Eğer çocukları erkekler doğuruyor olsaydı insan nesli yok olurdu. Hangi erkek bir bebek için kendi hayatını tehlikeye atardı? Bir namus anlaşmazlığı için başka bir erkekle düello etmeye razı olan, o zaman canını tehlikeye atmaya hazır olan erkek bile, kıpkırmızı, titrek bir et parçası uğruna acılar çekmeye ve belki de ölmeye hiçbir zaman razı olmazdı. Kendine saygı göstermeyecek bir et parçası için!
Çünkü erkek milletinin kötü yanı, herkesten her zaman saygı görmek istemesinde yatmaktadır. Aklına saygı, esprisine saygı, cesaretine saygı, iki çarşaf arasındaki gizli organına saygı. Oysa kibirli olduğu söylenen kadın nesli, yalnızca yüzeysel güzellik konusunda kibirlidir. Uğrunda bunca gürültü koparılan o kibir bile, sağ kalma içgüdüsünün sonucudur bence. Kadınların hiçbir güce sahip olmadığı bir dünyada, tek çarenin güzellik olduğunu her kadın sezgileriyle bilmektedir.
Her türlü kalleşliği gelecek neslin hatırı için üstlenmek de kadınların değişmez kaderidir. Irkın bekası gibi bir yükü taşımak bizim görevimiz olduğuna göre.. Hayatı veren biz kadınlar olduğumuza göre.. Biz olmasak ne krallar taç giyebilir ne de bakanlar entrikalarını çevirebilirlerdi. Biz olmadan ne komediler olurdu, ne trajediler, ne epikler ne de tarih! Biz olmadan doktorlar hastalıkları tartışamaz, astronomlar yıldızları konuşamaz, falcılar geleceği söyleyemez, askerler uygun adım yürüyemezdi. Dansözler dans edemez, şarkıcılar şarkı söyleyemez, ressamlar kalplerini tuvallere yansıtamaz, artistler rol yapamazdı. Biz toplumun zaferlerinin köküydük. Felaketlerinin de. Bilimin de temeliydik, cahilliğin de. Tüm sağlığın ve tüm hastalığın sahibiydik. Sanatın da. Doğanın da. Biz olmasak hayat dansı olduğu yerde dururdu. Dansçılar da, ister maskeli olsunlar ister maskesiz, oldukları yere yığılır, bir daha yerlerinden kıpırdayamazlardı.
Hayatın tüm iyilikleri karışıktır ama, hiçbiri de annelik kadar karışık değildir.
Bir ayağı delilikte, bir ayağı ilahilikte bir durumdur hamilelik. Başka hiçbir durum bu iki kavrama birden böylesine yakın değildir. En başta, ölüm korkusu vardır. Doğuma yatan hiçbir kadın, bu işten sağ salim kurtulacağından emin değildir. Sonra can acısı, korkusu vardır. Bunlar yetmiyormuş gibi, bir de yetersiz anne olma korkusu vardır. Sevgisiz anne olma korkusu. Her ağlayışında, çocuğa acıyacağı yerde, onun ölmesini isteyeceği korkusu.
Ama bebek annenin karnında büyüdükçe kadındaki güven duygusu da artar, onun yazgısını kendininkiyle birleşmiş görmeye başlar. Bir bakıma kendini o bebeğin annesi olarak tanımlamaya başlar. Bebek ölürse o da ölü bir bebeğin annesi olur. Yaşarsa, gülümserse, ağlarsa; o gülücükler, o gözyaşları hep anneye de aittir. Bebek anneden ayrılırsa o kadın artık dünyada da, cennette de değişmiş bir insan olur. Önce ikileşmiş, sonra yarıya bölünmüştür. Ve bir daha da asla bütün olmayacaktır.
Istırapların pek çoğu kadınların üzerine yığılıyor. Ama zevklerin pek çoğu da öyle.Yanağını bebeğinin yumuşacık pembe yanağına dayamaktan kim söz edebilir, kadından başka? Süt akıtan memelerinden, o memelerden fışkırıp sanki gökteki yıldızlara kavuşmak isteyen ırmak sütlerden kim söz edebilir başka? Bakışlarını netleştirmeyi beceremeyen gözlere, derin derin bakmayı kim bilir başka? Neyi tuttuğunu bilmeden tutan parmakları ellemeyi, yürümeyi bilmeyen ayak parmaklarını öpmeyi başka kim bilebilir? Yeni doğmuş bir bebek, erkek düşünürlerin gözünde akıldan ve mantıktan ne kadar uzak olursa olsun, kendi annesinin gözünde mantığın ta kendisidir. Öylesine kapılmıştır anne onun çekiciliğine. Kendisi uyumak isterken, gece boyunca ağlayıp duran bir yaratığı başka kim sevebilir? Uyandığı zaman aç olan; ama ancak annesinin önüne yemek tabağı konduğu zaman canı emmek isteyen, tatlı sohbetten anlamayan, yalnızca aptal bir köpek yavrusu gibi dilini çıkarıp duran, gece gündüz kusan ve altına yapan bu yaratığı başka kim sevebilir?
Kadınların yeni doğmuş bebeklerine sevgileri olmasaydı bu nesil nasıl devam ederdi? Belki olağan bir şeydir bu sevgi. Ama aynı zamanda da bir mucizedir. Çünkü insanın zaman zaman ağlamasını duymamak için o bebeği fırlatıp çöp sepetine atacağı gelse de, koruma, saklama, esirgeme güdüleri o kadar güçlüdür ki, bebeklerin annelerinden korkmaları için hiçbir neden yoktur.
Kadının bir bebek dünyaya getirirken çektiği acılar türünde yoğun acılar, bir erkeğe herhangi bir yaratıktan gelseydi, erkek o yaratıktan ebediyen, hırsla nefret ederdi. Ama bizim cinsimizin büyüklüğü, tüm acılara tahammül ettikten sonra ortaya çıkan yaratığa kin tutmayışımızdadır. Zaten bu yüzden birine düşman olacaksak, o da çocuk değil, erkek olmaktadır. Dünyanın adaletsizliği yüzünden de ne kadar çok yük taşır, ne kadar çok sorumluluk yüklenirsek dünya bize o kadar az itibar etmektedir.
Dünya bu yüzden kadınlara ne kadar tiksinti duyarsa duysun, çocuk doğurmak yeteneği bir mazhariyettir kadınlar için. Tehlikeli olmakla birlikte, vücudu olduğu kadar ruhu da terbiye etmektedir. Alevin içinden geçip sağ kalmak gibi bir şeydir. Ama sağ kalabilenler, bundan sonra ömürleri boyunca daha sağlam olurlar.
Doğum sancıları unutulabilir ve unutuluyor ama o mucizenin inanılmazlığı.. O en olağan mucizenin inanılmazlığı, kadın nesli var oldukça dilden dile anlatılacak bir öyküdür.
Annelik, doğuştan var olan bir nitelik değildir. Zamanla öğrenilen bir şeydir.
Kadın vücudu ne kadar da sulu bir vücut! Süt, gözyaşı, kan.. Maddelerimiz bunlar. Her an bunlardan birinin elinde oyuncağız. Sulardan yapılmışız biz. Denizler gibiyiz. Her tür biçim ve renkteki hayatın şeklini alırız.
Bir anne bebeğini dokuz ay karnında taşır ama, o bebek annesini ömrü boyunca kalbinde taşır.
Erica Jong