Türkiye’de 700 bin diplomalı işsiz var.
Hep aynı 700 bin kişi işsiz olmadığına, her gün birileri iş buluyor ve birileri atılıyor olduğuna göre, plazalar diyarı Levent-Maslak hattının girişindeki Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısında yazan yazı bize uyarlanabilir: Her eğitimli emekçi işsizliği tadacaktır!“Boşuna mı okuduk?” diye sormanın bir yerden sonra anlamı yok. Boşuna okumadık, patronlar para kazansın diye okuduk ve herhangi bir anda çalıştırılıyor olanlarımız nasıl emekleriyle şirketlerin kâr etmesini sağlıyorsa, ödenemeyen kredi borçlarının biriken faizlerinin paniğiyle dört bir yana CV gönderenlerimiz ise çalıştırılanlarımızın işsizlik korkusuyla daha düşük ücretlere razı olmasını sağlayarak kârlılığa katkı koyuyor.
Bunun adına kariyer yapmak deniyor.
Güvencesizliği öylesine kanıksamış durumdayız ki çalışırken de iş aramaya devam ediyoruz. İşini kaybedenlerin çok azı işe iade davası açıyor; onun yerine “zaten yeteneklerimin değerini bilmiyorlardı” deyip, sanki bir sonraki patron bilecekmiş gibi CV’mizi güncelliyoruz. Hatta suçu kendimizde bulup “şu sertifikam olsaydı işsiz kalmazdım” diye kurslara gidiyor, kenarda köşede kalan üç kuruşumuzu da “yaşam boyu eğitim” programlarına harcıyoruz.
Ortada hepimizi etkileyen devasa bir sorun var ama el birliğiyle çözmek yerine bireysel olarak etrafından dolanmaya çalışıyoruz. Mücadele, örgütlülük yok ama uzamış işsizlikle baş etme stratejileri ve yırtma hayalleri var.
İş bulamıyor muyuz? O zaman freelance çalışmaya başlıyoruz. Normal biçimde çalışsak ne yapacaksak aynısını daha ucuza, kıdemsiz, sigortasız yapıyor ve “kendi kendimizin patronu” olmakla, istediğimiz saatte kalkabiliyor veya her gün tıraş olmak zorunda kalmıyor olmakla övünüyoruz. Banka hesabımızda değişiklik olmuyor, aramızdaki yaş farkı giderek artan ev arkadaşlarıyla yaşamaya devam ediyoruz ama eğitimli insanlara has narin egomuz örselenmiyor. Bu çalışma biçimi yaygınlaştıkça, patronlarla müdürler de şirket toplantılarında Maho Ağa edasıyla “bana bakın çok çalışmazsanız kapatır bu departmanı outsource ederim haa” şeklinde tehditleri daha kolay savurabilmeye başlıyorlar. Öte yandan, plazadaki sınıfdaşlarımızdan dahi daha güvencesiz ve sefil oluyoruz. Öyle ki bazılarımız yaz aylarında evden, kış aylarında kombi kahveden pahalı diye Starbucks’tan çalışıyor. Ve meydan okurcasına 1 Mayıs arifesine denk getirilen bir gün yüzlercemiz birden bir e-postayla işten çıkartılabiliyor.*
Ya da, kendimize çok güveniyor, “Yemeksepeti’nin 600 milyon dolara satmış, Obama’nın bile huzuruna çıkabilmiş Nevzat Aydın’dan neyim eksik?” diyorsak ismimizin sonuna girişimci sıfatı ekleyip proje üretmeye başlıyoruz. Büyük şirketlerin mayın eşeği oluyor, yapmaya tenezzül etmeyecekleri işleri yapıyor ve almaya gerek görmedikleri riskleri alıyoruz. Aslına bakarsanız artist olmak için evden kaçmaya bir hayli benziyor: Belki on, belki yüz binde birimizin şansı yaver gidiyor ve para getireceğini ispatladığı bir fikri getireceği paranın altında bir fiyata satabilme fırsatı yakalıyor. Başaramayan on binlercemizin ise ayları, yılları heba oluyor ve geride kimsenin girmediği bir internet sitesi, kullanmadığı bir yazılım veya umursamadığı bir prototip kalıyor. Birincinin hikâyesi yeni mayın eşeklerini cezbetsin diye gazetelerde parlatılıyor; ikinci güruhunkiler ise içki sofralarının çekilmez üçüncü kadeh sonrası muhabbetlerine malzeme oluyor.
Sonuçta bu emek cehenneminde büyük bir kısmımız düzensiz ve güvencesiz çalışıyor, bir bölümümüz sürünüyor ve birkaç tanemiz de bir fırsat bulup paçayı kurtarıyor. Kurtulanlara bakıp da bu yazının başlığındaki önermenin yanlış olduğunu düşünenler olabilir; bilmeliler ki Auschwitz’ten de yüzde beş civarında kurtulan olmuştu. Bu, oranın bir insan imha etme kampı olduğu gerçeğini değiştirmedi.
Kurtuluş yok, ama alternatif var. O alternatifte insanlığa yararlı olmak için çalışacak herkese yeteneklerini kapasitesi yettiğince geliştirebileceği olanaklar sunuluyor ve böylelikle şirketlerin değil insanlığın faydası “maksimize” ediliyor. Bu düzen, dünyanın en gaddar diktatörlüğü tarafından işgale uğrayıp nüfusunun sekizde birini kaybettikten on iki yıl sonra, arada geçen her gün o diktatörlüğün yerini alan “demokratik” savaş meraklıları tarafından nükleer silahlarla tehdit edilmesine rağmen uzaya giden kapıları açtı. Dört yıl sonra bu düzende köylü çocuğu olarak doğmuş bir genç o kapıdan geçen ilk insan oldu. Bu düzen, aynı demokrat savaş meraklıları tarafından on yıllardır abluka altında tutulan küçücük bir adada dünyanın ilk kanser aşısını geliştirebildi.
Mesele bu düzeni kurmakta. Onu kurana kadar da, kurtuluş yok.
Nevzat Evrim Önal (evrimonal@gmail.com)
-haber.sol.org.tr sitesinden alınmıştır.
Dünyalılar