Gezi hareketinin birinci yıldönümü protestoları tam bir hayal kırıklığıyla geçti. Bir yıl sonra bu kalabalıklar neden sokağa çıkmadı? Sadece polis şiddetiyle açıklanabilir bir şey değil bu. Görünürde dışardaki korkutucu gücün abanmasına, şiddetine bağımlı olarak tepki veren farklı kimliklerden oluşan kalabalıklar, sosyal bir kenetlenme yaratamayınca “biz” olamadı.
Bir yıl önce sokağa fırlayanlar evlerinde kalırken, Gezi yıldönümünün aynı şekilde, aynı içerikle kutlanmasının aslında çok anlamlı olmadığını hissettiler. Gelinen noktada muhalif kitlelerin kısa vadede kendi başına bir dönüşüm yaratacağına inanç o kadar azaldı ki, hiçbir vizyon, içerik üretmeyen, sadece seçimlerdeki atak tavrı nedeniyle, eski MHP’li Mansur Yavaş gibi merkez sağı da peşine takacak lider isimleri etrafta uçuşmaya başladı. Eski kalıplardan, etiketlerden sıyrılıp, küresel dünyanın, yeni Türkiye’nin analizini yapıp, özgürlükçü bir vizyon ile yoksulluk, gelir eşitsizliği, eğitim gibi sistemin çürük kolonlarına somut çözümler getiren bir demokrat/teknokrat bakış açısı yerine, en kolayından bir lider arayışı başladı.
LİDERLİK KÜLTÜNÜN İFLASI
İtalya’da popülist bir anlayışla seçimlerde birinci parti olan 5 Star hareketinin geldiği noktaya bakmak, liderlik kültünün asla çare olamayacağını anlatan anlamlı bir örnek. İtalya’nın en popüler komedyenlerinden Beppe Grillo tarafından anti kurumsal bir hareket olarak, sisteme inancını yitirmiş kızgın kitleleri arkasına alıp, bir blog etrafında sınırsız ifade özgürlüğünü kutsayan 5 Star hareketi başdöndürücü bir hızla yükselip 2013 seçimlerinde birinci parti oldu.
Ancak çürümüş sisteme dair eleştirinin dışında söyleyecek sözü olmayan, hatta tek adamlığa oynayarak “dijital diktatör”leşen Grillo, alternatif bir umut olmaktan çıkarak halk desteğini hızla kaybetti.
MUHALEFET NEDEN”BİZ” OLAMIYOR?
Peki muhalefet en azgın diktatörlük tehdidi altında dahi neden “biz” olamıyor. Topu yalnızca CHP’ye atmak da sorunu gizliyor. Ortada biz yok, çünkü bizi oluşturan, kodlayan ideolojiye, İttihatçı kafaya, resmi tarihe bağımlı olmak, ona derinden, sarsılmaz bir güvenle inanmak, düşünce dünyamızı donduruyor, değişim, dönüşme olasılıklarının önünü kapatıyor.
Gezi direnişine destek veren Amerikalı Türklerin aynı şekilde “Ermeni Katliamı yalanına” karşı yürüyüşleri bu ikilemin tipik bir görüntüsü. Aynı yalanların hasadıyız sonuçta. Geçmişte de hep böyle oldu. Zaten azınlıklara, diğerlerine eşitlik tanımayan görünmez düzeni yansıtan diktatörlük içinde yaşamadık mı yıllarca. Evet, görünürde özgürdük, şimdi AKP rejimiyle bu görünürdeki özgürlüğümüz de ortadan kalkıyor.
Gezi’de olduğu gibi ne zaman bir şeyden kaçmak, kurtulmak istesek o zaman bu ideoloji, daha ileri gitmemizi engelliyor, biraz ilerlesek bile aynı koşum kayışları ile bizi geriye doğru çekiyor. Erdoğan’ın Alevi korkusunu analiz ederken, eşit vatandaş saymadığımız Kürtlere karşı duyulan fobiyi canlı tutacak, Ermeni katliamını bir yalan olarak görecek kadar zihinlerin derinliklerine işleyen bu ideoloji bizi biz olmaktan alıkoyuyor. Bu ideoloji sadece karşı çıkmaya, protesto etmeye dayalı, ama yepyeni bir alternatif koymayı önleyen “hep arada kalan” bir kitle muhalefeti yaratıyor sadece, görüşümüzü, algımızı çarpıtan. Diğer taraftan hararetle sokak taktikleri üzerine kafa yorarken, pek çok ülkede yaşanan, somut kendini yenileme, örgütlenme, sivil siyaset üzerine konuşmaya karşı ilgisizleşiyoruz birden.
ASIL BÜYÜK İDEOLOJİ: TÜKETİM NESNELERİ
Ama bu yerel İttihatçı ideolojiyi de aşan bir şey. Artık, küresel düzlemde otoritenin buyurduğu köleler değiliz, tüketim ideolojisinin haz nesneleriyiz bir bakıma. Bakın Diyarbakır’da da aynı şey oluyor, kentin bir yanı yüksek binalarla, AVM’lerle, tüketim ikonlarıyla ana sistemin konformizmiyle özdeşleşirken, kentin diğer yarısı yoksulluk, sefalet, işsizlikle kavruluyor, çocuklarını umutsuzca dağa teslim ediyor. Oysa, apolitik kitlelerin Gezi ile kendilerini var hissetmelerinde sadece Erdoğan karşıtlığı değil, tüketim toplumunun metropoller içinde köşeye sıkıştırdığı nesneler olduklarını hissetmeleri de rol oynamıştı. Gezi’nin sihri biraz da buydu. Yine de otoriterliğe karşı mücadele sürecinde her şeye karşın deneyimler artıyor, dayanışma yükseliyor, ama muhalif hareketin çekirdeğinde yer alan 1930’ların değerleri, zihin dünyası ele ayağa bağ oluyor. Erdoğan karakteri, muhalif Türkiye’ye irkilerek gerçekliğin farkına varması fırsatını verirken, asıl meselenin merkezi devlet geleneği olduğunu işaret ediyor, sokak taktiklerinden, ulusalcı yazarlardan çok toplam bir sistem eleştirisi, kavrayışı, zihinsel bir yenilemeye ihtiyaç olduğunu gösteriyor.
Ama ideoloji sadece bize dayatılan bir şey de değil, kendimizin ürettiği spontan ilişkiler, algılar ağı ve dil de değil mi. Bir şekilde ”kendi ideolojimizden” hoşlanıyoruz. Bunun dışına çıkmak ise acılı, can yakan bir süreçtir. Kendi bireyselliğimizle bunu yapamıyoruz, zira görünüşümüzü, kimliklerimizi korumak zorundayız. Oysa düşlerimize ulaşmak acılı gerçekleri söylemekten geçer, ona da çok azımız cesaret eder. Ama biliyoruz ki gerçek özgürlük can yakıcıdır!