‘Dünyayı kirleten bu mutsuzluğu hiçbir şey silemezdi’ – Simone de Beauvoir
Az önce yoksul bir çocuk öldü. Soba zehirlenmesinden. Açlıktan. Hastalıktan. Üşümekten. Şimdi ben bunları yazarken bir çocuk daha ölüyor; sadece haritalardan bildiğimiz, adını unuttuğumuz Afrika ülkelerinden birinde. 20 kiloya düşünce öldü. Daha önce de burda ölmüştü, bir çocuk, başına isabet eden bir gaz kapsülüyle. Çok direndi, az yaşadı, ama tek ölmedi. Defalarca ölen insanlık teker teker biraz daha öldü.
Açlık çoğunluktaydı, ölümler çoğunluktaydı; zulümler, işkenceler, polisler, vergiler çoğunluktaydı. İnsanlar; onlar azınlıktaydı işte. Çünkü çocuklar azınlık, büyükler çoğunluktaydı… Çünkü son onüç yılda 241 çocuk devlet dersinde öldürüldü. 241 ana ağladı. Biz güldük.
Biz öyle umarsız kahkahalar savururuz ki, kahkahamızın sesinden bir çocuğun yardım çığlığını duymayız. O çığlık da insanlığımızı bastırır. Biz kahkahamızla o çığlığı bastırırız. Biz onu, o bizi. Biz muzafferiz.
Kadınlar dövülüyor, öldürülüyor, aslında kadınlar doğuştan ölü doğuyor, çünkü kadınların penisi yok. Kürtler, ermeniler öldürülüyor, çünkü onlar Türk değil. Aleviler dışlanıyor, iftiraya uğrayıp öldürülüyor, çünkü onlar sünni değil. Filistinliler öldürülüyor, çünkü onlar müslüman. Bir fare ölüyor, çünkü o bir kedi değil; bir kedi ölüyor, çünkü o bir köpek değil. Hayvanlar öldürülüyor, çünkü onlar insan değil. Devlet öldürüyor, çünkü devlet insan değil.
Sokaklarda yürüyemiyorum, çünkü sokaklar kan kokuyor. Caddeler, otomobiller, evler, mağazalar kan. Kuyumcunun altını, fırıncının ekmeği, arabanın tekeri kana bulanmış. Toprak kana doymuş, bunu saklamak için üstüne beton dökülmüş ama beton çatlamış, çatlakta oluk oluk akan kan; avm inşaatında okul giderini karşılamak için çalıştığı inşaattan iş güvenliği zaafiyetinden dolayı düşerek ölen üniversiteli öğrencinin kanı. Siz o üniversite öğrencisini unutmuş olabilirsiniz ama ben unutmadım, çünkü ben her toprakta, her betonda gökyüzüne sıçrayan oluk oluk kanlar görüyorum. Çünkü hergün birileri bir yerlerden düşüyor, ölüyor. Uygarlık binaların, avmlerin yapımıyla yükseliyorken, biz aşağı doğru yuvarlanıyoruz.
Bayrak görmeye dayanamıyorum. Ben bayraklardan tiksiniyorum. Çünkü bütün bayraklar akan kanın üstünü örtüyor. Akan kana bandırılıyor. Kan çekiliyor, bayrak rengini alıyor, ve biz sonra haykırıyoruz: Vatan millet sakarya! Vatan sağ oldukça, ölüyoruz. Çünkü bayrak ölülerimizin üzerinden göndere çekiliyor ve uygun adım marş: rap rap rap! Ölülerimizi çiğniyoruz.
Metin Altıok’u bilir misiniz? Ben bilmezdim. 93’te Sivas’ta diri diri yakılan aydınlardan biri olduğunu öğrenince çok ağladım. Hasret Gültekin için de, diğerleri için de ağladım. Yakılarak öldürülenler de ağlamıştı. Çünkü ben artık biliyordum. Hepsinin hayatını okudum. Metin Altıok, şiirlerini içinde taş gibi oturmuş acılarla yazarmış, yazarken ağlar, insanların halini düşünürmüş. Zaten bu dünyada ‘yerleşik yabancı’ gibi yaşarmış, ‘bir acıya kiracı’ymış. Bakın o şiirlerinden birinde ne diyormuş:
“Bazı şeyler vardır insanı değiştirir;
Siz böyle ne çok, hep kendinizlesiniz.
Örneğin çarşıda bir çocuk, ille diretir;
Necatigil der ki, bakıp da görmediniz.”
Görmedik değil mi? Gördük de unuttuk değil mi? Unutmadık da ne yapabiliriz ki değil mi?
Ama şimdi birden nerden çıktı ki Metin Altıoklar, Hasretler? Daha 2 Temmuz’a var ki… Öyle ya, biz sadece ölüm yıldönümlerinde anarız. Öyle bir adetimiz vardır bizim.
Şimdi bırakalım bunları değil mi? Ne diye canımızı sıkacağız ki şimdi? Unutalım hepsini, hepsini kovalım!
Haydi şans topu oynayalım, haydi futbol konuşalım, haydi fal baktıralım, televizyon açalım eğlenelim; hadi ama kahkaha atalım. Kahkaha atalım! Daha yüksek sesle, daha yüksek, daha…
Unutalım çocukları, unutalım ölümleri. Açlığı, sefaleti, zulmü, sömürüyü unutalım. Bir viski açalım, ölülerimizi içkimize meze yapalım.
Haydi Serdar Ortaç dinleyelim, son ses açalım, sesimizi Ahmet Kaya’nın kemiklerine yetiştirelim!
Baran Sarkisyan
Dünyalılar