“İyinin düşmanı kötü değil, düşünce yokluğudur.” Hannah Arendt
Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de hayli zamandır bir demokrasi oyunu oynanıyor (daha baştan söyleyelim ki, bizâtihi oyun, güzel, işlevsel ve gerekli bir şeydir. Burada oyun, kelimenin pejoratif anlamında kullanılmıştır). Bir kere oyunu kuranlar, sahneye koyanlar var ki, onlara mülk sahibi egemen sınıflar denmesi gerekiyor ve her toplumda dar bir oligarşiyi oluşturuyorlar; oyunda aktif rol alan “oyuncular” var, onlara da politikacı deniyor, şu bildiğiniz kaşarlanmış profesyonel politikacılar taifesi; bir de, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan sıradan insanlar, yoksul figüranlar kitlesi var… Onlara şimdilerde “seçmen”, “sayın seyirci” veya “tüketici” deniyor… Belirli aralıklarla [4-5 yıl] önlerine bir sandık konuyor ve figüranlar o sandığa bir zarf atarak oligarşi tarafından yazılıp-sahneye konan, politikacılar taifesi tarafından oynanan oyuna taraf oluyor. Böylece oyun “gerçekleşiyor” ve sürekli tekrarlanıyor. Bu oyunun emperyalist ülkelerdeki versiyonuna “Batı demokrasisi” veya “ileri demokrasi” deniyor ve zamanla diğerlerinin de Batı’daki gibi olacağı umudu ve beklentisi sürekli olarak canlı tutuluyor… Tabii oralarda “ileri demokrasi” oyununun oynanabilmesi, dünyanın geri kalanından oraya taşınan zenginlik sayesinde mümkün oluyor. Kaydedelim ki, Batı’da bu oyununun oynanabilir olması, sadece verilen mücadeleyle açıklanabilir değil…
Oy kullanmak demek, oligarşinin partisi üzerinden devlete (tabii oligarşi hesabına ve bal tutanın da parmağını yalaması koşuluyla) 5 yıl boyunca istediği her şeyi yapma yetkisi vermek demektir. Artık, istedikleri yasaları çıkarabilir, istedikleri bürokratik düzenlemeleri yapabilir, istedikleri yasakları dayatabilir, sömürü ve yağmanın önündeki sınırlı engelleri kaldırabilir, yerin altında ve üstünde topluma ait ne kadar zenginlik varsa sermaye sınıfına, aç gözlü servet avcılarına “özelleştirme” adı altında peşkeş çekebilirler… Bu arada son 30 yılda yapıldığı gibi, kalkınmadan, büyümeden, ilerlemeden, demokrasi cephesindeki büyük gelişmelerden de çok söz edilmek kaydıyla….
Aslında kullanılan oy, kullananın aleyhine sonuçlar doğruyor, zira sömürüye, baskıya, yağma ve talana onay verilmiş oluyor. Buna rağmen bir sonraki seçimde oligarşinin partilerinden biri onayı almayı başarıyor. Böylece, topluma ait olanın özel şahıslara peşkeş çekilmesini, kalkınma, ilerleme olarak sunmak mümkün hale geliyor. Aksi halde suyun özelleştirilmesi bir başarı sayılabilir miydi?
Bu sefil oyun yıllar yılı oynanıyor, sahneleniyor, lâkin iki şey hiç bir zaman değişmiyor. (İnsanlar oyuna gelmekten kurtulmadıkça ve bu oyunu bozmadıkça da değişmesi asla mümkün değildir). Zira oyunu kuranlarla, oyunda figüranlık yapanlar hiç değişmiyor. Elbette sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, her ileri aşamada figüranlar cephesinin durumu kötüleşmek zorunda… Sadece duruma ve ihtiyaca göre oyuncular (partiler, politikacılar) değişiyor. Oligarşinin bir partisi gidiyor, bir başkası geliyor… Emperyalist ülkelerde demokrasi oyunu ekseri iki partiyle oynanıyor. İşte ABD’de Cumhuriyetçi Parti/ Demokrat Parti, İngiltere’de Muhafazakâr [Liberal Parti)- İşçi Partisi; Fransa’da Sosyalist Parti-Sağcı Parti; Almanya’da Hrıstiyan Demokrat Parti- Sosyal Demokrat Parti; Japonya’da Liberal Demokrat Parti- Japonya Demokrat Partisi… Türkiye’de de 1946’dan beri CHP/DP geleneğindeki sadece adı değişen sağcı/milliyetçi/muhafazakâr ikili parti pratiği geçerli… Tabii bu zaman zarfında CHP’nin nöbeti devralması istisna olsa da… Aslında bunlara oligarşinin iki partisi demek mümkün ve ihtiyaca göre biri inip, diğeri çıkıyor ve bu sürekli tekrarlanıyor. Öyle görünüyor ki, insanlar hep aynı oyunun oynandığını ve oynanan oyunun kendileri açısından ne anlama geldiğini anlayıp, artık yeter diyecekleri zamana kadar, bu sefil oyun oynanmaya devam edecektir. Velhasıl toplum çoğunluğunu oluşturan geniş emekçi kitleler, kendileriyle alay edildiğinin, aldatıldıklarının, ahmak yerine konduklarının farkına varmadıkça, bu tuzaktan kurtulma imkânı yoktur.
Ortalama insan seçim sandığına gidip, oy kullandığında “vatandaşlık görevini” yaptığını, seçtiğini ve verdiği oyun bir karşılığı olduğunu sanıyor! Oysa bizâtihi görev kelimesi sorunludur. Görev daima başkası için yapılan şeydir. Bu konuda oğul Alexandre Dumas, aynen şöyle demişti: “Görevin ne olduğunu biliyor musunuz? Görev, başkasından istenen şeydir”. İnsanlardan oy kullanmaları isteniyor ve onlar da sandığa gidip oy kullanarak emre itaat ediyorlar… Oysa oyuna gelmemek için önce yurttaş olmak gerekiyor. Bir nüfus cüzdanının veya şimdilerde olduğu gibi, devlet tarafından verilmiş bir “vatandaşlık” numarasının sahibi olmak, yurttaş olmak için yeterli değil… “Herkes kanunlar karşısında eşittir” demekle eşit olunamadığı gibi. Eğer toplum, gerçek yurttaşlardan, yurttaş bilincine sahip ve o bilincin gereğini yapabilen insanlardan oluşsaydı, bu sefil oyun bunca zaman oynanabilir miydi? Aslında seçimler yapılıyor ama “seçme” diye bir şey asla söz konusu değil. Seçimle oligarşi tarafından kurdurulup- rotası belirlenen bir siyasi parti tarafından tayın edilene oy veriliyor. Bu durumun istisnaları olabiliyor ama bunlar hiç bir zaman “istisna” olmanın ötesine geçemiyor. Zaten oligarşinin parlamentosuna girebilenin oradan sağlam çıkması mümkün değildir… Sistemin, muhalif olanı veya kendini öyle sananı ehlileştirmek, kendine benzetmek konusunda müthiş imkânları ve manipülasyon yeteneği var. Geride kalan 150 yılda burjuva parlamentolarının durumu ortada… Aslında “seçimle”yapılan, egemen oligarşi tarafından önceden kurgulanmış/belirlenmiş olanı onaylamaktan ibarettir. Parlamentolarda bir bütün olarak yoksul çoğunluğun ve toplumun yarısını oluşturan kadınların esemesi pek okunmaz. Tüm başka kamusal ve özel alanlarda da olduğu gibi…
Aslında “yeryüzünün egemenleri” de oynanan oyunun tevatür edildiği gibi demokrasiyle bir ilgisinin olmadığını bal gibi biliyorlar. Dolayısıyla, söylemlerinin sorunlu olduğunun farkındalar. Onun için demokrasi kelimesinin önüne niteleme sıfatları ekleyerek zaman kazanmaya çalışıyorlar. Tabii bu işe teşne akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler, vb. de eksik değil. İşte “sosyal demokrasi”, “katılımcı demokrasi”, “radikal demokrasi”, “otoriter demokrasi”, vb. Sanki sosyal olmayan bir demokrasi, katılımın olmadığı bir demokrasi olurmuş gibi… Eğer gerçek demokrasi olsaydı, kelimenin önüne bu tür eklemeler yapmaya gerek olur muydu? Aynı şekilde gerçekten kalkınma diye bir şey olsaydı, “sürdürülebilir kalkınma” demeye gerek olur muydu?
Demokrasi sosyal eşitliği varsayar. Aksi halde yapılan seçimlerin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. İngiliz kökenli açlık ve yoksullukla mücadele örgütü OXFAM, son raporunda, 85 kişinin 3.5 milyar insanın geliri kadar servete sahip olduğunu bildiriyordu. O halde bu durumun başka türlü ifadesi ne olabilir? Veya bu ne anlama geliyor? 85 kişinin milyarder olabilmesi, yaratılan zenginliğin yarısına sahip olabilmesi için, bu dünyada yaşamaya çalışan 3.5 milyar insanın yoksul olması gerekiyor. Aslında dünyada iki tip insan var: Bir yanda “uyurken bile zenginleşmeye devam edenler”, öte yanda çalışacak bir iş bulamayanlar veya iğreti işlere mahkûm olanlar, günde 12-14 saat çalıştığı halde karnını gerektiği gibi doyuramayanlar, ekmek parası uğruna “iş kazası” denilen cinayetlere kurban gidenler… İşte demokrasi oyunun sahnelendiği dünyanın manzarası böyle… Skandal eşitsizliği sorun etmeden açlık ve yoksullukla mücadele edilebilir mi? Bu kadar derin ayrışmaya/bölünmeye/kutuplaşmaya maruz kalmış bir dünyada demokrasiden söz edilebilir mi? Dünya nüfusunun %1’i dünya zenginliğinin yaklaşık yarısına el koyuyor,%8,4’i (393 milyon kişi), dünya toplam servetinin %83,3’üne sahip. Bu %1’in zenginliğinin 110 trilyon dolara yükseldiği de biliniyor. Her geçen gün gelir dağılımı adaletsizliği derinleşiyor. Bir fikir vermek için, “Batı demokrasisi” denilenin beşiği sayılan ABD’de, 2008 krizinden sonra yaratılan zenginliğin %95’ine, en zengin %1 el koymuş… ABD’de 46 milyon yoksul var, yoksulluk oranı %15 ve çocuk yoksulluk oranı da %22. 1993-2012 aralığında tepedeki %1’in geliri %86,1 oranında artmış bulunuyor. Türkiye’deki durum da ABD’dekinden pek farklı değil. Bu bakımdan “Küçük Amerika”, Büyük Amerika’ya benziyor. Dolayısıyla, şeyleri, olguları ve süreçleri hangi zemin üzerinde tartıştığını bilmek önemlidir.
Eğer bir ülkede birden çok siyasi parti varsa ve belirli aralıklarla seçimler yapılıyorsa, bu o ülkeyi “demokratik” saymak için yeterli koşul sayılıyor… Oysa, demokrasiden söz edebilmek için, geniş halk kitlelerinin sosyal/kamusal/politik alana aktif olarak katılması ve şeylerin seyrini etkileyebilir, değiştirebilir, rotayı belirler durumda olması gerekir. Eğer öyle olsaydı dünyada bunca yoksulluk, açlık, sefalet, bu günkü boyutlarda doğa tahribatı, çatışma, savaş, kargaşa, kaos, şiddet… olur muydu? Geçerli “demokrasi” pratiğine “temsili demokrasi” de deniyor ama asla gerçek bir temsil söz konusu değil. Zira, “seçenle” seçilen arasında gerçek bir temsil ilişkisi yok. Süreç sanıldığı gibi kitleden yukarı doğru değil, yukardan aşağı doğru işliyor. Zaten hiyerarşinin geçerli olduğu yerde, eşitlikten, adaletten, tabii demokrasinden söz etmek abestir… Yukarda pişirilen aşağıdakilere yediriliyor, ne yedikleri de malûm… Tabii bu durumun sürekliliğini sağlayan bir şey de var: Zira, her zaman daha az kökü olana yönelmek mümkün… Oysa daha az kötü olan lehine tercih yapmak, netice itibariyle “kötü” olan lehine tercih yapmaktır. Kötünün alternatifi “daha az kötü” olmadığına göre…
Esasen oyun daha baştan oligarşi lehine kotarılmış durumda, zira ekonomik alanın yönetimi bütünüyle mülk sahibi sınıfların tekelinde. Politika oyunu o alanın dışında oynanıyor. Bu yüzden de şeylerin seyrini etkilemesi mümkün değil. Geçerli politika [seçim] pratiği varlığını kitleleri aldatmaya borçlu, öyle olunca da en büyük demagog, en etkin yalancı, seçimleri kazanıyor. Marifet, “seçmenin” hoşuna gideni söylemek ve gerçeği gizlemekle ilgili. Ne demek istediğimi görmek için geride kalan 12 yıllık AKP iktidarının yaptıklarına bakmak yeter… Ve sonuç ortada: çeteleşme, mafyalaşma, her türlü hukuk tanımazlık, en bariz hukuksuzluğu hukuk adına sunma ve dayatma, sınırsız yağma ve talan… Üstelik bütün bunlar da bir başarı öyküsü olarak sunulmak kaydıyla…
Siyasi partiler anti-demokratik bir işleyişe sahip, bir tek kişi tarafından yönetiliyor. Seçim kanunu, siyasi partiler kanunu anti demokratik… Her şeyin anti-demokratik olduğu bir yerde hâlâ demokrasinden söz etmek abes değil mi? Aslında siyasi partiler iki şey için var: bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak/yağmalamak ve kitleleri (sayın seyircileri) uyutmak… O halde bu oyunu bozmanın yolu, geçerli “siyaset yapma tarzının” dışına çıkmaya, bu oyuna dahil olmayı, “oyuna gelmeyi” reddetmeye bağlı. Bunun için de zahmet edip birazcık düşünmek, kafayı her zaman bakılan yerden başka yere çevirmek gerekiyor ki, bu da gayet mümkün…
Fikret Başkaya
Dünyalılar