Ne zaman eli cebinde gamsız biçimde kendini sokağa bırakmış birini görsem sevinirim. Zamanını özgür kullanma olanağına sahip birinin varlığı umut verir. Esaret çağının çatlaması için çabalayan herkes dikkate değer. Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ romanını pek severim. Uzun zaman oldu okuyalı ama bende tuhaf bir duygu bıraktı; sanki herkes kendi aylağını yaratmak zorunda gibi gelir bana.
Sait Faik’te güzel bir imgedir. İstanbul’un içinde, adalarda özgür savrulur, kahvelerde oturup derin çay sohbetlerine dalar, insanlar bulur, öyküler derler, başında fötr şapkası bir İstanbul gezginidir… Şahane bir resim gibi gelir bana. ‘Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye’ kurar kafasında. Orhan Veli de güzel bir aylaktır. “Bedava Yaşıyoruz Bedava” diye mırıldanır sanki ve bunu kanıtlarcasına salınır caddelerde. Kimi zaman sabah herkesten önce kalkıp gökyüzünü onarır. Buna inanır.
Galata Köprüsü’nün üstünden geçerken sağlı sollu yerleşmiş balıkçılar görürüz. İstanbul’un en güzel resmidir bu. Sabah erken saatlerde ellerinde kovaları, asgari gereksinimlerini karşılamak için hazırladıkları küçük çantaları, biraz dinlenmek için yanlarında gezdirdikleri açılır kapanır iskemle, başlarında şapka, saatler süren keyifli bir uğraşın içindedirler. Dışarıdan birinin kavraması hayli güç bir eylemdir bu. Artı değer üretmeyen belki de. İş sahibi olmanın kutsandığı, kâr etmenin tek yararlı eylem olarak görüldüğü bir dünyanın içinde, belki de salt akşam yiyeceği bir iki lüferi tutma gayreti dışında ereği olmayan bu kişiler enayi gibi durur kimileri için. Oysa bazen küçük bir mangal da eklenir bu fotoğrafa, bir yandan ızgaraya sürülür denizden az önce çıkmış balıklar, çay bardağında geniz yakan iki yudum rakı eşlik eder bu törene. Köprünün konukları göz hakkını alır, sohbet koyulaşır, demlenir, derinleşir.
Eskiden bir kitabın peşine düşenlere rastlanırdı. Moda’nın yan yana dizilmiş sahaflarında görülürdü bu kişiler. Baskısı tükenmiş bir hatıranın izini sürmek ciddi bir uğraştır da, nedense dikkate alınmaz. Dükkânın içinde kedilere rastlanır çoğu zaman. Bu kez sabahın ilk çaylarının buğusu eşliğinden koyulaşır söyleşi. Bilge Karasu “Ne Kitapsız Ne Kedisiz” demiştir çoktan. Yeteneksizlik kutsanmamış, alınır satılır olanın dışında da bir dünya olduğuna inanılmıştır. Belki de yaşlı sahaf, salt bu sohbetler sürsün, buluşma mekânları yitmesin diye açmaktadır kapısını her sabah. Kitap satışları yok denecek kadar azdır, ne gam…
Melih Cevdet’in ‘Paris Yazıları’ndan birinde okumuştum, içki içmek için yolda hızla ilerlerken yanına yaklaşan bir berduş para istemiş ustadan. Önce terslemiş adamı, sonra “ne yapacaksın” diye sormuş. Adam “şarap alacağım” deyince, utanmış kendinden, parasının yarısını vermiş berduşa. “Ben de içmeye gidiyordum. Adamı kınamaya, eleştirmeye hakkım yoktu. Madem ikimizde içecektik. Parayı da paylaşmalıydık” diyor.
UZMANLIK ÇAĞI TUTSAKLARI
Bahar aylarıyla birlikte alerjim azar, biri sprey olmak üzere üç ilaç ancak ayakta kalmamı sağlar. Bağırsaklarımdan kaç zamandır şikâyetçiyim. Reflü ve kolit belimi büküyor. Önlem almak için ayrı, hastalık derinleştiğinde farklı ilaçlara tutsağım bir yandan. Yaşlılar gibi bir ilaç çantası hazırlamak zorundayım. Kronik baş ağrıları için ayrı bir hekime gereksinim duyuyorum, peşimi bırakmayan çarpıntılar için ruhumu dindirecek psikiyatristlere. Yetmiyor, dengeli beslenmeme karşın yağı bozuk, sütü bozuk dünya, söz de yeni lezzetlere yelken açmama olanak verirken, bir yandan ince ince hasta ediyor beni.
Dermatolojik sorunların tamamı sinirsel deyip geçmek geliyor içimden ama… olmuyor. Hekimler önemli. Hekimler güvenli. Hekimler yol gösterici. Hekimler belki… farkında olmadan hasta eden beni, dilim varmıyor söylemeye ama… onlar da karmaşık denklemin bir parçası sanki. Şimdilerde derin soğutucularla serinletilmiş beş yıldızlı hastanelerinde çoğu pineklemekte. Gözler kapıda hasta beklemekteler. Ama düzen, bu uzmanlar çağı onları hem tutsak etmiş, hem de gardiyan… “Her okul bir hapishanedir” diye yazmıştım bir kitabımda. Gece uykumun en derin anında, hâlâ sıçrayarak kalkıyorsam ve boğazımda bir yumru yıllardır bitmeyen sınavları bir kâbus olarak düşlerde yineliyorsam haklıyım. Bir çocuğun babası olarak ben, nasıl olur da kendi ellerimle adı uzman olan, giderek canavarlaşan düzenin kocaman ellerine bırakabilirim yavrumu.
Daha doğmazdan önce başladı garip süreç. Doğayla didişmenin yanıltıcı süreci. Konforlu muayenehanelerde uzmanlarla görüşerek çıktık yola. Doğum ve sonrası uyulması gereken koşullar, sütten kesilme telaşı, derken çalışmak zorunda olan bir kadının işle, ev arası karmaşık savaşımı. Bir damla anne sütü heba olmasın diye steril küçük şişelere yazgılı zamanlar. Küresel şirketin bir odasında, anneye saygı gereği hazır edilmiş bebek mekânında, ağrılar, sancılar içinde göğsünden akan sütü koruma altına almak… Akşam koştura koştura eve gelmek, o bir yudum bedenden taşan anne sütünü bebeğin dudağına bırakmak.
Bakıcılar. Kaçanları, saldırganları, yalancıları… Bakıcılara yazgılı konforlu, varsıl bir yaşam. Bakıcıları mutlu etmek için çabalayan beyaz yakalı zavallılar! Anaokulları sonra. Pedagoglar. Uzman sözler. Derin tahliller. Çocuğum el işlerinde başarılı mı? Çocuğum bir müzik aleti çalabilecek mi? Spor yapıyor mu? İngilizce konuşabilecek mi? Kaç sözcük öğrendi? Ruhsal gelişimi nasıl? Uzmanlar bilir. Uzmanlar söyler. Onların gözleri başka, elleri farklı, dilleri acıdır. Uzmanlar esir alırlar çocuğunuzu. Gönlünce sevemezsin. Konuşamazsın. Kana kana terlemek yasak. Sevişmek de! Boşanmış anne babalara ayrı reçete. İç içe geçmiş dramlar. Az önce eşini boşamış pedagog akıl verir. Daha kendi reçetesini yazmamıştır aslında.
Antidepresanlar arasında kıvranırken uzmanlığın gereğini yapar. Çocuğu olmayan uzmandan, çocuk üstüne dersler… Okullar yıllık ücretleri açıklar. Kardeşler için ayrı fiyat verilir. İndirim hakkı. Yemeğe ayrı para ister, servise ayrı. Üniversiteler tatil köyü gibi satılır. Billboardlarda sırıtan yüzler. Bilim satarız biz derler ama iş ve işçi bulma kurumu muadili olsalar yeter. Olmaz. Ne meslek sahibi eder öğrenciyi ne de mutlu. Hangi meslekten söz ediyoruz, belli değildir aslında. Denizi görmemiş su ürünleri mühendisleri yetişir. Yetmez, türlü sosyal bilimciler arasında kavrulur zihinler. Uydurma saha çalışmaları içinde kıvranılır beri yandan. Hukuk taca çıkar, hukukçular sahaya girer, hakem düdük çalar, oyun biter. Okullar mahpusluktur aslında. Özgülüğünüzü çalar, öğretilerini dayatır. Kampuslarda birbirine benzeyen kızlar görünmeye başlar. Ardından sevimsiz oğlanlar belirir. Yüzlerde aynı sırıtış, derinde aynı umutsuzluk…
İŞSİZLİK HAKKI
Bir ‘İŞ’i olanın adam sayıldığı günlerden geçiyoruz. Yeni emekli olmuş ya da kovulmuş babalar, çocuklarına hissettirmemek için sabahın köründe sokaklara düşüyor. İş sahibi olmamanın utancını gizlemek için. İvan İllich ilginç bir yazar. Din adamlığı eğitimi görüyor. Doğa bilimi, felsefe okuyor. Anlaşılan yaşamını bir öğreti gibi koyuyor ortaya. Kanser oluyor, tıbbın içinde bulunduğu koşulları onaylamadığı için tedaviyi reddediyor ve ölüyor. ‘İşsizlik Hakkı’nı yazıyor. İçinde bulunduğumuz koşulları ‘Modern Yoksulluk’ olarak tarif ediyor. Olağandışı zenginliğe sahip olanların dışında herkesin bunu paylaştığını söylüyor. Ruhların sefaleti diye ben de ekleyebilirim.
Düzenin tarif ettiği işlerin yararlı sayıldığı ve özgürlüğün, söz söyleme hakkının da buradan gelen güç ve iktidarla anlamlı bulunduğu bir denklem içindeyiz. İhtiyaçlar bizim dışımızda şekilleniyor ve özgür olduğumuzu sandığımız o an, tersine egemenliğimizi devrettiğimiz bir süreç başlıyor. İhtiyaçlar, özgürlük arasında garip bir ilişki var;“Hem geleneksel hem de modern toplumlarda çok kısa süre içinde önemli bir değişim gerçekleşti ve ihtiyaçların giderilmesi için kullanılan araçlarda radikal değişiklikler oldu. Motor gücü kasları zayıflatırken, eğitimde özgüven sahibi merakı öldürdü.
Sonuçta hem ihtiyaçlar hem de istekler, tarihsel örneği olmayan bir karaktere büründüler. İhtiyaçlar ilk kez neredeyse tamamen metalara yapışık hale geldi. Çoğunluğun istediği yere yürüyerek gidebildiği zamanlarda, insanlar ancak özgürlükleri kısıtlandığında kendilerini baskı altında hissederlerdi. Şimdi ise hareket edebilmek için ulaşıma muhtaç hale geldiler ve artık özgürlük değil seyahat hakkı talep ediyorlar. Ve daha fazla taşıt daha fazla insana bu ‘hakkı’ sunmaya devam ettikçe değeri düşürülen yürüme özgürlüğü seyahat ‘hakkının’ gölgesinde kalıyor. Çoğu insan, bir diğerini izleyerek istiyor.
Herkesin yolcu haline geldiği bu durumdan özgürleşmeyi hayal bile edemiyorlar, çünkü onlara göre bu, modern insanın modern dünyada kendi başına hareket etme özgürlüğü demek.”Yer değiştirme hakkımız taşıtlarca gelişiyor sanıyorsak da, esasen yürümenin anlamı, özgürlükle ilişkisi arasındaki bağı unutuyoruz. O halde balıkçıyı göremeyen gözlere sahip olmanın, suda oynaşır hallerini fark etmemenin, kenti bir baştan bir başa kendince kat etmenin ne olduğunu da bilmek giderek zorlaşıyor. Garip bir körlük hali bu belki. Uzmanlar çağının içine sıkışan kişi, bu gereksinimlere uygun düzenlenen çevreye, binalara ve taşıtlara yazgılı bir hal alıyor. Bunu sorgulamak şöyle dursun, bu yapının içinde güçlü ve kalıcı bir yer edinmek için çırpınır halde buluyor kendini.
Öğrenilmiş bir gereksinimler bütünü, yine aynı elden geliştirilmiş bir iş tanımı ve özgürlük tarifi. En büyük yanılsamanın da burada başladığını artık iyice biliyoruz. İyi eğitimli ve uyumlu bir hayvan olarak insan, ömrünün üçte birini İllich’in demesiyle ihtiyaçları nasıl karşılayabileceğini öğrenerek geçiriyor. Kalan üçte ikilik zamanı da alışkanlıklarını yönetenlerin müşterisi olarak geçiriyor. Dinlenmek için tatile çıkan, ama alıkça sağa sola bakan turiste dönen kalabalıktan söz ediyoruz. İllich bu çağın zehrinin profesörler tarafından üretildiğini söylüyor. Seçmen denilen kitle üzerinde uzmanların ve teknokratların baskısının altını çiziyor. Biz de buna ‘verili, tanımlı özgürlük’ diyelim.
Öğrenilen özgürlüğün, esasen tutsaklık olduğunu ve kişinin kendi zindanını sırtında taşıdığını bilmem söylemeye gerek var mı? Bir ‘İŞ’i olmayan kişinin kendini suçlu sayması, bundan ötürü hakaret görmeye, toplumsal haklarını devretmeye rıza göstermesi üstüne iyice kafa yormak gerekli. Erken emeklilerin, öğrencilerin, işsizlerin, ev kadınlarının suçlu olarak kabul edildiği ve iş sahibi olanın da er ya da geç bu büyük tutsak ve suçlu kalabalığa katılacağı günü beklediği garip ve hazin bir tablodan söz ediyoruz. Doğumdan başlayan, eğitim aşamasında büyüyen, imtihanlarla diri tutulan, diplomalarla geçiştirilmeye çalışılan, bir iş sahibi olunduğunda kısmen dinen ama nihayetinde hazin son geldiğinde bir vicdan azabı gibi kişinin peşini bırakmayan bir duygudan, olgudan söz ediyoruz. Vahşi, sinsi ve saldırgan! Kişiye seçmen dendiği anda bile, kısıtlı seçimlere mahkûm eden bir düzen.
ÖZGÜR YURTTAŞ OLUR MU?
“Yurttaş özgürlükleri normalde başkalarını sizin istediğiniz şekilde hareket etmeye zorlamaz. Benim kendi fikrimi söyleme ve yayımlama hakkım var, fakat herhangi bir gazete bunları basmak zorunda olmadığı gibi, herhangi biri okumak zorunda da değil. Güzelliği kendi gördüğüm şekilde resmetmekte özgürüm, fakat hiçbir müze benim tablomu almak zorunda değil. Ama aynı zamanda, özgürlüklerin koruyucusu olarak devlet insanlara özgürlüklerini yaşayabilmeleri için gereken eşit hakları çıkarabilir ve çıkarır da. Eşitliğe anlamını ve gerçekliğini bu tür haklar verir, özgürlükler ise özgür davranışı şekillendirir ve mümkün kılar. Konuşma, öğrenme, iyileşme ve bakım özgürlüklerini yok etmenin özel yolu, insan haklarını yurttaşlık görevlerine dönüştürüp başkalaştırmaktır. Bu üçüncü yanılsamanın en belirgin özelliği, insanları kamu tarafından desteklenen hak arayışlarının eninde sonunda özgürlüklerin korunmasını sağlayacağına inandırmasıdır.
Gerçekte ise toplum profesyonellerin kendi haklarını tanımlamasını meşrulaştırdığı sürece, yurttaş özgürlükleri uçup gider.” diye bitiriyor kitabını İllich. Uzmanlar ve onların dayattığı araçlar ve gereksinimler arasında yol bulmak kolay mı? Emin değilim. Düzenin esiri olmamak için özel direnç göstermenin ne denli başarılı sonuç vereceğini de kestiremiyorum. Artık doğanın emirleri için de, ona uygun devinen bir insandan söz açmak olası değil. Çevreyi daraltan, sözleri ve eylemleri kısırlaştıran modern yaşam içselleşiyor. Garip uyarıcılar çağındayız. Bir kitabı dış etken olmadan rahat okumak, bir uykuya didişmeksizin dalabilmek kolay değil. Kaçmaya çalıştığınızda tüm geçmişiniz ve dünyanın yükleri peşinize düşüyor. En önemlisi kendiniz için cesaret edip, risk almaktan uzak durduğunuz bu uzmanlar çağının törenleri, değerleri karşısında, çocuğunuza sormaksızın, onun adına dikilmek de kolay değil. İradesini teslim almak demek. O okulları, doktorları, hukukçuları, bitmek tükenmek bilmeyen danışmanları reddetmek hakkı kimde?
GÜÇLÜ BİR ÇIĞLIK
Ölümü kapıya dayandığında “Üstü kalsın” diyebilen bir Cemal Süreya’dan söz açmak mümkün. Onun şiirinin evreninde gezinmek ve özgürlüğe dokunmak için bir adım daha atmak. Karaburun’da balıkçı tekneleri birer ikişer iskeleye yanaşırken, bu canlı tabloya kadeh kaldırmak da mümkün! Okuldan kaçmış çocuklar gibi şen ve şımarık oynayan beyaz yakalı uzmanların neşesine kapılıp, biraz olsun hallerinden anlamaksa gerekli. Tuhaf bir tahterevalli de, ertelenmiş öyküler çağındayız. Hep mutlu bir yaşam vaat eden, asla bugün için yaşam önermeyen, sanal gelecekler çağındayız. Şiir denize karşı atılan güçlü bir çığlıktır. Aylaklık ve işsizlik bir hak!
Enver Aysever
Dünyalılar