Ne kadar ütopik şeylere inanıyor olursak olalım, ne kadar ütopik düşlere sahip olursak olalım, hepsi insandan doğuyor. Dünyayı bu kadar korkunç yapabilmeyi de başaran insandan. Ama öyle de güzel insanlar var ki bu dünyada, düşlerimize ilham veren…
Oktay Çetinkaya hiç ummadığım bir zamanda, bir rastlantı eseri çıktı karşıma. Kendisi değil. Enis Rıza Sakızlı’nın yönettiği ve onun hayatını anlattığı belgesel film “Çöpte Dostoyevski Buldum” ile çıktı karşıma Oktay. Müthiş bir yaşamöyküsü. O kitaplara dair ütopik inancımın en güçlü kanıtlarından biri.
Oktay, dünyanın adaletsizliğinin, ülkenin çarpık düzeninin bedelini daha doğmadan omuzlarına kader olarak yüklendiğimiz çocuklarımızdan biri. Milyonlarcasından biri. O çocuklardan çok çok azı o kaderi derisinden kanata kanata söküp atabiliyor. Oktay o azınlıktan biri. Üstelik belki hala acıyan yaraları ile hepimizden daha mutlu gülümseyebiliyor geleceğe.
Çocukluğuna dair hikâyeler, duyduğumuz benzer onlarca yüzlerce hikâyeden farklı değil. Parasızlık, geçimsizlik, açlık, eğitimsizlik, barınaksızlık ve itilmişliklerle geçen çocukluk yılları. İlkokul çağında para kazanma zorunluluğu ile başlayan ve bir daha da hiç kesilmeyecek olan iş hayatı.
Adana’da başlayan yaşamı, çeşitli işlerden geçtikten sonra atık kâğıt toplayıcılığı ile İstanbul’a kadar uzanıyor. O kadar özel bir çocuk ki; hepimizden daha çok seviyor işini, severek yapıyor. Dostları diğer kâğıt toplayan insanlar, tinerciler, sokak çocukları, kediler ve kediler… İlkokuldan terk ve kitap denen nesne onun için sadece para kazanması için ağırlığı kadar var. Çöpte bulduğu kitaplar kalınsa seviniyor olmalı yükte ağırlık yapacağı için. Bazen de buldukları kitapları sahaflara satıyorlar daha iyi para verirlerse.
Ama bir gün her şey değişiyor. Çöpte bulduğu bir kitabı okumaya karar veriyor. Sonra bir diğerini. Artık kitapları atık kâğıt torbasına değil, diğer çalışma arkadaşları ile kaldıkları mekânın bir köşesine yaptığı rafta biriktiriyor. Kitapları satın almaya gelen kitap satıcılarına da vermiyor. Sonra Dostoyevski ile karşılaşıyor. Albert Camus ile. Ve daha niceleri ile. En çok Dostoyevski’yi seviyor. Düşünüyorum da bugün dünyanın en iyi üniversitelerinde en iyi derecelerle eğitim görmüş insanlardan kaçı bir Dostoyevski okumuştur, kaçı bir Tolstoy okumuştur, kaçı Camus’nün “Yabancı”sını okumuştur? Ve acaba kaçı bugün zengin, mutlu ve umutlu bir yaşam sürmektedir?
Arkadaşları bakıyor bu çocuk gece gündüz okuyor, onlar da başlıyorlar kitap okumaya. Oktay çok sevmesine rağmen kâğıt toplama işini bırakıp önce sokakta, sonra bir mekân tutarak sahaf işine başlıyor. Bu süreçte karşımıza yine çok güzel insanlar çıkıyor, Oktay gibi çocukları dünyanın adaletsizliklerine inat insan gibi bir yaşama kavuşturmaya çabalayan: Pınar Selek, Özcan Yurdalan, Nilgün Yurdalan ve daha niceleri. Bir sahnede bakıyorum bir salonda bir köşede Selçuk Altun diğer köşede Oktay kitap müzayedesinde. Oktay’ın dükkânına değerli yazarlar, edebiyatçılar, sanatçılar gelip gidiyor. Ona bakıyoruz, yüzünde hep o güzel tebessüm. Geleceğe umutla giderken geçmişini unutmuyor, eski dostları ile hala görüşmeyi, ara sıra onların mekânlarına gidip hal hatır sormayı hiç unutmuyor.
Oktay’ı ve yaşamını belgeselin yaklaşık 100 dakikalık süresi boyunca neredeyse nefessiz izledim. Annesinin, dostlarının, işverenlerinin, Özcan ve Nilgün Yurdalan’ın ona dair anlattıklarını bir düşün nasıl hayata geçtiğini dinler gibi heyecanla dinledim.
Oktay için ne geçmişte, ne de gelecekte yaşam kolay olacak. Ama yaşamın ne olduğunu pek çoğumuzdan iyi biliyor. Belgeselin bir yerinde yaşadıklarından ve yaptıklarından, yaşamdaki tercihlerinden mutlu olduğunu söylüyor ve diyor ki: “İnsanlara bakıyorum. Çoğu mutsuz. O kadar anlamsız hayatlar yaşıyorlar ki.”
Oktay belgesel boyunca daha çok şey söylüyor. Sözcükleri ile olduğu kadar yaşamı ile. Bu belgeseli herkes izlemeli. Kitap okumadan geçirdiğimiz zamanların ne kadar boşa geçtiğini anlamamız, kısacık ömrümüzün bir dakikasının bile Oktay’ın sözünü ettiği o anlamsızlıklarla geçirilemeyecek kadar çok ama çok değerli olduğunu anlayabilmemiz için.
Belgesel Goethe’nin şu cümlesi ile başlıyor:
“Özgürlüğü ve hayatı hak edenler, onu her gün fethetmek zorunda olanlardır.”
Şule Tüzül – edebiyathaber.net