Bugün yalanlarla ve bilgisizlikle savaşa savaşa hakikati yazmak isteyen herkesin yenmesi gereken, en azından beş güçlük çıkar karşısına.
1.Yüreklilik: Hakikati yazma yürekliliği
Yazar hakikati yazmak zorunda; burası açık; yazar hakikati saklamaya çalışmamalı, onu gizlememeli ve hakikate uymayan hiçbir şey yazmamalı. Güçlülere boyun eğmemeli, güçsüzleri aldatmamalı. Güçlülere boyun eğmemek şüphesiz çok güçtür; güçsüzleri aldatmak ise çok kazançlı bir iştir. Mülk sahiplerinin hoşuna gitmemek demek, ömür boyu mülk edinememek demektir. Harcanan emeğin bedelini ödemekten kaçınan, emeği de yadsır; güçlüler arasında ün kazanmayı geri çeviren ise, bu koşullar altında, hiç ün kazanmaz, hiç övülmez. Bu yüzden yürekli olmalıdır. Baskıların çok arttığı dönemlerde, genellikle büyük, yüce şeylerden söz edilir. Çığlıkların göklere yükseldiği, kemerleri sıkmanın en yüce erdem olarak yutturulmaya çalışıldığı bu gibi dönemlerde, bayağı konulardan söz etmek için yürek gerekir. Benzer biçimde, yenik düşmüş, ezilmiş kişinin kendi gerçeğini söyleyebilmesi için de yürek gerek. İyilerin iyi oldukları için değil, güçsüz oldukları için yenildiklerini söylemeye yürek ister. Kuşkusuz hakikat, hakikat-olmayanla kavgası içinde gösterilmelidir; genel, ulaşılmaz, kavranamaz bir şey olarak yansıtılmamalıdır. Genel, erişilmez, kavranamaz olan hakikat değil, yalandır. Şu kişi hakikati dile getiriyor dendiğinde birkaç kişinin ya da birçok kişinin ya da tek bir kişinin başka bir şey söylediği, yalana baş vurduğu, yuvarlak sözler gevelediği anlaşılır. Hakikati söyleyen ise, pratik, somut, yadsınmaz, söylenmesi gereken bir şeyi dile getirmiştir.
Dünyanın kötülüğünden, canavarlığın zaferinden yakınmak, bir gün haklılar kazanacaktır diye tehditler savurmak, yeryüzünün bütün bunların söylemesine göz yumulan bölgelerinde bunları söyleyebilmek, hiç de büyük bir yüreklilik sayılmaz. Birçok insan, sanki bütün namlular kendilerine çevrilmiş gibi davranıyorlar; gerçekte onlara çevrilen namlular değil, tiyatro dürbünleridir! Bunlar, belirsiz dileklerini haykırıyor, tasasız, vurdumduymaz kişilere ait bir dünyayı özlüyorlar. Uğrunda hiçbir şey yapmadıkları belirsiz hakların özlemiyle yanıp tutuşuyorlar; uzun zamandan beri yemlendikleri ganimetten pay almalarını sağlayacak genel bir özgürlüğün hayalini kuruyorlar. Onlara göre hakikat, yalnızca kulağa hoş gelen şeylerden ibarettir. Hakikat elle tutulabilir, ölçülebilir, var olan bir şeyse, ona ulaşmak biraz çabayı, araştırmayı gerektiriyorsa, hakikat diye bir şeyi tanımazdan gelirler o zaman; kafalarını bulandıracak hakikate boş verirler. Bunlar, hakikate şöyle bir dokunup geçen bir şeyleri geveleyen, yüzeyde kalmış, derine inmeyen kişilerdir. İşin kötüsü: Hakikatten haberi yoktur bunların.
2. Akıl: Hakikati görmek, fark edebilmek
Her alanda gizlenen, örtbas edilmeye çalışılan hakikati yazmak güç iş olduğundan, birçoğu için hakikatin yazılması ya da yazılmaması yalnızca bir namus sorunundan ibarettir. Hakikati yazmak için bir tek yürekli olmanın gerektiğini sanırlar. İkinci güçlüğü ise hep unuturlar. Bu ikinci güçlük hakikati bulabilmektir. Hakikati bulmanın kolay bir iş olduğunu kimse söyleyemez.
Öncelikle, hangi hakikatin söylenmeye değer olduğunu bulup ortaya çıkarmak, işte bu, sanıldığı gibi kolay değildir. Örneğin, dünyanın en uygar sayılan ülkelerinden biri, günümüzde en aşağılık bir barbarlığın içine batmış durumda. Bu durumu gören herkes, en korkunç, en canavarca araçlarla yürütülen iç savaşın, bir gün, dünyayı belki de bir yıkıntı yığınına çevirecek bir savaşa dönüşeceğini biliyor. Bunun bir hakikat olduğu kuşku götürmez. Ama bunun yanında başka hakikatler de var. Sözgelimi, koltuklar oturmaya yarar, yağmur gökten yağar türünden hakikatler. Bunlar da yanlış değil. Birçok yazar, bunlara benzer hakikatleri yazıyorlar. Bunlar, batmakta olan bir geminin duvarlarına natürmortlar çizmeye çalışan ressamları andırıyorlar. Belirttiğimiz ilk güçlük, onlar için geçerli değil, buna aldırdıkları yok ama vicdanları da rahat. Resimlerini güçlülere aldırmayarak çiziyorlar. Ama ezilenlerin çığlıklarıyla da ilgilenmiyor, bundan etkilemiyorlar. Seçtikleri davranış biçiminin anlamsızlığından kendilerini de etkiliyor, “derin” bir karamsarlığa kapılıyorlar. Karamsarlığa kapılıyorlar kapılmasına ama çok iyi fiyattan satıyorlar karamsarlıklarını; ustalık sıfatının gerçek sahipleriyse bu karamsar sahte ustalara gösterilen ilgiyi görmüyor, ürünlerini satamıyorlar bile. İşte bundan dolayı, bu karamsarların dile getirdiği hakikatlerin, koltuklarla ya da yağmurla ilgili olarak yukarıda belirttiğimiz hakikatlere benzediğini hemen görmek kolay olmuyor. Kolay olmuyor, çünkü bambaşka biçimde, sanki önemli hakikatlermiş gibi çıkıyorlar ortaya. Çünkü sanatın, sıradan bir şeyi önemli kılmak olduğu sanılıyor.
Ama yakından bakılacak olursa, bu karamsarların sadece şunu söyledikleri anlaşılır: “Koltuk, koltuktur,” ya da «hiç kimse yağmurun gökyüzünden yeryüzüne yağmasını engelleyemez.»
Bu kişiler, yazılması gerekli hakikati bulamazlar. Bir başka türden insanlar vardır. Bunlar, yerine getirilmesi yüzde yüz zorunlu görevleri üstlenirler; ne güçlüklerden, ne de yoksulluktan korkarlar; ne var ki, yine de yakalayamazlar hakikati. Bilgileri yetersizdir. Eski hurafelerle, eski dönemlerin bilinen önyargılarıyla doludur kafaları. Dünya çok karmaşıktır onlara göre. Olayları değerlendiremezler, karşılaştıkları olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini kuramazlar. Dürüstlükten başka, emek harcayarak kazanılan bilgilere, öğrenilebilir yöntemlere gerek vardır bunun için. Karışıklıklarla dolu, büyük değişimlerin gerçekleştiği günümüzde yazan herkes, materyalist diyalektiği, ekonomiyi ve tarihi bilmelidir. Gerekli çalışkanlık gösterilebilirse, bu bilgiler kitaplardan ve yaşamın kendisinden edinilebilir. Hakikatin parçaları ya da hakikati bulmaya yönelten nesnel varlıklar, kısacası birçok hakikat daha sıradan yöntemlerle de bulunabilir. Araştırmak isteyen kişinin bir yöntemi olmalı; gerçi yöntem olmadan da hakikat bulunabilir, hatta aramadan da bulunabilir. Ama böyle rastlantıyla bulunan hakikat, yazarı insanlara nasıl davranmaları gerektiğini gösterebilecek bir hakikate asla götürmez. Yalnızca basit, sıradan olguları kaleme alanlar, dünyamızın sorunlarını kullanamazlar, onlardan yararlanamazlar. Oysa hakikati yansıtmanın amacı, sadece budur; başka da bir amacı yoktur. Söz konusu ettiğimiz kişilerde hakikati yazma isteği vazgeçilemeyen bir tutkuya dönüşmemiştir.
İş bununla bitmiyor. Hakikati yazma amacı taşıyanlar ve hakikati fark etme yeteneğine sahip olanlar için aşılması gerekli üç güçlük daha var.
3. Sanat: Hakikati silâha dönüştürebilme, onu bir silâh olarak kullanabilme sanatı
Hakikat, sonuçları için dile getirilmelidir; çünkü hakikatten çıkarılacak sonuçlar, tutumları belirler. Hiçbir sonuca varmayan ya da yanlış sonuçları doğuran hakikate örnek olarak, çok yaygın olan şu görüşü anımsatabiliriz: Kimi ülkelerde barbarlığa kadar varan korkunç olaylar görülüyor, yaşanıyor. Bu görüşten yola çıkarsak, faşizmin sırf doğanın gücüyle kimi ülkelerin üzerine çöreklenen bir barbarlık dalgası olduğunu söyleyecek denli yanılgıya düşebiliriz.
Bu görüşe göre faşizm, kapitalizmin ve sosyalizmin yanında (hattâ onların üstünde), yeni, üçüncü bir güç; yalnızca sosyalist hareket değil, kapitalizm de faşizm olmadan varlığını sürdürebilir. Kuşkusuz faşistçe bir şey bu, faşizmin karşısında bir yenilgi. Faşizm, kapitalizmin ulaştığı bir aşama, tarihî bir aşama: bu açıdan bakılırsa, yeni bir şey, öte yandan da eski bir şey. Kapitalizm faşist ülkelerde faşizm olarak varolur; kapitalizmin en açık, en saldırgan, en baskıcı, en yalancı biçimi olan faşizme karşı mücadele vermek, ancak kapitalizmle mücadele etmekle gerçekleşebilir.
Faşizmi doğuran kapitalizme karşı tek sözcük bile söylemek istemeyen kişi, karşı olduğu faşizmin hakikati üzerine nasıl konuşabilir? Bu konudaki hakikati dile getirmek nasıl yararlı bir sonuç doğurabilir?
Kapitalizme karşı çıkmadan faşizme karşı çıkan, barbarlığın yarattığı barbarlıktan yakınan kişiler, danadan kendilerine düşen payı büyük bir iştahla tıkınan, ama danacıkların kesilmesine karşı çıkan insanları andırıyorlar. Durum şu: Danayı büyük bir zevkle yiyorlar, kan görmeye dayanamıyorlar. Kasap, eti önlerine getirmeden önce ellerindeki kanı yıkayıp temizlerse, keyiflerine diyecek yok. Barbarlığın nedeni olan mülkiyet ilişkilerine karşı değil onlar, yalnızca barbarlığa karşılar. Barbarlığa karşı yükseltiyorlar seslerini; üstelik de bunu aynı mülkiyet ilişkilerinin geçerli olduğu ülkelerde yapıyorlar; ama o ülkelerdeki kasaplar, eti vermeden önce yıkayıp temizliyorlar ellerindeki kanı.
Barbarca önlemlere karşı yükselen sesler; bu suçlamaları dinleyenler böylesi önlemlere kendi ülkelerinde baş vurulmadığına inandıkları sürece, yani kısa bir süre için; etkili olabilir. Kimi ülkeler mülkiyet ilişkilerini başka ülkelerdeki gibi zor kullanarak değil, görünüşte sert olmayan önlemlere baş vurarak koruyabiliyorlar henüz. O ülkelerde geçerli olan demokrasi ve yürütülen kamu hizmetleri başka ülkelerdeki şiddetin işlevini taşıyor, yani üretim araçları mülkiyetinin korunmasına yöneliyor. Fabrikalar, maden ocakları ve toprak mülkiyeti üzerinde kurulan tekeller, her yerde barbarca olaylara gebe; ancak bu çeşit barbarlıklar pek göze batmıyor. Barbarlık ancak tekeller doğrudan doğruya kaba güçle korunmaya başlandığında göze batıyor.
Barbarlık tekellerini korumak için hukuk devleti anlayışının yanında, sanat gibi, felsefe gibi, edebiyat gibi güzelliklerden vazgeçmeyi henüz gerekli görmeyen birkaç ülke, bu güzelliklerden vazgeçtiği için anayurdunu suçlayan konukların çıkardığı gürültüyü hoşnutlukla dinliyor; çünkü beklenen savaşlardan yarar umuyor o ülkeler. Almanya’ya karşı açılacak acımasız bir savaşı iple çeken, “Almanya’nın günümüzde kötülerin yurdu olduğunu, Cehennemin bir şubesine dönüştüğünü, şeytanın orada konakladığını” bağıra çağıra bütün dünyaya ilân eden bu kişilerin hakikati gördükleri söylenebilir mi? Olsa olsa onların umutsuz budalalar oldukları, zararlı kişiler oldukları söylenebilir. Çünkü bütün bu gevezeliklerden çıkartılacak sonuç, Almanya’nın yeryüzünden silinmesi gerektiği olacaktır. Bunlardan, insanlarının tümüyle birlikte koca bir ülkenin ortadan kaldırılması gerektiği sonucu çıkarılabilir yalnızca; çünkü zehirli gaz, insanları öldürürken, suçluları suçsuzlardan ayıramaz.
Hakikati tanımayan, düşüncesiz, sıradan insan belirsiz sözler eder, yüksekten atıp tutar, birtakım bulanık şeyleri ağzında geveler durur. Örneğin Almanlara veriştirir, kötülerden yakınır; bu kişileri dinleyenler de, en azından ne yapacaklarını şaşırırlar. Almanlıktan vazgeçmeye mi karar vermelidirler? Kendileri iyi insan olurlarsa, söz konusu cehennem ortadan kalkacak mıdır acaba? Barbarlıktan doğan, barbarlık üzerine yürütülen gevezelikler de buna benziyor. Bu gevezeliklere göre, barbarlığın sonucu olan barbarlık, eğitimle kişilere kazandırılacak ahlâklı davranış biçimiyle ortadan kalkabilir. Bütün bunlar çok parlak sözler, ama bu sözlerden takınılması gerekli tavırlar konusunda herhangi bir sonuç çıkarılamaz; bu nedenle de kimseye seslenemez bu gevezelikler.
Bu tür konuşmalar, nedenler zincirinin çok sayıda halkasını yansıtabiliyor ve eylem içindeki belirli güçleri, alt edilmez güçler biçiminde tanımlıyor. Buna benzer ifadelerin karanlık yanları çok, yıkımları hazırlayan güçleri gizliyor bu konuşmalar. Biraz açık konuşsalar, tüm yıkımların nedeninin insan olduğunu öne sürecekler! Çünkü içinde yaşadığımız şu günlerde insanın yazgısını, insan çiziyor.
Faşizm öyle, insanın “doğasıyla” açıklanabilecek “doğal bir felâket” değildir. Ama doğal yıkımlar bile, şu “tabiî afetler” bile insana yaraşır bir biçimde dile getirilebilir; bu da insanın mücadeleci gücüne seslenen anlatım biçimidir.
Yokohama’yı yerle bir eden büyük depremden sonra, geniş bir yıkıntı alanını gösteren fotoğraflar yayımlanmıştı birçok Amerikan gazetesinde. Resimlerin altında şu yazılıydı: “Steel stood” (“Çeliğe bir şey olmadı”); gerçekten de, ilk bakışta salt yıkıntıları görenler, yazıyı okuduktan sonra uyarılmış durumda, ayakta kalabilen birkaç yapıyı da fark ediyorlardı. Depremi dile getiren bakış açıları içinde, söz konusu ettiğimiz inşaat mühendislerinin bu bakış açısı özel bir önemlilik taşımaktadır; çünkü onlar, toprak kayması, deprem dalgasının yıkıcı gücü, depremle oluşan ısı konularında bilgi edindiler bu deprem aracılığıyla; bu bilgiler, depreme dayanıklı yapıları oluşturmalarını kolaylaştıracaktır onların. Faşizm gibi, savaş gibi “felâketleri”, “doğal afetlere” hiç benzemeyen bu yıkımları dile getirmek amacını taşıyanlar, hakikati kullanışlı bir biçimde yansıtmalıdırlar. Üretim araçları mülkiyetinden yoksun bırakılmış, çalışan dev kitlelerin başına bu belâları saranların, o araçları ellerinde tutanlardan başka kimseler olmadığını açıkça belirtmelidirler.
İnsanların içine düştükleri kötü durumlar konusundaki hakikatler yazılmak isteniyorsa, önce o durumları yaratan önlenebilir nedenler ortaya çıkarılmalıdır. Ancak önlenebilir nedenler ortaya koyulduktan sonra kötü durumlarla savaşılabilir.
4. Karar: Hakikatin kimlere yarayabileceğine karar verebilmek
Yazılanların fikirler ve sanat yapıtları pazarında karşılaştığı, yüzyıllardır süregelen alışılmış ticari kurallar, yazarı, yazdıklarının sorumluluğunu taşımaktan kurtarıyordu; yazar, müşterisinin ya da çalıştığı yayınevi patronunun, yani aracı kişinin, yazdıklarım herkese ulaştırabildiğini sanıyordu. Kısacası şöyle düşünüyordu yazar: Ben konuşurum, beni dinlemek isteyenler de dinlerler. Gerçekte yazar konuşuyordu, ama onu parası olanlar (eseri satın alabilenler) dinliyordu. Herkes işitmiyordu konuştuklarını; işitenler de her şeyi duymak istemiyorlardı. Bu konuda çok şey söylendi, ama yine de bu kadarı yeterli değil; burada yalnız şunu söylemekle yetineceğim: Sonunda “birine yazmak”, “yazmak” olup çıktı. Ama hakikat öyle rastgele yazılamaz; doğrudan doğruya birine, ondan yararlanacak olan birine yazılmalıdır hakikat. Hakikate ilişkin bilgilerin edinilmesi, yazarlar ve okurlar açısından ortak bir süreçte gerçekleşebilir. Doğru konuşabilmek için iyi işitebilmek, doğruyu işitebilmek gerekir. Hakikati söylemenin de, dinlemenin de bir amacı, ereği olmalıdır. Biz yazarlar için önemli olan, hakikati kime söylediğimiz ve onu bize kimin söylediğidir.
İçine düşülen kötü durumlarla ilgili hakikati, bu kötü durumlardan en çok zarar görenlere iletmeliyiz ve onlardan da öğrenmeliyiz. Yalnızca belirli görüşleri benimsemiş kişilere seslenmemeli, aynı zamanda görüşleri, içinde bulundukları durumun etkisiyle biçimlenmiş kişilere de seslenebilmeli. Bizleri dinleyenler sürekli bir değişim içinde! Unutulmamalı ki, hesapları tutmazsa, ya da tehlike büyürse, cellâtlar bile yükseltebilirler seslerini. Bavyeralı köylüler başkaldırıya karşıdırlar hep, ama savaş uzun sürerse, savaştan evlerine dönen oğulları çiftliklerde iş bulamazsa, o zaman onlar da başkaldırıdan yana olurlar.
Yazarlar için önemli olan, hakikatin hangi ses tınısıyla söyleneceğinin bulunmasıdır. Çoğu zaman yumuşak, ağlamaklı bir sesle, karıncayı incitmeyen insanların tutumuyla söylendiğini işitiriz hakikatin. Yoksulluk ve acılar içinde yüzen kişi, bu sesi duyunca daha çok acı çekmeye başlar. Bu şekilde konuşanlar belki düşman değillerdir, ama mücadelede yer alamazlar. Hakikat kavgacıdır, yalnızca hakikat olmayanla değil, hakikat olmayanı yayan, savunan kişilerle de savaşır.
5. Hüner: Çok kişiye hakikati ulaştırabilme, onu çok kişiye
yayabilme hüneri
Birçokları hakikati söyleyebilme cesaretini gösterdikleri için böbürleniyorlar, onu bulabildikleri için mutluluk duyuyorlar, hakikate kullanışlı, yararlı bir biçim vermeye çalıştıklarından yorgun düşüyorlar belki de; ama sonradan hiçbir şey yapmıyorlar, oturup çıkarlarını savundukları insanların onlara el uzatmasını bekliyorlar; hakikati o insanlara ulaştırabilmek, o insanlar arasında yayabilmek için belirli bir hünerin gerektiğini hiç düşünmüyorlar. Bu yüzden çabalarının bütün etkisi güme gidiyor. Hakikatin baskı altına alındığı, gizlendiği her dönemde, onu kitlelere ulaştırabilmek için kurnazlık (hüner) gerekmiştir. Konfüçyüs aşırı yurtseverliklerle dolu, eski bir tarih belgesinde değişiklikler yapmıştı. Birkaç sözcüğü değiştirmişti yalnızca. Tarih belgesinin bir bölümünde şöyle yazıyordu: “Kun ülkesinin hükümdarı, dilini tutamaması nedeniyle filozof Wan’ı öldürttü.” Konfüçyüs, buradaki “öldürttü” sözcüğü yerine “katletti” sözcüğünü yerleştirmişti. Hükümdar bilmem kim bir suikasta kurban gitti-cümlesiniyse, “idam .edildi” diye değiştirmişti. Böylelikle Konfüçyüs, tarihin akışının yeni bir açıdan yargılanmasını sağlayabilmişti.
Çağımızda da halk yerine sınıflar, toprak yerine mülkiyet sözcüklerini kullanan kişi, birçok yalana aracılık etmekten kurtulur. O sözcüklerin (değiştirilmesi gerekenlerin) kişiyi uyuşturucu, tembelleştirici, yani mistik özelliklerini ortadan kaldırmış olur. Halk sözcüğü, belirli bir birliği ifade ediyor ve ortak çıkarları akla getiriyor; bu nedenle bu sözcük, yalnızca birden fazla halkın söz konusu olduğu durumlarda kullanılabilir, çünkü ancak o durumlarda çıkarların ortaklığından söz edilebilir. Bir toprak parçası üstünde yaşayan sınıfların çıkarları ise farklıdır ve genellikle de bu çıkarlar birbirleriyle çelişir; işte bu hakikat hep gizlenmeye çalışılan bir hakikattir. Toprak deyip de, tarlaları anlatan, tarlaların kokusunu ve rengini uzun uzadıya dile getirerek burun ve göz zevklerine seslenen yazar, egemenlerin yalanlarını desteklemiş olur; çünkü söz konusu olan ne toprağın verimliliğidir, ne de insanlardaki toprak sevgisi ve çalışkanlıktır; gerçekte önemli olan, tahıl fiyatları ve tarlada çalışanın emeğine ödenen ücrettir. Topraktan kazanç sağlayanlar, kızgın güneş altında buğday üretenler değildir; toprak kokusunu tanıyan yoktur borsalarda. Borsaların kokusu bambaşkadır. Buraya uyan sözcük, toprak mülkiyetidir; böylelikle, daha az yalan söylenmiş olur. Baskıların egemenlik kurduğu ülkelerde, disiplin sözcüğü yerine, itaat ya da baş eğme sözcükleri kullanılmalıdır; çünkü disiplin, mutlaka baskıları gerektirmez, bu açıdan bakınca, baş eğme sözcüğünden daha soylu bir anlam taşır. Şeref sözcüğü yerine de insanlık onuru sözcüğü kullanılmalıdır. Böylece tek tek kişiler, kolaylıkla gözden kaçmamış olurlar. Böylece, halkın onurunu kurtarmak savıyla ortaya çıkanların, bir yüzsüzler takımı oldukları gizlenmemiş olur: Toklar, aç kalma pahasına onları doyuranlara büyük bir eli açıklıkla şeref dağıtırlar. Konfüçyüs’ün kurnazlığı (hüneri) bugün için de geçerlidir. Ulusuyla ilgili olayların irdelenmesini haklı nedenlere dayandırıyordu o… İngiliz Thomas More, “Ütopya” adlı yapıtında; adil bir yönetimin egemenlik kurduğu bir ülkeden söz ediyordu-kuşkusuz kendi ülkesi değildi sözünü ettiği ülke; ama, aslında, ne kadar da çok benziyordu o Ütopya kendi ülkesine, anlattığı olaylar ülkesinde görülenleri ne de çok andırıyordu! İngiltere’yi eleştiriyordu More.
Lenin, Rus burjuvazisinin Sahalin adasında uyguladığı sömürüyü ve baskıları anlatmak istiyordu, ama çarın polisinden çekiniyordu. Rusya yerine Japonya’yı, Sahalin yerine de Kore’yi koydu. Japon burjuvazisinin uyguladığı yöntemler, Rus burjuvazisinin Sahalin adasında uyguladığı yöntemleri anımsatıyordu her okura; ama yazı yasaklanmadı, çünkü Rusya ile Japonya arasında düşmanlık vardı o yıllarda. Almanya’da, Almanya konusunda söylenemeyen birçok şey, örneğin Avusturya için söylenebilir.
Söz konusu edilen devlet değiştirme kurnazlığının pek çok örneği vardır.
Voltaire, kilisenin mucize inancına karşı çıkmak istiyordu, bu amaçla Orleans’lı bakire üzerine çapkın bir şiir yazdı. Bir ordu askerin arasına düşen, bir çiftlikte kalan ve papazların arasında yaşayan Jeanne Darc’ın, bütün bunlara karşın bakire kalabilmesi için kuşkusuz mucize gerekti; işte böylesine bir mucizeyi anlatıyordu Voltaire.
Zevk düşkünü egemenlerin yaşamlarından türettiği erotik serüvenleri anlatırken kullandığı çekici üslûpla Voltaire, egemenleri, bu uçkuru düşük yaşamları için gerekli koşulları onlara hazırlayan bir dine dört elle sarılmaya çağırıyordu. Böylece Voltaire’in emeği, kanunsuz yoldan da olsa, ulaşmayı amaçladığı kişilere ulaşmış oluyordu. Okurları arasındaki güçlüler, Voltaire’in görüşlerinin yayılmasına aracı oluyorlar, ya da buna katlanmak zorunda kalıyorlardı. Ve büyük Lucretius savunduğu Epikürcü ateist görüşlerin yayılmasında, dizelerinin güzelliğinden yararlandığını açıkça, vurgulayarak belirtiyordu.
Bir ifadenin yüksek edebi düzeyi, gerçekte yazar için bir güvence olabilir. Ama bunun sık sık kuşkulara yol açtığı da görülür. O zaman anlatımların sanat değeri bilerek, isteyerek düşürülür. Sözgelimi, hor görülen polisiye romanların göze çarpmayacak yerlerine kötü, karanlık durumları dile getiren ifadeler sokulabilir. İçinde bu çeşit ifadelerin bulunması, bir polis romanının yazılmasını bile haklı ve yararlı kılabilir. Büyük Shakespeare, anayurduna karşı yürümeye kalkışan Coriolanus’a engel olmak isteğindeki anasının bu amaçla yaptığı konuşmayı bilerek etkisiz bir konuşma biçimine sokmuştu; bu arada, oldukça sıradan düşünceleri dile getirerek yazınsal düzeyi de kasıtlı biçimde alçaltıyordu-çünkü Coriolanus’un tasarısından vazgeçmesini elle tutulur nedenlerle, ya da anlamı derin bir karşı koyuşla açıklamak istemiyordu; tam tersi, belirli bir tembelliğin sonucu olarak eski bir alışkanlığın buyruğu altına girmişti Coriolanus; tasarısından vazgeçmesinin nedeni buydu ve Shakespeare de bunu göstermek istiyordu. Antonius’un, Caesar’ın ölüsü başında yaptığı konuşma da, hünerlilikle dağıtılmış hakikate Shakespeare’den verebileceğimiz bir başka örnek olabilir. Antonius, Caesar’ın katili Brutus’un saygın bir kişi olduğunu yineliyordu sürekli; ama bu arada onun eylemini de dile getiriyordu ve eylemin bu biçimde dile getirilişi, eylem sahibine saldırılmasından çok daha etkileyici oluyordu; konuşmacı, salt olup biteni anlatarak haklı çıkarıyordu kendisini; olaylara böylece “abartılmış” bir etkileyicilik özelliği kazandırıyordu. Bundan dört bin yıl önce yaşamış Mısırlı bir şair de buna benzer bir yöntem uygulamıştı. Sınıflar arasında kanlı bir savaşın hüküm sürdüğü bir dönemdi. O güne dek egemen olan sınıf, en büyük düşmanına, yani halkın o güne dek kölelik eden kesimine karşı kendini güçlükle savunmaya çabalıyordu. Şiirde hükümdarın, firavunun sarayına ermiş, bilge bir kişi gelir ve firavunu uyararak iç düşmanlara karşı saldırıya geçilmesi gerektiğini öğütler. Alt sınıfların başkaldırmasıyla ülkede oluşan düzensizliği ve karışıklıkları uzun uzadıya, etkileyici bir dille anlatır. Söylediği şunlardır:
Böyle işte: Gözyaşı döküyor soylular, ayaktakımı sevinçle donanmış tepeden tırnağa. Haykırıyor her kent, bırakın kovalım güçlüleri aramızdan diye. Böyle işte: Basılıyor devlet daireleri, resmî belgeler yağmalanıyor; bakın şu işe, çiftlik köleleri, bey oldu artık. Böyle işte: Saygım mı saygın beylerin çocuklarını kimsecikler tanımıyor; soylu hanımların yavrucakları, kölelerin oğullarıyla bir şimdi.
Böyle işte: Kentlileri değirmen taşlarına bağladılar. Hani şu güneşi hiç göremeyenler vardı, onlar da oynaşıyor gün ışığında, şıkır şıkır.
Böyle işte: Abanozdan yapılma kutsal bağış kutuları paramparça edildi; güzelim sedir ağaçlarından döşek yapıyorlar kaba saba gövdelerini dinlendirmek için. Acılarla görün, başkentimiz bir saat içinde yerle bir oldu. Görün acılarla, daha dün bir lokma ekmek bulamayanların ambar dolusu yiyeceği var şimdi, ambarlarım elbet başkalarının mallarıyla doldurdular. Acılarla görün, yiyecek bulabilen soylular kendini mutlu sayar oldu. Görün acılarla, tek bir buğday tanesine el açanların ambarları dolup taşmış buğdaylarla, eskiden buğday dilenenler, şimdi sadaka dağıtıyor efendilerine. Acılarla görün, çift sürecek öküzü olmayanların şimdi sürüleri var, sabanına koşacak hayvan bulamayanlar kocabaş sürülerini ele geçirdiler tümden. Görün acılarla, başını sokacak tek göz odası olmayanlar, artık sağlam evlere kavuştu.
Acılarla görün, saray danışmanları ambarlarda barınmaya uğraşıyor, bir dam altı bulamayan çapulcular sedir döşeklere uzanmışken.
Görün acılarla, bir kayığı bile olmayanlar vardı ya, şimdi gemi sahibi oldular, gemilerin eski sahipleri mi, onlar boyunlarını bükmüş bakıyorlar bu çapulculara, gemiler eski sahiplerinin değil artık. Acılarla görün, bir giydiğini bir daha giymeyen zevk sahipleri, o canım gözdeler paçavralara bürünmüş, onların kumaş dokuyucuları ipek çamaşırlarla bezenmiş hep.
Zenginin susuzluktan dili damağına yapışmış, öyle baygın, kendinden geçmiş, dün onun artığını dilenenler, şimdi keskin mi keskin içkilerle serinliyorlar. Görün acılarla, arp çalmasını bilmeyenlerin elinde altın yaldızlı arpler, eskiden yanında şarkı söylemeye gönül indirilmeyenler, şimdi müzikle eğleniyor. Acılarla görün, yoksulluktan kadınsız uyuyanların döşeğinde soylu bayanlar oynaşmak zorunda şimdi, yüzünü ancak bulanık suda görenlerin gümüş sırlı aynası var artık.
Büyüklere kimseler saygı göstermiyor bugün. Ayak işlerine koşturulanlar, şimdi koşturucularını kullanıyorlar ayak işleri için.
Görün korkularla, işte beş adam, ne idüğü belirsiz önderleri göndermiş. Şöyle diyorlar: Biz ulaştık amacımıza. Çektiğimiz acılardan siz inleyin şimdi.
Şairin anlattığı bu düzensizliklerin ve karışıklıkların, gerçekte, ezilenler açısından çok çekici, çok özlenen bir durumu göstermek amacıyla, yani ezilenleri o duruma özendirmek amacıyla yazıldığı açıkça görülüyor. Ama kimse karşı çıkamaz şaire. Çünkü anlattığı durumları benimsemiyormuş gibi görünüyor şair…
Jonathan Swift kaleme aldığı bir bildiride, yoksul çocukların kesilip, salamura et olarak satılmasının ülke refahına olumlu yönde etki yapacağını söylüyordu. Kesin hesaplar koyuyordu ortaya; acımasızca davranışlarla iktisadî alanda ne denli büyük bir tasarrufun gerçekleştirilebileceğini kanıtlıyordu.
Açıkça aptal yerine koyuyordu kendisini Swift. Herkesin ilgilendiği, çok ciddî bir soruna çözüm yolu bulmak ereğiyle ortaya attığı düşünce tarzı, tüm nefretleri çekmesine yol açıyorken, önerisinin bayağılığı ve alçaklığı da herkesin fark edebileceği gibi apaçık çıkıyordu ortaya. Ama kimi görüşlerin doğuracağı sonuçları hiç düşünmemiş olanlar da içinde olmak üzere, herkes Swift’in önerisinden daha akılcı, ya da en azından daha insancı düşünmek zorunda bırakılıyordu kuşkusuz.
Hangi alanda olursa olsun, düşünmenin teşvik edilmesi hep ezilenlerin yararınadır. Çok gereklidir bu. Sömürü düzenine hizmet eden yönetimler hep aşağılar düşünmeyi, horlar, yok sayar.
Aşağılananların yararına olan her şey aşağılıktır o yönetimlere bakılırsa. Örneğin açların ekmek bulabilme kaygıları; açlıktan kimileri ölürlerken, ülkenin savunucuları sıfatıyla onurlandırılan insanlara uygun görülmüş bu payeleri yadsımak; ülkesini yıkıma sürükleyen yönetici (Führer-Hitler) karşısında duyulan kaygı; sahibini besleyemeyen emeğe karşı duyulan nefret; insanları anlamsız birtakım davranışlara zorlayan kurallara karşı koyma; çıkarlarını koruyamayan aileye karşı kayıtsızlık… Bütün bunlar aşağılık düşünceler olarak nitelendirilmektedir. Açlar, hiçbir şeyi savunamayan, korkak, gözü doymaz yaratıklar sayılırlar; ezenlere kuşkuyla bakanlar da birer haindir; işçiler, gördükleri işin gerçek değerini bilmeden emeklerinin hakkını arayan miskinler diye sıfatlandırılarak, tüm sövgüleri üstlerine çekerler. O düzenlerde düşünmekten daha aşağılık bir iş yoktur, düşünenlerin adı kötüye çıkar. Ama bütün bu baskılara karşın, insanın cezalandırılmaksızın düşüncenin başarısını, düşünmenin sonuçlarını tanıtlayabileceği ve gösterebileceği alanlar da yok değildir; bu alanlar, diktatörlerin de üzerinde düşünmeyi gereksindiği konulardır. Örneğin düşünmenin üstünlüğü ve başarısı, savaş bilgisi ve teknik alanında kanıtlanabilir. Yünün yerini tutabilecek sentetik maddelerin bulunması ve üretilmesi de, düşünmenin gerektiği bir alandır. Yiyecek maddelerinin bozulmadan uzun süre saklanabilmeleri, gençlerin savaşa hazırlanmaları, bütün bunlar üzerlerinde düşünmeyi gerektiren konulardır: Düşünmenin önemi bu konuların yardımıyla gösterilebilir. Gerçi bu saydığımız düşüncelerin zorunlu ve istenmeyen amacı savaşa teşviktir, ama yine de kurnazlıkla kurtulunabilir bu tuzağa düşmekten; bir savaşın en iyi nasıl yürütülebileceği üzerinde düşünme, yürütülmek istenen anlamsız bir savaşsa, savaşın anlamı üzerine düşünmeye zorlar insanı; böylece anlamsız bir savaştan kaçınmanın yollarına ilişkin düşünceler gelişir, kafa yorar bu mesele için herkes.
Bu sorun üzerine açıkça yazıp çizmek olanaksız kuşkusuz. Peki, sürekli övülen düşünce yararlı, yani etkili bir biçime sokulamaz mı? Sokulabilir.
İçinde yaşadığımız günlerdeki gibi, halkın bir bölümünün (küçük bir kesiminin), bir başka bölümünü (büyük çoğunluğunu) sömürebilmek için baskı düzeni kurduğu dönemlerde, baskıların yürütülebilmesi içki, her alanda belirli bir temel tutumun geçerli olması gerekir; halkın temel bir tutumu benimsemesi istenir. Zooloji alanında, İngiliz Darwin’inki gibi bir buluş, sömürü düzeni için ansızın bir tehlike sayıldı sözgelimi; gelgelelim uzunca bir süre salt kiliseyi kaygılandırmıştı Darwin’in buluşu, polis hiçbir şeyi fark etmemişti. Fizikçilerin araştırıları, son yıllarda mantık alanında çeşitli sonuçlar doğuruyor; yalnızca baskılara hizmet eden bir dizi inançla ilgili kuralı tehdit ediyor bu araştırılar. Prusyalı devlet filozofu Hegel’in mantık alanındaki çalışmaları, Marx’a ve Lenin’e klasiklerini yazarken kullandıkları yöntem için son kerte değerli ipuçları verdi. Bilimlerin gelişimi birbirine bağlı olarak, ama farklı hızlarda gerçekleşiyor; devlet, -her gelişmeyi yakından izleyebilecek durumda değil. Hakikatin savunucuları şöyle böyle kolaylıkla gözden kaçabilecek alanlarda yürütebilirler savaşlarını. En önemli şey doğru düşünmeyi öğretebilmektir; her şeyi ve her olayı geçici, değiştirilebilir yanıyla kurcalayan düşünme tarzının insanlara aşılanabilmesidir işte en önemlisi. Egemenler köklü değişmelerin kesinlikle karşısındadırlar. Her şeyin, bin yıl da olsa, bin yıl da geçse hep aynı kalmasını isterler. Ay yerinde dursa, güneş hareket etmese ne de iyi olur onlar için! O zaman kimse aç falan kalmaz, akşamlan yemek yiyebilir sanki. Onlar silahlarını ateşledikten sonra, düşmanları ateş etmemelidir artık, son kurşunu atan onlar olmalıdır. Geçici olanı araştıran bir düşünce tarzı ezilenleri yüreklendirmek için çok iyi bir araçtır. Her şeyin ve her durumun kendi çelişkisini içinde taşıdığı ve bu çelişkinin giderek büyüdüğü gerçekliği, güçlülere karşı bir koz olarak kullanılmalıdır. Böylesi bir düşünce tarzı (örneğin şeylerin akışının öğretisi olan diyalektik) egemenlerin sürekli kaçtıkları nesnelerin araştırılmasında kullanılabilir. Bu düşünce yöntemi biyolojide ya da kimyada bile uygulama alanına getirilebilir. Ama aynı zamanda, bir ailenin yazgısını dile getirirken de kullanılabilir bu yöntem; üstelik pek de dikkat çekmez. Her şeyin, sürekli değişim içinde olan birçok başka şeye bağımlılığı, diktatörlerin çok tehlikeli buldukları bir görüştür; bu görüşü polisin ilgisini çekmeden yansıtabilmenin pek çok yolu vardır yine de.
Bertolt Brecht
Dünyalılar