Cinsiyetsiz Paideia (Eğitim)
„Kutsal metinleri hiç okumadım; aslında onlardan uzak durdum. Çünkü benim kendime ait aşkın deneyimlerim var ve başkalarının sözlerinin benim orijinal, hakiki, bireysel deneyimlerimle karışmasını istemiyorum. Tanrıya kalp atışımı aynen sunmak istiyorum. Başkaları bilmiş olabilir —başkaları kesinlikle bilmiştir— ancak onların bilgisi benim bilgim olamaz. Sadece benim deneyimim beni tatmin edebilir, arayışımı bitirebilir, varoluşa güvenmemi sağlayabilir. Ben inançlı birisi olmak istemiyorum.”
Tagore
Avrupa uygarlığın başlangıcı olarak kendisine her zaman antik Yunan’ı temel alır. Bunun nedenlerinden bir tanesi yürütülen felsefe tartışmalarının ve üzerinde şekillenen Devlet olgusunun ve onun örgütlenmesinin ilk temelinin, en azından yazılı olarak, ilk bu topraklarda kayıt altına alınmış olmasıdır. Devlet’in kendini devam ettirebilmesi için, vatandaşlarını, yöneticilerini, bürokratlarını, politikacılarını, adalet sisteminin temsilcilerini ve uygulayıcılarını, bir bütün olarak devlet denildiğinde akla her kim geliyorsa, onların eğitimini yine kendi aygıtları üzerinden devam ettirmek gibi bir görev ve sorumluluğu da üzerine alır. Paideia, Eğitim (griechisch παιδεία paideia Education) sistematik olarak küçük yaştan itibaren bireylerin gelişimi için uygulamaya sokulmuştur.
Paideia, Antik Yunan’dan günümüze sadece eğitim sistemi olarak miras kalmamış, aynı zamanda, cinsiyet ayrımcı bir eğitimin temelini de atmıştır. Paideia, erkeklerin devlet işlerinde ve askeri alanda yetiştirilmesini temel alırken, kız çocukları için ev işlerinde yetkin olma, ev kadını ve anne olarak yetiştirmeyi esas almıştır.
Bu belirleme ile bu makale için değinmek istediğim konuya bir giriş yapmış oldum. Neden eğitim sistemi, cinsiyetçilik sorununu aşamamıştır? Eğitim sisteminin öngörüsü olan eğitim bilimcileri neden bu konuya edilgen bir yaklaşım ve tutum sergilemiştir?
Akla gelen ilk cevap, elbette ataerkil sistemin buna izin vermeyişi olacaktır. Erk algılı bir sistemin devamı için, erkeğin yönetim kademelerine yerleşmesi en uygun olacaktır. Zira kadın binlerce yıldır, ev idaresine ve çocuk bakımına yoğunlaş(tırıl)mış, kendisini bu alanlarda yetkinleştirmek zorunda bırakılmıştır. Bir başka argüman ise kadının erkeğe oranla fiziken daha zayıf olması, onu korunan kılmış ve kadın bu yüzden ev işleri, çocuk bakımı ve eğitimi konularında aile içindeki görevi üstlenmiş, erkek ise, bedensel güç yetisinden dolayı ailesine bakmakla mükellef kılınmıştır. Ayrıca erkek yine bedensel gücünden dolayı ülkenin savunmasını yapacak yegâne kişidir. Dış çevre ile olan ilişkisi erkeği her şeyi muktedir kılarken, kadın cinsinde ise fiziksel farklılığı beyin gücü ve yetisininde güçsüzlüğüne indirgenerek toplumlarda çetrefilli bir algının oluşmasına evrilmiştir.
Bu yüzyılda müslüman toplumların kadını bu durumu hâlâ en sancılı şekilde yaşarken, batılı toplumların kadınlarında tatmin edici olmasa da bir ilerleme olduğu gerçektir. Neden sadece tatmin edicidir, şöyle ki; ilkin kadınların siyaset alanında kendilerini geri tutma anlayışı hâlâ yıkılamamıştır ve bu kendisiyle beraber kadının toplumsal karar mekanizmalarından geri kalmasına neden olmuştur. Batılı toplumların buna dair açıklaması, politikanın bir tercih meselesi olduğu ve kadınların bu alana ilgisinin olmayışı, böylesi bir eşitliğin ortadan kalkmasına neden olduğu yönündedir. Özel ve tüzel kurumlarda çalışan kadın sayısının yüksek olmasına rağmen, yöneticilerin erkek olması tesadüf değildir. Sağlık sektöründe hizmet eden kadınların sayısı erkeklere göre epeyce yüksekken, erkeklerin yönetici kademelerinde olması kesinlikle tercih değildir. Eğitim alanında da benzer bir durum söz konusudur. Öğretmenlik, eğitmenlik kadın mesleğidir ama okul müdürlüğü, müfettişlik, il- ilçe eğitim müdürlükleri erkeklerin tasarrufundadır. Aynı durum akademi alanında da tüm yakıcılığı ile durmaktadır.
Eğitim bilimleri Batı Avrupa ve ABD’de de bu konuyu bilimsel olarak tartışma konusunda bir aşama kaydetmiştir. Bu tartışmalar batılı toplumlarda özellikle feminist tartışmaların yoğun olarak sürdürüldüğü 1970’li, 1980’li yıllara denk gelmiş ve maalesef, neo-liberalizmin dünyayı kasıp kavurmaya başladığı 1990’lı yıllardan günümüze kadar dar bir tartışma zemininde tıkanıp kalmıştır.
Ülkeler arası farklılıkların olduğunu göz önüne alarak, tartışma yoğunluğu bakımından, şunu söylemek, çok yanlış olmayacaktır. Eğitimde cinsiyet eşitsizliği sorunu örneğin PISA araştırmalarının sonuçlarında bir boyutta ifadesini bulur. Derslerdeki başarı oranında neden kız çocuklarının dil konusunda daha yetenekliyken, erkeklerin bu alanda yeteneksizliği tartışılır. Genel argüman ise erkeklerin sayısal alanda zekâlarının daha güçlü olduğudur.
Peki bu ne kadar doğrudur? Zekâ ve öğrenme cinsiyetlere bağlı mıdır?
Bu soruların cevabı çok kesindir. Eğitim sisteminin bu sorulara cevabı nedir ya da eğitim sistemi bunun neresindedir, makalemizde kısa vurgular ile bunu tartışacağız.
Okullarda çocuklara aktarılan veya onlardan beklenilen, erkek çocukların matematik ve sayısal tüm derslerde, kız çocuklarının ise sosyal ve dil derslerinde başarı göstermeleridir. Bu o kadar içselleştirilmiş bir olgudur ki, sessizce bu tercihler yetişkin adaylarına öğretenler tarafından empoze edilir. Bir başka mesele de ailelerin bu konuda çekincesidir. Kız çocuklarının sayısal derslerde başarı göstermeleri, aileleri ürkütür, çünkü bu başarının sağlayacağı avantajlara, dezavantaj olarak şunlar eklenebilir. Kız çocuğun başarı gösterdiği bu alanda kendine uygun bir iş bulamaması ve/veya o alanda erkeklerin yoğunluğu nedeniyle mevcut dominant ortama alışamaması, ezilmesi, ihtimaller dahilinde olup, ebeveynleri endişe ve kuşkuya düşürür. Ama sanırım en büyük korku nasıl bir eş ve aile yaşamı olacağına dairdir. Bu sebepler bir çok aileyi kız çocuklarını teşvik etmekten alıkoyar. Ebeveynlerinden yeterli desteği veya teşviği göremeyen çocuklarda zamanla var olan endişe, özgüven sorununa dönüşür ve çocuk kendini sayısal derslerde ifade etmekten vazgeçer. Ve içten bir kabulleniş ile dil öğrenmede daha yetenekli olduğunu, sosyal alan derslerinde daha başarılı olduğunu artık çocuğun kendisi de özümser ve bu durumu sahiplenir. Ne meslek üzerine eğitim almak veya kendini hangi alanda geliştirmek istiyorsun sorularına cevaben kız çocukları eğitim, sağlık alanlarındaki meslekleri tercih ettiklerini söylerler. Sessiz bir kabulleniş.
Aslında bu olgunun en iyi gözlemlendiği alanlardan biri de yüksek okullardır. Yüksek okullardaki profesörler neden genelde erkektir? Bunun bir çok nedeni var. En başlıcası erkeklerin çocuk doğurmak ve yetiştirmek gibi bir görevi yoktur. Günümüz toplumunda bireysel eğitimin temel başlangıç yeri ailedir ve ailede bu anne-odaklı bir halde sessizce yürütmektedir. Ve esasen bu durum ataerkil sistemin aile içindeki ifadesi ve modern toplumda kendini var etmeye devam ettirmesinin en temel gerekçesidir.
Anne odaklı çocuk eğitiminin aşılamaması kadınların önüne iki seçenek koymaktadır. Çocuk yapmayı red etmek veya çocuk yapmayı kabullenerek ideallerinden vazgeçmek. Her iki seçenek birbirinden iç açıcı değil. Tabii ki ekonomik olarak koşullar elveriyorsa ve çocuklar için yatılı bakıcılar tutuluyorsa, orada bir sıkıntı kalmıyor. Toplumun büyük kesiminde bu imkanlar mevcut değil.
Çocuk yapma kararı alan kadın için hayat kendi içinde zorluklar barındırıyor. Sürekli zamanını ev-aile ikileminde geçiren kadın toplum içinde varlığını çok dar bir alanda devam ettiriyor. Bu darlığın yarattığı kendine özgü psikolojik durumların yanısıra özgüven, özbilinç eksikliği annelerde rastlanan bir durum haline gelebiliyor. Bu eksiklik anneden çocuğa aktarılıyor. Ortaya çıkış halleri ise çocuğunu sürekli tehlikelerden korumaya çalışma ve çocuğa deneyerek öğrenme insiyatifini tanımama eğilimi biçimindeki davranış, yaşam biçimleridir. Babalarda genelde çocuklarını güçlü kılma adına, bir çok tehlikeli şeyi deneme konusunda annelerden daha toleranslı olunca bu kez çocuk için daha az korunaklı, daha dikkatsiz bir ebeveyn tarzı çıkıyor. Bu iki tarz arasında kalan çocuk kendine göre bazı edinimler sağlıyor ama özellikle kız çocuklarında bu daha çok kendini savunmasız, özgüvensiz ve kendi isteklerini belirleme konusunda kararsız bir tutum sergilemesine neden oluyor.
Burada vurgulanmak istenen nokta, esasen bireylerin bir sistemin içinde imkansızlıktan yaşadıklarıyla edindikleri davranış biçimlerinin bir kimliğe dönüşmesi ve bunların jenerasyonlara mirasi bir şekilde devir edilmesidir. Günümüz toplumunun yarattığı cinsiyetçilik kendisini bir önceki çağlarda yaşanana karşı modern olarak tanımlasa da esasen özünde değişen ciddi bir durum yok. Modernleşmenin ve makineleşmenin yarattığı avantajlar kadınlara özellikle ev işlerinde bir rahatlık sağlamış olsa da, tüm ev işleri, çocuk bakımı ve ailenin işlevsel halde olabilmesinin sağlanması kendi içinde bir organizasyon mekanizmasının olmasını ön şart olarak ortaya koyuyor.
Hepimizin günlük yaşamdan bildiği bir örnekle ifade edecek olursak, makineye çamaşır atan kadın, o arada çocuğu okula bırakır, yol üstünde öğlen yemeği için eksikleri tedarik eder, eve gelince makineden çamaşırları alır, kurutmak için başka bir makineye atar veya ipe serer, sonra öğlen yemeğini ocağa koyar ve o pişerken evin diğer işlerini halleder. Muazzam bir organizasyon, sosyolojik olarak incelendiğinde, tıpkı bir işletmede işlerin yürütülmesi gibi, aradaki fark ise işyerlerinde görev dağılımı bireylere, aile yaşamında ise ev aletlerine ve evin kadınına paylaştırılmış olmasıdır.
Toplumda bu meselenin daha fazla irdelenmesi ve daha yoğunluklu tartışmaya açılması gerekiyor. Tartışmaların olabilmesi için, bu konunun özellikle eğitim sistemi boyutunun, eğitim akademileri tarafından incelenmesi, araştırılması, sorunların doğru tanımlanması ve doğru cevapların veya cevap adaylarının toplumla paylaşılması gerekiyor. Eğer toplumsal olarak bir ilerlemeden bahsedeceksek veya kendimizi bir önceki çağdaşlarımızdan daha ileride bir yerde tanımlayacaksak, bunun ön koşulu olan toplumsallığımızın toplumsallığını tartışmamız gerekiyor.
Bir toplumun içinde hepimiz insan türü olarak yaşıyoruz. Biyolojik farklılıklarımızın yarattığı iki cinsiyet, birini diğerinden üstün kılmıyor. Bu üstünlüğü bizler kendi sosyalitemizle var ettik. Ataerkilliğin yarattığı bu olgu bir gerçeklik değildir. Gerçeklik bizim insan olduğumuzdur.
Ataerkil sistemin yarattığı eğitim alanlarının bu soruna tek başına cevap olabilme imkanı yoktur. Çünkü özellikle neo-liberalizmle adeta bir yarış pistine dönen eğitim alanları, ilkokuldan üniversiteye kadar, hem öğrenenlerin kendi arasında, hem öğretenlerin kendi arasında korkunç bir rekabet alanına dönüşmüş durumdadır. Sadece diplomaların (esasen aslında bunlara diploma demek bile doğru değildir, kademelerin sertifikaları dense daha uygundur) alınması esasına dayanan, derste anlatılan konunun aynısının öğrenenden geri istenmesi hedeflenen, sorgulanmaya, tartışılmaya, eleştirmeye kapalı bu eğitim sisteminin yaratmak istediği şey gün gibi aşikardır.
Kendi devam ettiricilerini yaratmak.
Anne odaklı eğitimin alternatifi olarak, çocuk bakımı ve eğitiminin sadece anneye bırakılmaması gerekmektedir. Uygulanabilirliği açısından bir örnek olarak vermeyi yanlış bulmadığım, doğal toplumlarda çocukların ortaklaşa bakıldığı yaşam alternatifleri en sade ve en öğretici olandır. Çocuk etrafındaki her yetişkinden bir şey öğrenir. Deneyimlerinden yola çıkarak, bir soruya bazen birden fazla cevap olabileceği algısıyla, sorgulama yeteneği gelişir. Bu bizlerin bugün içinde yaşadığı toplumsallığı aşan bir yaşam modelidir. Afrika’da böyle yaşayan, Nepal’de, Endonezya’da böyle yaşayan halklar vardır. Modern toplumun geri, gelişmemiş olarak tanımladığı bu yaşam modelleri, sanırım bizlerden daha ileridirler. Burada toplum değil, ortak bir yaşam modelinden bahsetmek daha doğrudur ve bunun uygulanabilir olması bireycilik anlamına gelmediği gibi, önümüze sunulan toplumsallığı olduğu gibi kabul etme anlamına asla gelmemektedir. Zira bizler ortak bir toplum çatısı altında yaşayan birbiriyle ilişkisi olmayan, birbirini tanımayan yabancılarız. Oturduğunuz apartman, sokakta kaç kişi ile ilişkilenebiliyoruz? Bu yabancılaşmanın yoğun olarak yaşanması bizi kendimize karşı yabancılaştır mıyor mu? Ve buna çözüm olarak beklentimiz kimlerdendir?
Eğitim kurumları politik alan olmaktan çıkmalı, yani ideoloji ve sistemlerin birey yetiştirdiği yerler olmamalı, halktan her kesimi kapsayan, kişinin bilgi ve yeteneğine göre tartışmaların yürütüldüğü, toplumsal sorunların tartışıldığı ve çözümlerinin ortaklaşa bulunduğu akademilere dönüşmelidir. Ve bu sayede belki bireyin önce birey olmayı öğrenmesi sağlanabilir.
Sorgulayan, araştıran ve kendine özgüveni sağlam bireyler topluluğunun oluşması sorunların toplumsal cinsiyetçiliğin çözülmesine katkı sağlayacaktır. Maalesef kanunlar, yönetmelikler, kurumlar bunu aşabilecek durumda değiller, zira onların yürütücüsü bireylerin bu tarzda bir yaşam anlayışı yok.
Arzu Güngör