Eğitim

Bu Benim Savaşım Değil, Benim Adıma Öldürme!

5110

Kâinatın tüm kara parçalarında ve sularında devletler halklarını öldürüyor.

Vahşet ve barbarlık örneklerinde birbirleriyle yarışanlar, bizi yaşamaksızlığa ve sonrasızlığa mahkûm ederken biz öldürenin ve ölenin kimlik sorgulamasını yapadurmaktan vazgeçemiyor, milli edebiyat ve milli tarih derslerinde egemenlerce yazılmış tarih ve edebiyat kitaplarına soru sormayı aklımıza hiç düşürmüyor, zulümlerden, öldürmeklerden kendimizi sorumlu hissetmiyoruz.

Oysa ne çok sorumluyuz. Hele biz öğretmenler.

Okullar açılacak. Siz bakmayın, açılışın ertelendiğine. Akademik takvimlerini haziranda yapan özel okullar açılacak. Gün gün para ödeniyor oralara. Özel okul öğretmenleri çoktan başladı, devlet okullarında da başlıyor öğretmenler ne olduğu belirsiz seminer adlı çalışmalarına. Kürt illerinde halkına savaş açmış devlet, okullarını açamayacak elbette.

Gelin biz ilk derslerimizin konusunu düşünelim beraberce.

Konumuz ne olacak? Defterler kaç ortalı, çizgili mi çizgisiz mi? Sınıf kuralları? Kılık kıyafet yönetmeliği? Disiplin cezalarının neleri kapsadığı? Kurşun kalemle mi tükenmez kalemle mi yazılacağı? Cep telefonu kullanım kuralları? Kaç yazılı, kaç sözlü? Ödevlerin sıklığı? Okuma kitabı adı altındaki sınav kitaplarından ne zaman sınav yapılacağı? Yaz tatillerinin nasıl geçtiği? Sınıf başkanın seçimi? Oturma planları? Tabletlerin nasıl, ne zaman, ne şekilde kullanılacağı? Kulüp seçimleri? Yasaklar, yasak olmayanlar?..

Evet, canım öğretmen arkadaşlarım kurdun kuşun ağacın evin barkın insanın aklın kalbin cayır cayır yandığı, yakıldığı bu coğrafyada dersimizin konusu ne olacak?

“Çadır kadar olsa yeter bir hayat”* diyebilecek;

Kara gözlü çocukların evlerinin balkonunda, kapısının önünde tek kurşunla öldürülmesi’ne,

Topraklarına el konan ve yurtlarından sürülen halkların sulara karışması’na,

Köylerin boşaltılması, evlerin havan toplarıyla delik deşik edilmesi’ne,

Kadınlara tecavüz edilmesi, öldürülmesi’ne,

Soluksuz, yaşamaksız bırakılmışlığımız’a,

Savaşa karşı durabilecek özgücümüzün farkına varıp silkinip yıllık ve haftalık planlarımızı, ders ve okuma kitaplarımızı, çalışma kağıtlarımızı, filmlerimizi… kendimizi barışı kışkırtmaya ve kurmaya ayarlayabilecek miyiz?

Dillerin, zihinlerin, bakışların, bedenlerin bu denli işgal edildiği bir ülkede özgürleşmenin, kendi yolunu, rengini, kanalını bulmanın yol açıcısı, eşlikçisi olacak mıyız?

Yoksa,

“Hem temizim, hem de nezih, steril

Nasılsa gözden uzak çalışıyor mezbaha

Toplama kamplarının olmuş olduğu kadar uzakta

Orada olup bitene hâlâ

Olup bitmiyormuş gibiyiz hepimiz.”

deyip dört duvarla çevrili sınıfçıklarımızda, devletlerin ve erkeklerin savaşının destekçisi “nefer”ler ya da suskun “prens/prenses”ler, “beyfendi/hanımfendi”ler yetiştirmeye devam mı edeceğiz? Toplumun genel ahlak kurallarını, devletin “makbul vatandaş” kriterlerini dikte ve enjekte ederek –bize de yapıldığı ve bizden de beklendiği gibi- korkak, tedirgin, biat eden kişicikler mi yetiştireceğiz?

Hafıza oyunbazdır. Unutur, unuturmuş gibi yapar, kuyularına hapseder… Çokça güvenmemek, arada yoklamak, silkelemek iyidir. Böyle yapalım. Okullara dair bazı hakikatleri beraber hatırlayalım.

Bu okullar, şimdi ve hiçbir zaman eşitliğin, özgürlüğün, adaletin, demokrasinin, cinsiyetlerin ve barışın okulu olmadı. Her zaman tüm bileşenleriyle savaşın, militarizmin, cinsiyetçiliğin, ötekileştirmenin, kendinden olmayanı dışlamanın kurulduğu yerlerdi. Hâlâ da böyle.

Başka türlü olsaydı birileri kara gözlü çocukların hayallerine göz dikip hayatlarını işgal ederken bizler bu taraflarda canımızı ve sahip olduğumuz n’emiz varsa onu korumak adına huzur içinde uyumaya devam edebilir miydik? Sessiz ve bakışsız kalır mıydık? Ölenin ve öldürenin kimlik kontrolünü yapmadan her ölümün karşısında durmaz mıydık? 7 yaşında öldürülen çocuğun zafer işareti yaptığı fotoğrafına bakıp ama büyüseydi terörist olacaktı zaten diyenden hesap sormaz mıydık? Çocuklarımızın gözlerinin içine bakabilir miydik?

Derslerimiz, sınıflarımız her çeşit düşmanlığın/düşmanlaştırmanın işgali altında. Sokakları görüyor, yaşıyoruz. Savaşa yandaşlar tarlalarda değil okullarda yetişiyor. Sorumluyuz.

Nefretten ve düşmanlıktan arınmış, barıştan yana bir dili kurmak zorundayız. İrademiz, aklımız, yüreğimiz, özgücümüz var.  Her birimiz kendi içimizde, birbirimize dokunarak ne yapıp edip bunları harekete geçirmek uç uça eklemek zorundayız. 100 yıldır canı yananlara, yakılanlara borcumuzdur bu.

Uzun uzun düşünecek vaktimiz yok.

Gelin derslerimizde tahtaya “Bu benim savaşım değil, benim adıma öldürme!” yazarak başlayalım. Yazalım, susalım. Bakın o suskunluktan neler fışkıracak? Kuşatma altındaki akıllar, diller, yürekler nasıl çözülmeye başlayacak? Ah, nasıl! Sonra şiirler, öyküler, filmler… barış üzerine. Sonra? Sonrası şenlik cümbüş.

“İç içe

İçime içime başlıyor dehşet genişlemeye”*

Buna karşı elimdeki kırık dökük bütün baş etme araçlarımı onarıp, bilemekten başka çare bulamıyorum. Ötesi berisi ya toprak ya gök! Başka türlü nasıl yaşayacağız ki bu kötülük toplumunda?

Melike Koçak

Yazar Hakkında: Melike Koçak, Uludağ Üniversitesi Edebiyat Bölümü mezunu. 5 sene Uluslararası Bakalorya Programı’nda çalıştı. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde öykü, eleştiri, deneme yazıları yazıyor. “Beşinci Pencere” ve “99 Beyit / Divan Şiirinden Beyitler, Çözümlemeler, Yaklaşımlar” adlı kitapların yazarlarından. 5 senedir edebiyat öğretmenliği yaptığı Notre Dame De Sion Fransız Lisesi’nden öğrencilerin çıkardığı fanzin sebebiyle kovuldu.

Bu yazı ilk olarak www.bianet.org web sitesinde yayınlanmıştır. Sitemize kısaltılarak eklenmiştir.

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu