Kültür-Sanat

Fyodor Dostoyevski: Sibirya steplerinde yoğrulmuş bir büyük usta

Kuzeyden gelen rüzgârların karları havaya savurduğu jilet gibi soğuk bir kış günü. Tarih, 22 Aralık 1849. St. Petersburg’un Semenov meydanında bellerine kadar soyulmuş, elleri bağlı yirmi kadar siyasi suçlu son nefeslerini solumaktadır. İçlerinden üçü, gözleri bağlı ön saflara getirilir. Askerler pozisyon alır. Takım komutanı tam “ateş” emrini vermek üzereyken dörtnala koşan bir atlı ufukta görünür. Çar 1. Nikola mahkûmların hayatını bağışlamıştır. Sibirya’ya sürülecek olan bu grupta, sonradan adının Fyodor Dostoyevski olduğunu öğrendiğimiz, henüz yirmi sekiz yaşında bir genç de vardır.

Ülkesini Orta Çağ karanlığından çıkarıp yeniliklere, pozitif düşünceyle tanıştırmaya, bir kültür devrimi yaratmaya çalışan Büyük Petro (1672-1725) Neva nehrinin kıyılarında tersaneler kurmaya başlar. Oralarda bir yere küçük bir kulübe inşa ettirir kendisi için. Ardından bir yazlık, en nihayetinde kışlık bir saray. On sekizinci yüzyıla girerken, etrafını çevreleyen bataklıklarıyla yalnızlığa terk edilmiş o bölge aniden bir yapılanma sürecine girmiştir. Artık Kuzey’in Venedik’i olarak anılan bu yeni kent, Çar Petro’nun ölümüyle kısa bir durgunluk dönemi yaşasa da kızı Elizabeth’in tahtın başına geçmesiyle yeniden atağa kalkar. 18. yüzyılın ikinci yarısına geldiğimizde 150 bin nüfusu, Avrupai mimarisi, canlı sosyal yaşantısı ile St. Petersburg çarlık Rusya’sının yeni başkentidir.

Önce saray erkânı, yöneticiler, ordu birlikleri, ardından zenginler, tüccarlar göçer bu kente. Onları Rimski-Korsakov, Çaykovski, Borodin, Musorgski gibi besteciler, Gogol (1809 – 1852), Turgenyev (1818 – 1883), Tolstoy (1828 – 1910) gibi ünlü yazarlar takip eder. Artık Çarlık Rusya’sının kalbi St. Petersburg’da atmaktadır.

“Güç yalnızca onu yerden almak için eğilmeyi göze alanlara bahşedilir. Önemli olan tek bir şey vardır. Tek bir şey. Cesaret edebilmek!”

11 Kasım 1821 günü Moskova’nın düşkün, fakir insanlarının sığındığı Mariinsky Hastanesi’nin doktorlarından Mikhail’in ikinci oğlu dünyaya gelir. Adını Fyodor koyarlar. Maria ilk iki oğluna sonradan beş kardeş daha doğuracaktır. Fyodor ve ağabeyi Mikhail birbirlerine benzemektedir. Okumaya, öğrenmeye tutkundurlar. Anneleri tüberkülozdan ölünce iki kardeş St. Petersburg şehrindeki Askeri Akademi’ye öğrenci olarak gönderilirler. İki yıl sonra da geride bıraktıkları babaları bilinmeyen bir nedenle öldürülür. Artık geleceklerini kendileri tayin edecektir. Fyodor eğitim yıllarında edebiyata büyük ilgi duyar. Genç asker öncelikle SchillerPuşkin ve Gogol’ün eserlerinde kendi geleceğini aramaktadır.

“Güzellik gizemli olduğu gibi korkunçtur da. Tanrı şeytanla savaşır orada, ve o savaş alanı insanın ta kalbidir.”

Teğmen olarak eğitimini tamamlayan Fyodor, Schiller’in etkisiyle iki oyun yazar. Ardından Balzac’ın bir romanını Rusça’ya tercüme eder. 1846 yılında kaleme aldığı İnsancıklar romanı ile edebiyat çevrelerinde fark edilir. Hatta, eseri yayınlayan derginin yönetmeni “yeni bir Gogol geliyor” der gururla. Bir yandan da yeni fikirlerin peşinde koşan genç teğmen, toplantılarına katıldığı bir grup entelektüel ile birlikte önce idama mahkûm edilir, ardından dört yıl boyunca Sibirya kamplarında sürgün hayatı yaşar. Bu yıllar yazarın kişiliğinin gelişmesine, dine olan bağlılığının pekişmesine, hayat hakkındaki görüşlerinin olgunlaşmasına neden olur. Yoksulluğu, acıyı, cefayı tanıyacak, bu deneyimler onun iradesini güçlendirecektir.

“Mutsuzluğun çoğu dünyaya şaşkınlık ve söylenmeden kalmış şeyler nedeniyle gelmiştir.”

Sürgün yıllarının ardından askerlik mesleğine geri dönen Fyodor, 1857’de Maria Isayeva ile Kazakistan’da evlenir. Genç teğmen çektiği tüm sıkıntılara rağmen yazmaya devam etmiştir. St. Petersburg kentinde yaşayan fakir bir kızı anlatan Netoçka Nezvanova (1849), ardından Ezilmişler ve Aşağılanmışlar  (1861) Sibirya döneminin izlerini taşır. Neredeyse aynı yıllarda Fransa’da Victor Hugo (1802 – 1885), İngiltere’de Charles Dickens (1812 – 1870)gibi tanınmış yazarların eserleri de, Dostoyevski’nin romanları gibi bir dergide tefrikalar halinde yayınlanarak okuyucusuyla buluşmaktadır.

“En zeki insan, kanaatimce, ayda en az bir kere kendine ahmak diyebilendir.”

Genç evliler en nihayetinde, 1859 yılında St. Petersburg’a yerleşirler. Dört yıl sonra tek başına Avrupa’yı dolaşan Dostoyevski bir yandan sürekli kumar oynarken öte yandan da sonradan yazacağı romanların karakterleri ile tanışmaya devam eder. Kumarın pençesine düştüğü ilk yolculuğunda her şey olup bittikten sonra yaşadığı düş kırıklığını ağabeyine şu satırlarla anlatır:

“Sistemime inanıyordum… Bir saatte 600 frank kazanmıştım. Aynı hızda oynamaya devam ettim. Nasıl oldu bilmem, birden kaybetmeye başladım. Önce kontrolümü, ardından tüm paramı kaybettim… En nihayetinde saatimi satıp evime geri döndüm.”

1864 yılında önce eşinin, ardından ağabeyi Mikhail’in ölümüyle yazar depresyona girip bilinçsiz bir şekilde içki ve kumarın peşinde koşar. Bir kısır döngü içinde yuvarlanacak, kaybettikçe oynayacak, oynadıkça kaybedecektir. En sonunda biriken borçları nedeniyle iflasın eşiğine gelen bu mutsuz adam, 1866 yılında başyapıtlarından Suç ve Ceza (1866) adlı eserini borçlarına karşılık tüm haklarıyla yayınevine teslim eder. Çilesi bitmemiştir. İmzaladığı yeni sözleşme onun bir ay içinde ikinci bir roman yazmasını şart koşmaktadır. Anlattıklarını yazıya döken stenograf Anna Grigoryevna’nın yardımıyla Dostoyevski Kumarbaz adlı novellasını vaktinde bitirip (1867) bir süre için borçlarını tasfiye edecektir. Son olarak sevdiği bir başka kadın tarafından reddedilmenin burukluğuyla hayata yeniden küsen Dostoyevski Kumarbaz’ı yazdırırken tanıştığı, kendinden yirmi beş yaş küçük, genç Anna ile evlenip en nihayetinde huzura kavuşur.

“Bir insanı gülüşünden tanımak mümkündür. Eğer hiçbir özelliğini bilmediğiniz bir insanı gülüşünden sevdiyseniz, onun iyi bir kişiliğe sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz.”

1864 yılında kaleme aldığı novellası Yeraltından Notlar, St. Petersburg’da yaşayan içine kapanık, bitkin, bıkkın bir memurun düşüncelerini dile getirir. Bir monolog halinde süregiden bu deneme edebiyat dünyasının ilk varoluşçu eseri olarak da kabul edilmektedir. Hemen ardından on iki aylık tefrikalar halinde ünlü edebiyat dergilerinden birinde yayınlanan Suç ve Ceza Dostoyevski’yi artık zirveye taşımıştır. Hemingway Dostoyevski’den etkilendiğini yazacak, Nietsche “kendisinden bir şeyler öğrendiğim tek psikolog Dostoyevski olmuştur” diyerek ünlü yazarın seçtiği, yarattığı karakterlere övgüler düzecektir.

“Öyle görünüyor ki, gerçekte bir insanın hayatının ikinci yarısı ilk yarıda edindiği alışkanlıklardan başka bir şey değildir.”

Yazar böyle iddia etse de Dostoyevski hayatının ikinci yarısını daha sakin ve düzenli bir ortamda geçirir. Bunu da büyük olasılıkla kendisine dört evlat doğuran ve hayatına çeki düzen veren ikinci eşi Anna’ya borçluydu. Bu dönemde yine seyahatlere başlar. Ancak bu defa gecelerini kumar salonlarında değil, yazı masasının başında geçirecektir. Nitekim, Budala (1868) ve Ecinniler (1872) yurt dışındayken kaleme aldığı eserlerdir.

Hayatın acılarını fazlasıyla tatmış, insanların en karanlık yönlerini görmüş, hissetmiş, yaşamış bir yazar olarak eserlerinde bazen karamsarlık ağır bassa da genelde tüm bu olumsuzluklara rağmen hayatı sevmiş, ona bağlanmıştır. Bunun en güçlü kanıtı da eserlerinde yer verdiği kanlı canlı, eksantrik karakterler olmalı. St Petersburg’da kimsenin tanımadığı bir romantik genç olarak kaleme aldığı Beyaz Geceler öyküsünü okuyup, hemen ardından son eseri Karamazov Kardeşler’i elinize aldığınızda bu usta yazarın ne denli çarpıcı bir değişim sürecinden geçtiğini daha net görebiliyorsunuz.

Kurt Vonnegut bir eserinde hayatta öğrenmek istediğiniz ne varsa hepsini Karamazov Kardeşler’de bulursunuz derken, Freud bu romanın edebiyat dünyasının en güçlü üç eserinden biri olduğunu yazmıştır.

Son romanının yayınlanmasından bir yıl sonra, 1881’de Dostoyevski hayata veda eder. Kendisi gider, eserleri kalır yadigâr. Virginia Woolf o eserler için “The Russian Point of View” (Rus Bakış açısı) başlıklı denemesinde şöyle der:

“Dostoyevski’nin romanları köpüren girdaplar, döne döne savrulan kum fırtınaları, tıslayarak bizi emip içine alan hortumlardır. Sadece ve bütünüyle ruhun özünden oluşurlar. Gayriihtiyari çekiliriz içine, fırıl fırıl döndürülür, kör olur, soluksuz kalıp boğuluruz, ama aynı zamanda delişmen bir sarhoşlukla dolup taşarız.”

Hasan Saraç

http://www.hasansarac.net/

Dünyalılar 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu