Türkiye, evlatlarına, kendinden başka bir şeyle meşgul olma imkanı vermiyor.
Baktım ben daha buralardayım, dönemiyorum, İngiltere’den tanıdığım birkaç arkadaşımı bu yaz Türkiye’de güzel bir tatil yapmaya ikna ettim. Onlar da birkaç arkadaşını çağırdı ve bir de baktık ki 8 farklı milletten 9 farklı karakter Fethiye’nin bir köyündeyiz. Ortaya fevkalade ilginç bir tablo çıktı. Böyle mikro seviyede, üstelik doğal bir şekilde gelişen çok kültürlülüğü yakalayınca ister istemez benim tatil bir sosyal deneye dönüştü. Gelin önce sizi yüzemeden boğulduğum bu tatilin birbirinden ilginç kahramanlarıyla tanıştırayım.
Dragana, Suriye’de Unicef için çalışan bir Bosnalı. Bosna’daki savaş sırasında ailece Amerika’ya göç etmişler, kendi yaşadığı travmayı başka çocuklar yaşamasın diye şimdi savaşın ortasında kalmış çocuklara yardım etmeye çalışıyor.
Carsten, İngiltere Merkez Bankası’nda çalışan bir Alman. Kontrol edilemeyen, devasa büyüklükteki uluslararası finans piyasalarının kapitalizmin başımıza saldığı son ve en büyük bela olduğunu düşünüyor ve bu konuda çalışıyor.
Julia, Gana’daki orman kıyımlarına karşı yerli sivil toplum örgütlerine destek olan Amerikalı bir hukukçu. İklim değişikliğinin bugün dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük tehlike olduğuna ikna olduktan sonra uluslararası çevre hukuku alanında uzmanlaşmış.
Tanya, Uluslararası Af Örgütü’nde insan hakları ve teknoloji alanında çalışan bir İngiliz. Yaptığı işi, çalıştığı bölümü sıfırdan kendi yaratmış.İnternet hak ve özgürlükleri konusunda uluslararası çalışmalar yapıyor. Aktivistlerin acil durumlarda kullanmaları için geliştirdiği Android uygulaması medyada oldukça ses getirdi.
Diğerleri, Dünya Bankası’nda iklim değişikliği konusunda çalışan bir Alman; yine Dünya Bankası’nda cinsiyet ayrımcılığı alanında çalışan bir Yunanlı ve İngiltere Merkez Bankası’ndan bir İtalyan. Bir de Papua Yeni Gine’de ekonomik kalkınma için çalışan bir Avustralyalı var ama onun tam olarak ne yaptığını aksanı sebebiyle tatil boyunca çözemedim.
Ortak payda: evrensel meseleler
Bu bir global liderlik yaz kampı ya da kalkınma zirvesi değil. Hızla globalleşen dünyanın yarattığı doğal bir durum. Çoğunluk, birbiriyle dünya metropollerinde yapılan yüksek lisanslar sırasında ya da uluslararası kuruluşlarda çalışırken tanışmış. Herkes kültürel ve kişisel mirasını geride bırakıp ortak bir paydada buluşmuş. Karakterler biraz uçlarda olsa da, 21. yüzyılda gittikçe daha sık maruz kaldığımız, kalacağımız bir insanlık hali…
Bana gelince, ben de bu gruptaki pek çok insanla İngiltere’deki yüksek lisansım sırasında tanıştım. Davranışsal Ekonomi alanında çalışıyordum. Derdim, bu yeni uygulamalı bilim dalında uzmanlaşarak ekonomi biliminin dünyadaki problemlerimizi tartışmak ve çözmek için tek seçenek olmadığını, odağında ‘insan’ olmadıkça daima eksik kalacağını göstermekti. Beni, bizim ekiple bir araya getiren şeyin tüm insanlığı ilgilendiren davalara ve konulara duyduğumuz heyecan ve tutku olduğunu düşünüyorum. Fakat yaklaşık bir sene önce bir çok farklı sebepten ötürü Türkiye’ye dönüşüm beni onlardan biraz uzak bir noktaya doğru savurmuş. Bu gerçek tatilde tokat gibi suratıma çarptı.
Türkiye’de yaşamak insanı değiştiriyor
Her konuyu sevgililerine bağlayan histerik yeni aşıklar gibi sürekli Erdoğan’dan bahsediyordum. Teknoloji denince Youtube yasağı, demokrasi denince Kürt Sorunu, etnik köken deyince Aleviler… tüm evrensel konular benim için – benden başka kimsenin o kadar da çok ilgilenmediği – Türkiye’deki örneklere indirgenmişti. Türkiye politikası dışında konuşmak istediğim bir diğer konu da ‘kişisel meselelerim’di.’ Geçtiğimiz aylarda yaşadığım her şeyi ayrıntısıyla kim bilir kaçıncı kez anlatmak, hayatımı ve onların hayatlarını masaya yatırmak istiyordum. Önce yakınacak, sonra güçlenecektik. Olmadı.
Farklı yerlerdeydik. Onlar kişisel tarihlerinin, kültürel kodlarının, gündelik meselelerin tamamen üstündeydi. Üstelik tüm bu sınırlamaları kaldırıp kaybolmamış, fiziksel ve zihinsel olarak sapasağlam kalabildikleri, hem kendi hayatlarında hem başkalarının hayatında pozitif değerler yarattıkları bir düzen kurmuşlardı. Birbirlerinin hayatlarıyla pek fazla ilgilenmedikleri için kızsam da kendi meselelerine de aynı mesafede olduklarını gördüğümde susuyordum. Sorunlarını kendi içlerinde düşünerek, karara vararak ve uygulamaya dökerek hallediyorlardı. Birbirlerinden hiç bir beklentileri yoktu. Bu onları özgür kılıyor ama yalnız, mutsuz, sevgisiz kılmıyordu.
Kendimi hep bir gerçeği unutmuş halde buluyorum: Bireysel özgürlükler, demokrasi ve insan hakları, kapitalizm gibi Batı dünyasında yeşermiş değerlerin etkisi altında yaşanan bu globalleşme hayal ettiğimiz kadar evrensel değil. Bu yüzden illa ki değerli, erdemli, adil bir dönüşüm olmayabilir bu yaşanan. Fakat bu tatilde bana olduğu gibi, insan kendi hayatını Batı’nın mutlu ve sağlıklı bireylerininkiyle yan yana gördüğünde, Batı değerlerini idealize etmeye karşı durmak gittikçe zorlaşıyor. İnsan kendi kültürüne sırtını dönmeye meylediyor, kaçamadıkça kendini daha da sıkışmış hissediyor.
Yadsınamaz eksikliklerimiz
Belki de hayatımda ilk kez eksiklendim; hatta kıskandım. Çünkü çalışarak varamayacağım bir yerde olduklarını hissettim. Kişisel geçmişim ve kültürüm fazla düğümlüydü, baskındı. Eğitimli, varlıklı ailelerine, mutlu çocukluklarına, gelişmiş ülkelerine, parklarına yollarına selam ettim. Uçak seyahatleri için karbon emisyonu hesabı yapmalarına güldüm, veganlara tandırı kaçırdıkları için acıdım. Fesadımdan mıdır bilinmez 9 günlük tatilde 4 ayrı hastalık geçirdim. Ülkemin, ailemin, arkadaşlarımın, kendimin bitmek bilmeyen dertlerine önce sövdüm, sonra baktım tutunacak başka dal yok daha da sıkı kucakladım.
İki hafta önce gittiğim bu seyahatin yarattığı sıkıntıyla yüzleşmem The Outpost dergisinde okuduğum bir makale sayesinde oldu. Arap Baharı sonrası, Y kuşağı gençlerinin bir Arap rönesansı umuduyla çıkarmaya başladıkları, muhteşem analizlerin ve umutların olduğu İngilizce bir dergi. Soha Al-Jurf adlı Mısırlı bir yazar, San Fransisco’da düzenlenen Arap Film Festivali’nin seçim komitesinde yıllardır gönüllü olarak çalışmanın ona düşündürdüklerini yazmış.
Her yıl Arap yönetmenleri tarafından çekilmiş yüzlerce film izleyen Al-Jurf, filmlerin teknik açıdan gösterdikleri gelişmeye rağmen savaş, işgal ve devrim temalarını bir türlü aşamadığını söylüyor ve şu soruyu soruyor: “Bugünün sorunları çözülene kadar geçmişimiz hakkında filmler yapmaya devam mı etmeliyiz? Yoksa geçmişten gelen hikayelerimize tutunuşumuz ileriye doğru gitme yeteneğimizi kaybetmemize mi sebep oluyor?”
Kendimize has bir globalleşme
Gelişmemiş/ gelişmekte olan ülkelerde, sorunlu bölgelerde, zorlayıcı kültürlerde yetişmiş biz gençleri hızla ‘globalleşen’ bir dünyada yepyeni çelişkilerle ve zorluklar bekliyor.
Kaçınılmaz olarak, dünyanın dört bir yanından insanlarla etkileşime girdikçe, kültürel ve toplumsal mirasımızın kişiliğimizde, davranışlarımızda yarattığı etkiler daha belirgin oluyor. Söküp atamadığımız bu geçmişimizin uluslararası bir yaşam kurmaya çalışırken yarattığı engeller canımızı sıkıyor.
Teknolojinin tetiklediği globalleşmenin hızına bakıp bir anda dünya vatandaşı olacağımızı zannediyoruz. Ama iki sıçrayışta bunun o kadar da kolay olmadığını anlıyoruz. Sosyo-politik meseleler, teknolojik gelişmelerin yaşandığı hızla çözüme ulaşmıyor. Biz yurtdışında yüksek lisans yapıyoruz ama çoğumuzun anne-babası üniversite mezunu bile değil. Kendimizi özgün bireyler olarak algılasak da içinde yaşadığımız toplumun birer meyvesiyiz.
Belki haddimi aşarak sesi olmaya çalıştığım bu grup, sayısı gittikçe artan bir avuç genç. Kimimizin işi, kimimizin aklı, kimimizin kalbi Türkiye sınırları dışında. Gittikçe artan bir şiddetle Batı’nın refahını ve özgürlüklerini arzuluyoruz. Ama dünyanın en uzak köşesine de gitsek, geldiğimiz yer, Türkiye. Peşimizde, onun bitmek bilmeyen sorunları. Ya geçmişimiz hakkında filmler yaparak bugünün sorunlarını çözmeye çalışacağız ve bu sırada yıllar geçip gidecek. Ya da tüm sorunlara rağmen ve onlarla birlikte ileriye gitmenin bir yolunu bulacağız.
Ayşe Yemişçigil // ayemiscigil@gmail.com