VIII ve IX. yüzyıllarda Bizanslı üç imparatoriçe tarihi değiştirdi. İrini, Efrozin ve Teodora aracılığıyla iktidara kadın elinin değmesi, Bizans kültür ve sanatını ölümsüz kıldı ve yüzyıllara yayılan bir etki yaratmasını sağladı.
Bu üç muktedir hanımın icraatı Ortaçağ’dan itibaren tarihçilerin ilgi odağı olmakla kalmadı, entrika ve çetrefil çağrıştıran “Bizans oyunları” tabirini de dile kattı. Hükümranlık tarzları arasında birçok ortak nokta saptayan tarihçiler pek ilgi alanlarına girmeyen bir ayrıntıyı da dile getirmeden geçemedi. Üçü de dul, üçü de iktidarı evlilik yoluyla ele geçirmiş ve üçü de emperyal giysilerinde mor rengi seçmişti. Böylece Vatikan’ın papalık kırmızısıyla Abbasi hilafetinin yeşili arasında mor renkle simgeli dişil bir iktidar alanı doğdu.
Geç antik dönem ve Bizans uzmanı İngiliz tarihçi Judith Herrin’in Ortaçağ’daki Bizans’ı anlattığı kitabına Women in Purple (Morlu Kadınlar) adını uygun görmesi de bu yüzden. İrini, Efrozin ve Teodora’nın politik tercihleri imparatorluk diplomasisini şekillendirirken, estetik seçimleri de İstanbul merkezli bir sanatsal harekete yön verdi. Tabii ki yine ön planda kentin gücünün simgesi olan mor vardı.
Mutlak iktidar sahibi üç kadının birbirini izleyen dönemlerde kimliklerinin ifadesi olarak aynı rengi benimsemiş olmasının bir nedeni olmalı. Renklerin sadece doğal yöntemlerle elde edilebildiği dönemler incelendiğinde bu yönde bir tahminde bulunmak kolaylaşıyor. Kimilerine ilginç, kimilerine olağan gelecektir; bu tercihin altında ezelden ebede kadınsı bir özellik olduğu bilinen mücevher tutkusu yatıyor.
Mor ve eflatun, doğal yollarla elde etmenin en zor ve pahalı olduğu renklerdi. Efsaneler morun bulunuşunu Fenikeli Tanrı Melkarth’ın köpeğinin bir deniz kabuğunu ısırıp ağzının mora boyanmasına dayandırıyor. Ancak murex brandaris, m.trunculus ve purpura haemastoma adlı kabuklu deniz hayvanlarının bazı cinslerinden çıkartılabilen bu renklere sahip olmak da o yüzyıllarda nadide bir mücevhere malik olmakla eşdeğerdi. Sadece bir gram boyarmadde elde etmek için sekiz bin kadar kabuklu böcek gerek duyuluyor olması da ancak anlı şanlı imparatoriçelerin giysilerinde mor kumaş kullanılabilmesini doğuruyordu. Lübnan’daki antik Tir kentinde yapılan kazılarda bu kabuklar ve boya elde etmek için kullanılan aygıtlar bulundu. Bu kabukluların salgı bezlerinde bulunan ve doğal hali soluk sarı renkte olan doğal boya, güneş ışınlarından etkilenerek önce yeşile, sonra kırmızıya ve nihayet mora dönüşüyor. Kumaş üzerinde kalıcı bir renk oluşturabilmesi için önce su ve bekletilmiş idrarla karıştırılması, on gün kadar sürekli kaynatılması ve elde edilen çözeltinin tekrar idrar eklenerek balla indirgemesi gerektiğinden de ‘bulunmaz nimetler’ listesine ilk sıralardan girmesine pek şaşırmamalı.
Bunca zahmetten sonra elde edilen mor rengin ışık haslığı son derece yüksek olduğundan, ultraviyole ışınlara karşı oldukça dayanıklı ve zamanla solmayan bir sonuç doğuruyor. Bu de rengin değerini arttıran ve tercih edilmesini sağlayan bir başka özellik. Her ne kadar Tir moru artık üretilmese de kabuklu deniz hayvanlarından halen Meksika’da boya yapılıyor. Her kış purpura yumuşakçaları kayalardan koparılıyor ve bir zamanlar Aztek krallarına hediye edilen renk şimdi turistlere satılıyor.
Bizans’ın Solmayan Rengi: Mor
Bizans veliahtları Büyük Saray’ın mor odasında doğup, mor kaftan giyecekleri günü beklediler. Morun İstanbul’dan başlayarak üstlendiği bu emperyal simge olma ayrıcalığı, giderek diğer toplumlarda da güç ve yüksek mevkiyi simgeleyen bir renk olarak kabul edildi. Örneğin Roma imparatoru Sezar mor togayı kendinden başkasının giymesini yasakladı, senatör togalarının sadece eteklerinde mor bir şerit olmasına izin verdi.
Deniz kabuklarından elde edilen mor renk XV. yüzyıl ortalarına kadar renklerin imparatoru olmayı sürdürdükten sonra bilinmeyen bir nedenle ortadan kalktı. Bu bilinmeyen neden muhtemelen Bizans’ın solmayan renginin aynı yüzyılda fetihle solmasıydı. Ne de olsa Homeros’a göre Helenistik çağlardan beri “Tanrı gücüne sahip kralların rengi olan mor,” aşılmaz surları bu kez koruyamamıştı.
Filozoflar, sanatçılar, mistikler ve bilim adamları hep rengin doğasını tartışa gelmiştir. Hint astrologları güneşin beyaz ışığının tüm renklerden oluştuğunu binlerce yıl önce öne sürmüştü. Soyut bir yaklaşımla renklerin formu olduğunu ileri sürenler moru ovallikle bağdaştırdı. Fantezi bir yaklaşımla renklerin kişiliklerle de bağlantılı olduğunu savlayanlara göre mor sanatçıların tercihiydi; çünkü diğer renklerde olmayan ince nitelikleri vardı. Ortaçağ’da sinir sistemi ile ilgili tedavilerde mor ve eflatunun sakinleştirici olarak kullanıldığı da malum. Sonraki dönemlerde de renk kaynakları hep önemsendi ve kıskançlıkla saklandı. Özellikle morun ve safranın pigmentleri, ağırlıkları kadar altınla ölçüldü. O kadar ki, Ortaçağ’da Nürmberg’de, bir adam sahte safran sattığı için yakılabiliyordu. Benzerlerinin aksine, evrensel bir renk sistemi üzerinde ısrar etmeyen Doğu dünyasının Ortodoks ve Katolik kiliseleri ise üç efsanevi kadın imparatordan miras kalan gözde rengi Paskalya öncesi oruç dönemindeki haftasonlarında kullanmakla yetindi.
Rengin İstanbul’la ilişkisine geri dönersek, Osmanlı hareminde yüzyıllarca çiçeklerin renk diliyle iletişim kurulduğunu hatırlayıp, morun ifade zenginliğiyle ilgili bir parantez daha açabiliriz. Çiçeklerin renkleriyle ifade yöntemi, Victoria döneminde Osmanlı sarayından Buckingham’a ihraç edilen bir iletişim yolu oldu. O dilde bir elden diğerine uzanan çiçek, kırmızıysa aşk tutkusunu, beyazsa saflığı, pembeyse duyarlılığı, sarıysa unutulmayı anlatırken, morsa alçakgönüllülüğü ifade edermiş. Renk Bizans’tan Osmanlı payitahtına geçerken neredeyse taban taban zıt bir anlam üstlenmiş yani…
1999’da Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açılan Bizans’ın Mor Bin Yılı adlı sergiyi hatırlayanlar için bu renkle kentin tarihi arasındaki ilişkiyi kurmak çok kolay olmalı. Erguvanlardan yayılan mor bugün de bir çok İstanbul aşığı için kente özgü bir renk olmayı sürdürüyor. Kökeni başta sözünü ettiğimiz üç kadında mı bilinmez ama mor renk bugün de kadınsılığını hiç kaybetmiş gibi görünmüyor.
İzzeddin Çalışlar