Türkiye giderek kutuplaşan, üstelik sadece kutuplaşmakla kalmayıp neredeyse birbirine düşmanlaşan bir şekilde bölünüyor. Bazılarımız yaşanan ölüm ve haksızlar karşısında sessiz kalmaya dayanamayıp sokaklara dökülürken, AKP seçmeninden her nasılsa bu konuda pek de ses seda çıkmıyor. Bu durumda hepimizin kafasını karıştırıyor, nasıl bu kadar vicdansızlaşan, duyarsızlaşan bir yapıya büründü bu destekçiler. İşte bunu güzel bir analiz yazısıyla anlamaya çalışalım. Ümit Kıvanç’ın kaleminden “Cehenneme Yürüyüş”
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, başlıbaşına bir politik tavır, bir zihniyet ve hattâ giderek bir haleti ruhiye “seti” olduğunu söyleyebileceğimiz üslûbu, siyaset alanının sınırlarını çok aşan sonuçlar yaratıyor. Bu öyle bir üslûp ki, içeriğini beraberinde taşıyor, onunla şekillenip onu şekillendiriyor.
Yani bir üslûptan çok daha kapsamlı ve teşkilatlı. Yine de, ona meselâ zihniyet, görüş, teori şu bu yerine üslûp demeliyiz; çünkü o birşeyleri yapmanın etmenin, söylemenin biçimsel ve fizikî-teknik özelliklerine dair bir tanım. Buna karşılık, ancak belli içeriklerle birlikte varolabiliyor. Alıp götürüp başka içeriklerin üslûbu haline sokamıyorsunuz. Sırf biçimsel değil, çünkü meselâ bir içerik bu üslûpla ifade edildiğinde, sadece o içerik dile getirilmiş olmuyor; “söyleme” olmaktan çıkıp, “buyurma”ya veya “azarlama”ya dönüşebiliyor. Ve buyurma ya da azarlama yoluyla dile getirildiğinde, herhangi bir içerik, artık o içerik olmaktan çıkıyor, başka şeye dönüşüyor. Ya da soğuk bir veri, diyelim bir rakam, oran vesaire, başbakan tarafından ifade edildiğinde, basbayağı duygu yüklü bir mesaja dönüşebiliyor. Bir insanın ağzından çıkan basit bir gerçek, nasıl oluyor da milyonlarca insanın karşılıklı geçip birbirlerine kin bilemesine yolaçabiliyor? Üstelik, o laf herhangi bir açık kışkırtma içermese de. Görünüşte sakin bir tonda söylenmiş olsa da. O üslûp bir çeşit torna.
Esas zarar peşindekilere
Türkiye yeni sağının lideri, ilk bakışta insana mantıksız görünse de, esasında en büyük zararı, acımasız polis şiddetini reva gördüğü, her fırsatta hakaret ettiği muhaliflerine değil, kendi seçmenlerine veriyor. Onlara izanlarını, vicdanlarını iptal ettiriyor, onların insanlığını eksiltiyor. Bu süreçte komprime bir tavır önerisini her zaman muhakkak içeren şu üslûbun belirleyici rolü var. Üslûp, ifadeden önce gelen, tasarlama, bazen bulma, keşif veya icat etme, formüle etme aşamalarında da yol gösteriyor. Öyle bir mâmûl gerçeklikle çıkıyor ki insanların karşısına, hem herkes neye nasıl tavır takınacağını hem neden böyle yapacağını, yani kullanacağı argümanları şunları bunları hem de bunun altından kalkabilmek için ihtiyaç duyacağı şirretlik dozunu, nereden nasıl vuracağına dair yol yordamı öğrenebiliyor.
AKP liderinin seçmenine kolaylıkla verebildiği mesajlar, şüphesiz oradan oraya rahatça taşınabilecek, karmaşık olmayan yapılara sahip. Ancak yine de, herhangi bir olay karşısında, bu olayın hangi kahramanlarına ne mesafede durulacağı, kime niye karşı olunacağı, bunun hangi gerekçelere dayandırılacağı, kendilerine yönelebilecek muhtemel eleştirilere karşı ne tür itiraz öne sürüleceği gibi temel ilkyardım bilgilerini bütünüyle içeriyorlar. Elbette bunların dile getirilişinde münasip kaçacak şiddet dozunun bilgisiyle birlikte.
Başbakan, kendisine kayıtsız şartsız bağlılık gösteren geniş seçmen kitlesini şimdiye kadarki bütün manevralarında arkasından firesiz sürüklemeyi, yönlendirmeyi başardı. Elindeki, ağzı laf yapan, eli kalem tutan kapıkulu ordusunun kararlı, adanmış aracılık faaliyetinin katkısını gözardı etmemeliyiz elbette; ama onlara örnek olan, kendininki gibi bir üslûp kazandıran, kendi başlarına muhtemelen cüret edemeyecekleri bir küstahlık aşaması için onları yüreklendiren yine liderdir. Aynı zamanda varlıklarıyla tabiî ki bu ahir zaman yıldızlarıyla asla kıyaslanamayacak kadar iddiasız, geniş takipçi kitlesinin belki bazen, fazla gerilimden endişe duyabileceği zamanlarda, makamlarına hem gevşekçe hem küstahça yerleşmiş bu kapıkulu tayfası bu endişeyi yatıştırmaya yarıyor. Bunların kendinden aşırı emin, ukala, cüretkâr, saygısız, küfürbaz davranışları, o kitleye, peşine takıldığı kuvvetin gelip geçici olmayabileceği izlenimi, dolayısıyla belli bir emniyet hissi verebiliyor.
Adım adım kötülüğe doğru
Buraya kadarı, Türkiye’nin 2000’lerine özgü bir siyaset tarzı, bir toplumsal oluşum kabul edilip yorumlanır, değerlendirilirdi, biterdi. Ama bahsettiğimiz mekanizma içerisinde, liderin kendisine bağlı kitleyi sürekli biraz daha fazla kötülüğe doğru çekmesi diye bir olgu var ki, işin rengini tamamen değiştiriyor. AKP lideri, kendi seçmeni için dahi apaçık kabul edilemez durumlar ortaya çıktıkça, fütursuzca adımlar atıyor. Bu adımlar genellikle kendisi, yakın çevresindeki önderlik elemanları, kapıkulları ve kitlesinin hep birlikte bulunduğu yerden öteye doğru oluyor. Adımı atıyor ve daha atarken, kendinden içerikli üslûbuyla anlatacağını anlatmış oluyor: Benimle gelecekseniz bundan böyle yerimiz burası. Yani: bizim için şu iyidir, şu kötüdür, derken, şu haindir, bu düşmandır’a geçiliyor. Sonra bir adım ötede başka bir çember: bizim polisimiz insan öldürecek, göz çıkaracaktır, bundan rahatsızlık duyamazsınız, iktidarda kalmamızın bedeli bu. Haydi bir adım öteye, yeni bir çember: Benimleyseniz, MİT TIR’larının durdurulmasını vatana ihanet sayacaksınız. Hop! Bir başka adım: Benimleyseniz, düne kadar itibar ettiğiniz bir hocaefendiye soytarı diyeceksiniz, Haşhaşi diyeceksiniz, Cemaat’çileri vatan haini sayacaksınız. Benimleyseniz, varoşun TİKKO’cusuyla Nişantaşılı holding yöneticisini aynı cephenin savaşçısı ilân edecek, size benzemeyen herkesin elbirliğiyle sizi mahvetmek istediğine inanacak, “Gezici”lere söveceksiniz, hattâ zaman zaman elinize sopa alıp saldıracaksınız. Haydi bir adım daha atalım: Ölen çocuğun annesini yuhlayın dediğimde yuhlayacaksınız ki, imanınızı, kararlılığınızı göreyim.
O çıtayı sürekli yukarı çektikçe ve destekçileriyle birlikte içinde yeraldığı daireyi mütemadiyen silip biraz daha öteye çizdikçe, sadece siyasî bir değişim meydana gelmiyor; aynı zamanda bir ahlâk düşmesi, yalanın dolanın her adımda biraz daha saçma fakat acımasızını kaçınılmaz bulma, hakikati eğip bükmede, yine her adımda biraz daha aşırı dozları kanıksama, giderek kötülüğün kötülük olduğunu fark etmeme ve topluca kötülüğe alışma… AKP lideri, Türkiye’nin geçmiş onyılları ve halihazırdaki siyasî dengeleri gözönüne alındığında gayet tabiî olarak muhafazakâr ve yersen demokrat partiyi destekleme arzusu duyan seçmene, onun gönlünü hoş etme karşılığında kötülüğe katılma şartını dayatıyor.
Taban-seçmen düzeyinde belki de tam kötülük olarak algılanmayan tercihler ve tavırlar, sürece bilinçli olarak katılan kalem ve laf erbâbına gelindiğinde, bireysel şeytanî katkılarla zenginleşiyor. Çünkü bu seviyede, kötülüğün kendine özgü tılsımı, beş-on sene önce gayet mülayim, efendi, açık fikirli insanlar olarak tanıdığımız İslâmcı yazar-çizerleri dahi kolaylıkla baştan çıkardığına tanık olduğumuz iktidar-ikbal getirileriyle birleşiyor. Ve topluca kötülük üreten, üstelik bunu dinî referanslarla yapan, ayakları akla mantığa, izana, vicdana her takıldığında bunlara daha sert tekmeler vuran bir silahşör kadrosu, liderin insanları sürüklediği yöne yolcu taşımakta yarışıyor.
Bu operasyonun dinî hassasiyetler zemininde, dinî referanslar eşliğinde sürdürülmesi, kötülük rehberine bir ajantaj daha sağlıyor. Normal olarak, böyle bir kötüleşme sürecine karşı direnç sağlayacağı varsayılabilecek olan din, kötülükten kaçmak isteyene sığınak da olurdu. Oysa şimdi lider, kötülükten kaçamazsınız, diyor; kötülükten kaçmak için sığınacağınız yerde ben varım; ancak bana sığınabilirsiniz. Kötünün kucağına düşmenin bu mekanizmasını çözmeden, bizim özel örneğimizde lider ile kitlenin ilişkisini anlayamayız. Düşünelim ki, bu lider, “biz varsak cemaatler var” diyebildi.
Suç ortaklığı mekanizması
Kötülüğe alışma süreci, ilk aşaması hariç, pek kolay yürüyen, birkaç adım sonra insanın hiçbir pürüze takılmadan yağ gibi kayarak ilerlediği bir süreçtir. Çünkü bu bir çeşit suç ortaklığıdır ve beraber bir-iki suç işledikten sonra ortağınıza muhtaç hale gelmişsinizdir. Hem kötülük kolaylaşmıştır hem de hazmı. Bunların üstüne, suç ortağından yoksun kalmanın muhtemel tehlikelerine dair endişeler benliğin şurasına burasına yerleşmişlerdir, durmadan alarm sinyalleri verirler.
30 Mart seçimlerinin akşamında, liderin, oğlunu kızını, bilumum şaibeli elemanlarını balkona çıkardığını görünce ilk hissettiğim, anlam veremediğim bir korku olmuştu. Olanlara kızmak veya bir tür hayal kırıklığı falan değildi benimki. İnsan belli ki yaklaşan kötülüğü hissedebiliyor. O akşam milyonlarca kişiye şöyle meydan okundu: Başınızda olayım istiyor musunuz? O halde beni hakkımda öğrendiğiniz ve aslında pek beğenmediğiniz her şeyle birlikte kabul edeceksiniz. Gezi’de bu şartın daha kolay yenir yutulur bir versiyonu konmuştu ortaya. Düşmanlarla ilgili kısımdan sözediyorum. Zorluklar başka konularda çıktı, ama yöntem oralarda da başarıyla uygulandı: benim başta kalmamı istiyorsanız ve siz de benimle kalacaksanız, ben camide içki içildi diyeceğim, siz de, imam ve müezzin ne derse desin, bana inanacaksınız; Kabataş’taki bacıma saldırdılar, diyeceğim, aksi ortaya çıksa bile siz saldırılmış gibi düşünecek, konuşacak, eyleyeceksiniz.
Şimdi çıta, liderin zorlanacağı sanılan bir olayla birlikte, yeniden yükseltildi, lider, o kadar rahat yönelemeyeceği sanılan yöne doğru adım attı, destekçilerini de vicdansızlıkta yeni aşama saymamız gereken yeni bir duruma davet ediyor: yüzlerce işçinin ölmesi, bizim iktidarımızı ve sizinle iktidar ilişkimizi sarsacak nitelikte bir arıza değildir; “bunlar olağan şeyler” diyeceğim, siz de kabulleneceksiniz, ölüm madenciliğin “fıtratında var” diyeceğim, içinize sindireceksiniz. Dahası, ihmaller, umursamazlıklar, gözü dönmüşlükler yüzünden meydana gelen korkunç bir maden kazasının, bize taş koymak için tertiplenmiş bir sabotaj olduğunu, tam da Gezi isyanının yıldönümüne yakın bir zamanda olmasındaki ilginç bağlantıyı öne süreceğiz, bu aleni akıldışılığı da alıp geçirivereceksiniz üstünüze.
Partisinden vazgeçmek istemeyen, çünkü en başta, karşısında alternatif bulunmayan AKP tabanı ve seçmeni, sineye çekmekten iştirak etmeye geçtiği kötülüklerin dozu arttıkça, kendisine kötülüğü empoze edenlere benzemeye başlıyor kaçınılmaz olarak. Senin yanında kalmak istiyorum, seni seviyorum, ama sen hırsızsın, her gece çıkıp evleri soyup geliyorsun; ne yapalım, senden vazgeçemiyorum… ve günün birinde bir adam öldürüyorsun. Bunun için seni terk edemem çünkü beni koruduğunu düşünüyorum. Yalnız ne yaparım! Öldürdüğün öteki adamları düşünmüyorum. Duymazdan bilmezden geliyorum. Sen, onların ölümü hak ettiğini tekrarlamamı istediğinde zorlanmıyorum. Onları öldürmeni kabullenmişim, lafı mı sorun? Tecavüzlerini bu kadar da zorlanmadan kabulleniyorum, çünkü onca suçundan sonra ellerini yıkamışım, seni saklamışım. Lanetlememi istediğin dindarlar ağının ortaya çıkardığı düzenbazlıkların gerçekliğini içten içe bilmeme, en azından hissetmeme rağmen balkonu nasıl sindirdiysem, babalarını, oğullarını yüzer yüzer kaybetmiş insanların tekmelenmesini, yumruklanmasını, Toma suyuna, gaza boğulmasını, coplanmasını, plastik mermilerle vurulmasını da benimseyeceğim. Başka ne yapabilirim? Önceki suçlara katılmışlığım var artık; sen kaçar kendini kurtarırsın, güçlüsün; ben ortalıkta kalırsam harcanırım. Gerekirse elime sopa alıp sokacağa çıkacağım, başka çare yok.
Sigorta, suç aleti oldu
Kötülük, kötülerin başkalarını kötülüğe katmasıyla yayılır, yayıldıkça sıradanlaşır. Bu gidişin, böyle bir felaket sürecine karşı barikat kurabileceği umulan dindarlar eliyle yürütülüyor olması, yukarıda izah etmeye çalıştım, meseleyi iki kat ağırlaştırıyor. Stalin Nazilerle anlaşıp Polonya’yı yok ettiğinde, o andan itibaren dünyada herhangi bir komünistin herhangi bir savaşı önleyebilme gücü kalmamıştı. Din tabiî, ne de olsa din, daha fazla dayanır. Kötülük zemininde, kötülük ortalamasında birleşmiş, şu ya da bu motiflerle, şu ya da bu biçimde, ama mutlaka kötülüğü iletmeye yarayan bir üslûpla varolan, gaddar ve hilekâr dindarlar bir toplumu nereye sürükleyebilir?
Şöyle diyeyim de dini referanslı olsun: Cehennemden başka?
http://riyatabirleri.blogspot.com.tr/