Arka Bahçemiz

Sustuğumuz Yerden Kanıyoruz

163210_190654224280981_6739803_n

Susan hasta
Susan vakalardan korkmam gerektiğini çok erken öğrendim!
Bir haftadır yağan karın ardından ayaza kesmiş bir gece yarısıydı ve lojman yokluğunda kendime oda yaptığım hasta koğuşunun caddeye bakan penceresinden, dışarıyı seyrediyordum.
Uzak bir köyden bata çıka gelen traktörün römorkundan, birbirine sokulmuş beş kişi indi. İkisi traktörün yanında kaldı, diğerleri hastanın kollarına girip, ağır aksak taşıdılar içeriye.

Erken yaşlanmış, esmer, ince yüzlü bir kadın. Eli karnında, kıvranıyor. Ağrı dayanılmaz olmuş belli ki, yoksa sabahı beklerlerdi. Muayenede pek bir şey bulamadım. Haline dayanamayıp, ağrısını kesmeye karar verdim. Tecrübeli hemşiremin bakışlarından anlamalıydım aslında; gece yarısı sancıyla gelen bir hastayı, sıkı bir ağrı kesiciyle rahatlatmanın pek de hayırlı bir iş olmadığını. Az sonra odama dönmüş, kendime günlük, babama mektup, meçhul sevgiliye şiirler döşenirken, çok geçmedi, hemşire kapıyı tıklattı. Hastanın nabzı düşüyormuş, tansiyon da pek normal değilmiş. Telaşla koştum tabii ki. Kadının az önce rahatlayan yüzü, kül rengi. Soğuk soğuk terliyor. Karın da tahta gibi sert, ne yapacağız?
Hemşire, “Mevlüt Bey’i kaldırayım mı?” diye fısıldıyor usulca. Mevlüt abi dahiliyeci, bizim de başhekim. “Tamam” diyorum, titremesine mani olamadığım bir ses tonuyla; “bir de o baksın bakalım!”

Halbuki, o gece hastane bana emanet edilmiş. Herkes yemeğe gitmiş. “Cennet Bahçesi”nde bilmem kimin veda gecesi var. Bu demektir ki, geç vakit, davul zurna ekibiyle kasabanın tek caddesinde, her adımda zurnanın deliğine sokulan paralarla yolun sonuna kadar halay çekilerek yürünecek, sonra da herkes evine. Şimdi bu saatte kaldırmak da olmaz adamı, ama durum fena!

Mevlüt abi hep ayaktaymış gibi bir dirilikte geldi az sonra. Her zamanki sakin ve neşeli hallerle muayene etti kadını. Teşhis: akut apandisit…
Kapıcı Kasım, cerrah İbrahim abiyi kaldırmak için eve yollanırken, o da ellerini yıkıyordu sessizce. Süt dökmüş kedi gibi oturdum koltuğun ucuna.  Hafif mütebessim, konuştu: “Ağrısını kesince iyileşti zannettin öyle mi? Ağrı seni ikaz ediyor halbuki! “Ben buradayım, sorun devam ediyor” diyor. Bağırandan değil, susan hastadan korkacaksın asıl!

Ses saklamak
Yılmaz Güney’in “Sürü” filmindeki Berivan karakteri de, film boyunca hiç konuşmaz, susar. Kocasına bir çocuk veremediği için yok sayılmanın isyanıdır konuşmamak. Suskunluğunu sadece bir yerde bozar. Küçük kardeşi, bir çatışma anında kaza kurşunuyla öldüğünde. Berivan’ın çığlığıyla yırtılır perde.

Akrabalarımızdan birinin bir akşam anlattığı “susma” hikâyesinin kalbimi yırttığı gibi: “17 yaşındaydım evlendiğimde. O zamanlar, ‘ses saklama’ âdeti vardı. Kayınpederin, kayınların yanında konuşamazsın, hiç bir şey söyleyemezsin; ses saklayacaksın yani! Artık, kaç sene olursa? İyi ses saklarsan eğer, ailenin büyüğü bi tarla ya da bi bağ bağışlar, ondan sonra dilin açılır, konuşmaya başlarsın. Öyle bi âdet işte. Ben de hiç konuşmazdım, hep ses saklardım. O zamanın başka bi âdedi de, evlere kadın getirmek. Öyle bir âdet vardı, olmaz olasıca. Dört beş arkadaş bir araya gelir, kadın getirirler, kadın hepsinin evinde sırasıynan kalırdı. Bizimki de almış getirmiş. Üç gün bizde kalacakmış. Kadın yukarda, bizimkiynen odada; ben de aşağıda, tandırın başındayım. Yukardan şırıl şırıl suyun sesi gelir. Yıkanmış herhal. Az sonra kurulamış saçlarını, indi aşağıya. Geldi önüme oturdu. ‘Abla, saçlarımı bir örsene!’ Ses saklıyoz ya, hiç bi şey söylemedim. N’apiyim, taradım, ördüm saçlarını. Pek de güzeldi saçları, beline kadar. İşim bitti; döndü, ‘sen, niye hiç konuşmuyon abla?’ dedi. Sustuğum yerden yandığımı bilmez ki! İçimden neler söylüyorum bir duysa.”

“Halk sufizminde en iyi dilekte bulunma şekli sessiz dilektir. Kişi gönlü ile konuşabilir. Kalbi dilekler, lafzı dileklerden, dualardan daha makbul sayılır.”

Bu bozkır kadını biliyor muydu acaba bunları?

Terapide de, terapistin derdi, hastanın “sustuğu” yerdir, Freud’dan sonra, psikanalizle birlikte hasta, “bir sedire uzanacak ve aklından geçenleri serbestçe söylemeye davet edilecekti. Bu aynı zamanda hatırlamaya, bağ kurmaya, çağrışımlar üzerine düşünmeye de davetti. Sustuğunda niye sustuğu, neye direndiği, neden korktuğu çözümlenecek, bütün ruhsal hayatı mercek altına alınacaktı.”

Nurettin
Bu topraklarda kadınlar, hayatta kalabilmek için, kendileriyle birlikte bebeklerini de susturmak zorunda bırakıldılar:
“Askerler çok yakınımızdaydı. Üç-beş adım daha atsalar tepemize binecekler! Saysenem ne yapacağını bilemedi. Memesini bebeğinin ağzına bastırdı, yarı gövdesiyle kapandı üstüne. Anne kız bir süre öylece soluksuz bekledi. Arkadan da bir çift el Saysenem’i sırtından bastırdı. Saysenem doğrulduğunda bebeği ağlamıyordu artık… Benim kucağımda da Kamer vardı. Kamer’im gözlerini belertmiş, annesinin kucağında kaskatı kesilen talihsiz yeğenime bakıyordu. Olanı biteni anlamıştı o da, nefesini tutmuş, hiç sesini çıkarmıyordu! (1938-Dersim)”

Ne var ki, “susmak” pek tekin bir durum değildir. Bunu en iyi zalimler bilir!

Zulmün en son vardığı yer gibi gözükse de, haklılığın son çaresidir susmak. Nurettin Yedigöl de öyle yaptı; sustu! 1954 yılında Erzincan’da doğan Nurettin, liseden sonra İstanbul’a geldi. İşletme Fakültesi’nde okurken 12 Nisan 1981’de, İdealtepe’de bir evde gözaltına alındı. 1. Şubeye getirildikten sonra, ağır işkencelere maruz kaldı. Derileri yakıldı. Kafasına çakılan çividen elektrik verildi. Ama o sustu, adını dahi söylemedi. En son 17 Nisan 1981’de, işkencede, çırılçıplak, konuşamaz ve kanlar içerisindeyken görüldü; bir daha da haber alınmadı. Polisler hiç bir zaman bu isimde birini gözaltına aldıklarını söylemediler. Cesedi bugüne kadar bulunamadı.

Kızılderili suskunluğu
Suskunluk belli ki evrensel bir isyan. Kendi coğrafyamızda binlerce yıldır susturulmuş kavimlerin bir benzeri de Şili’deki Kızılderililerdir. Şili’de Pinochet zamanından bu yana, “Şili’de Kızılderili yok, yalnızca Şilili var,” deniyor. Pek tanıdık bir cümle değil mi?
Şili’de Kızılderililere, Güney Afrika’nın apartheid dönemindeki siyahlar gibi davranılıyor. Otel ve lokantalara girmeleri yasak.

Güney Sierralar’da dünyaya gelmiş olan Lucho, “Okulda kendi dilimizi konuştuğumuz zaman beni döverlerdi,” diye anlatıyor yaşadıklarını. Lucho’nun karısı Rosa, eskileri anarak, “Babam benim Keçuva dilinde konuşmamı yasaklamıştı, ‘Senin iyiliğin için yapıyorum bunu’ derdi,” diyor.

“Onları hor gören düzen, bilmediği bir şeyi hor görüyor, çünkü korktuğu şeyin ne olduğunu bilmiyor. Hor görme maskesinin ardında panik var.” O eski ve kadim sesler ölmemekte direniyorlar çünkü.

Susturulan Kızılderililer için;  “Ne diyor bu insanlar?” diye sorar Galeano. “Sustukları zaman, ne konuşuyorlar acaba?”

Şimdi bize, “susun” diyorsunuz. Çocuklarımız ölürken, sokaklarda sorgusuz sualsiz tekmelerle canları alınırken, gül yüzlü kızlarımız karanlık ormanlarda yakılırken, kartopu oynamaktan başka suçu olmayan arkadaşlarımız öldürülürken, itiraz edenlere, zulme, haksızlığa karşı çıkanlara “susun” diyorsunuz ya. Belki susarız…

Ama o zaman, kulaklarınızı kapatın. Sustuğumuz zaman söylediklerimizi hiç duymak istemezsiniz çünkü!

Alıntılar
*Tarih ve Toplum, Mart 2002, B. Habip
*Beyaz Dağ’da Bir Gün, E. Yağan
*Kucaklaşmanın Kitabı, E. Galeano
*Y. Kalafat
*Unutmak Suları, A. Azar

Ercan Kesal

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu