metalaşma, paralılaşma ve soysuzlaşma görülmemiş boyutlara ulaştı. Emek sömürüsü skandal düzeylere çıktı, iş kazası denilen tam bir katliama dönüştü, ülkenin varı-yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafında yağmalandı, talan edildi. O kadar ki, geride kalan yaklaşık 100 yılda, son 15 yıldaki gibi bir sömürü, yağma ve talan görülmedi. Son 15 yıl bir rekordu! Kamu kuruluşları, kamu hizmetleri, su, denizler, göller, koylar, nehirler, meralar, yaylalar, tüm ortak yaşam alanları, meydanlar, yollar, köprüler, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, enerji, ulaşım, iletişim, velhasıl akla gelen ne varsa özelleştirildi, metalaştırıldı ve birer kâr aracına dönüştürüldü. Görünen o ki, vahşi özelleştirme hız kesmiyor. Yakın bir gelecekte sokakları da özelleştirme kapsamına alırlarsa şaşmayın… Nitekim 15 Temmuz  darbe girişimi sonrasında ilk akıllarına gelen şeylerden biri daha nelerin özelleştirileceğiydi ve uzunca bir liste ilân ettiler. Demek ki, hâlâ yağmalanacak şeyler varmış! Belli ki, akıllarını yağma ve talanla bozmuşlar… Hiç bir şeyi esirgemiyorlar… Aslında özelleştirmek demek, topluma ait olan, halka ait olan, herkesin olan, toplumun ortak kullanımına sunulan, sunulması gereken varlıkların, yaşam kaynakların (müştereklerin), yaşam alanlarının,  özel şahıslar, sermaye sahipleri ve şirketler tarafından sahiplenilmesi, özel mülk kategorisine indirgenmesidir. Başka türlü söylersek, topluma ait olanın ondan çalınmasıdır… İyi de bu hırsızlığın, bu gaspın bir başarı sayılması rahatsız edici değil mi? Bu hem insan ve hem de toplum için utanılacak bir şey değil midir? Rahatsız edici değil midir? Bir toplum hangi gerekçeyle böyle bir saçmalığı kabullenir ve sorun etmez! Bırakın her hangi bir rasyonaliteyi, bu kepazelik ahlâken dahi kabul edilebilir bir şey midir? Bir toplumun, bir ülkenin sahip olduğu yaşam alanlarının ve kaynaklarının “iş bitirici” kapitalistler, soyguncular tarafından sahiplenilmesi, yağmalanması, talan edilmesi nasıl oluyor da bir başarı sayılabiliyor? Bir yerde “iş bitiriciler” varsa, bir de “işi bitirilenler” vardır… Zira “iş bitirme”, “işi bitirilenleri” var sayar! İyi de, bu saçmalık neden sorun edilmez?

Fakat bir şey daha var: Tüm kamu hizmetleri özelleştirmişken, insanların içtikleri, su yedikleri ekmek de dahil, neden hâlâ her şeyden vergi alınıyor ve vergiler neden tam bir haraca dönüştü? Şimdilik bir tek havadan vergi alınmıyor ama yakında sıra ona da gelecektir! Kamu hizmetleri kamu hizmeti olmaktan çıkmış, her şey özelleştirilmişken, bu devlet  onca vergiyi neden, ne için alıyor? Cevap ortada değil mi? Bankalara, şirketlere, gözü doymaz yeni yetme yandaş “iş bitiricilere”  peşkeş çekmek için…  Böyle bir tablo söz konusuyken  “yurttaş” bunun neresindedir? Siz yurttaşın ne olduğunu, ne olması gerektiğini hiç düşündünüz mü? Böylesi sefil bir tablo geçerliyken orada hâlâ haysiyetli bir yaşam mümkün müdür? Orada etik değerlere, ahlâka yer var mıdır? Orası hâlâ yaşanabilir bir yer midir? Sömürünün, yağmanın ve talanın, çalıp-çırpmanın kural olduğu, “iş bitiricilik” ahlaksızlığının” marifet sayıldığı bir toplumsal yaşam sürdürülebilir midir?

O halde ne yapmak gerekiyor? Bu iflas tablosundan, bu sefil durumdan nasıl çıkılabilir? Bir kere bu ülkeyi bu hale getirenlerden hâlâ çözüm beklemek abesle iştigal etmektir. Bir sorunu yaratan yöntem ve araçlarla o sorunu çözmek mümkün değildir. Artık verili zemin üzerinde sorunları çözme imkânı yok… O halde yeni aktörlerin, yeni yöntemlerin, yeni bir perspektifin devreye sokulması gerekiyor. Ve bu mümkün. Bunun için önce toplum çoğunluğunun sürece müdahale edebilir yüksekliğe çıkması gerekiyor. Bu da ideolojik kölelikten kurtulmakla, bilincin özgürleşmesiyle mümkündür. Aksi halde sorunlar daha da büyümeye, toplumun geleceği kararmaya devam eder. Bu aşamada yeni bir yaratıcı ütopyaya ihtiyaç var ve entellektüellere önemli iş düşüyor. Toplumu sosyal eşitlik, demokrasi ve sosyalizm zemini üzerine çekmeden, ekolojik kaygıyı listenin başına yerleştirmeden, ortaklaşmayı, bölüşmeyi, paylaşmayı, dayanışmayı, karşılıklılığı, demokrasiyi esas alan, kelimenin jenerik anlamında komünist bir toplum perspektifi hedefi olmadan, sorunları çözmek, bir şeyler başarmak artık mümkün olmayacak. O halde işe, düşünce tarzımızı ve yaşam tarzımızı değiştirerek başlamak gerekecek. Ya vakitlice bu sefil durumdan çıkılacak, yeni bir rotaya girilecek, ya da toplumun bir geleceği olmayacak. Bilinçli-sorumlu, gelecek kaygısı olan insanlar olarak bu sürece müdahale etmemize bir engel var mı?  Eğer birileri şeyleri bu hale getirmişse, başkaları da neden başak türlü yapmasın? Bütün bu olup-bitenler insan iradesi dahilinde gerçekleştiğine göre… Böyle bir tablo ortaya çıkmışken, artık amaç, bu çürümüş rejimi kurtarmak değil, bu rejimden kurtulmak olmalıdır…

Fikret Başkaya

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu