Akademisyenliğin, bilim adamlığının ilk gereğini en başta, karar aşamasında yerine getirin. Neden akademisyen olacağınıza dair değil, şüpheci olup neden olmamanız gerektiğine dair düşünün!..
Lise’de münazara takımı kaptanı olduğunuzu, üniversite giriş sınavlarında ülke çapında ilk iki yüz kişi içerisinde bulunduğunuzu, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinin en zor mühendislik bölümünü 4.0 ortalamayla okul birincisi bitirdiğinizi, dünyanın en iyi mühendislik okulu olan MIT’de burslu doktora yaptığınızı ve orayı da 4.0 ortalamayla bitirdiğinizi, akabinde Amerika’nın yine en iyi okullarından birinde post doktora yaptığınızı düşünün.
Sonra ülkenize dönmek ve akademik çalışmalarınıza burada devam etmek amacıyla başvurularda bulunduğunuzu… ve hiç bir üniversite de uygun bir pozisyon bulamadığınızı…
Sadece Türkiye’de olabilir diyebileceğimiz bir olay değil mi ?! Sürekli beyin göçünden bahsedip, en değerli beyinlerimiz ülkeye dönmek istediğinde uygun ortam olmadığı için reddetmek zorunda kalmak!..
Bahsettiğim kişi hayatta tanıdığım en düzgün insanlardan ve en eski arkadaşlarımdan. Kendisi bu girişimleri sonuçsuz kalınca özel sektöre geçip gayet iyi bir hayat sürdüren sayısız insandan birisi Türkiye’de…
Türkiye’deki doktora süreçlerine hiç girmeden tamamen kendi tecrübelerimden yola çıkacağım. Türkiye’de bir doktora sürecinde yaşanabilecek türlü rezilliklere değinecek olursak bu yazının “hafif” havası ağırlaşabilir!..
Yıl 2001, mevsimlerden yaz. Odtü mezuniyet gününün hemen ertesi günü uçağa binip Philadelphia’daki UPenn yollarına düşmüşüz. Uzun bir yolculuk sonrasında New York’tan özel bir araçla Philadelphia’ya giderken yanımdaki arkadaşımın sürekli olarak “ Yahu yaşayacağımız yer kesin burası değildir; acayip, izbe bir yer “ dediğini hatırlıyorum. Başarılı bir öğrenci olarak çok az ön araştırma ile Amerika’nın en iyi üniversitelerini sıraya dizip yapılan başvurular sonrasında aslında normal yaşamın çok da harika olmadığı bir üniversite şehrinde soluğu almıştık. İyi bir üniversite bizi kabul etmişti ya tabi, ne önemi vardı yaşamsal koşulların!..
Amerika’daki bu ilk günümden sonraki yıllarda, farklı eyaletlerdeki farklı okullarda görmediğim çok az şey kalmıştır. Doktorasının sonuna gelmiş bir arkadaşın tez hocasının bir anda her şeyi bırakıp rahip olmaya karar vermesinden, master sonrası yüzlerce iş başvurusu sonrası eli boş kalanlara; Türkiye’deki hayatında hiç kız arkadaşı olmamış hatta kız yüzü görmemiş olup Amerika’ya gelip de girdiği ilk barda kızlara asıldığı için korumalar tarafından tekme tokat dışarı atılandan, kazandığı asistanlık ücretinin artan her kuruşunu ana vatandaki ailesine gönderen Çin’li öğrenciye kadar…
Her nerede olursanız olun sizi hiç bırakmayacak olan Türk profilleri vardır. Gittiğiniz yer neresi olursa olsun etrafınızı bir anda o kadar fazla Türk saracak ki şaşıracak ve bir süre sonra kendinizi Türkiye’de yaşıyor gibi bulacaksınız. Bu durum yavaş yavaş sizin tüm hayatınızı etkileyecektir. Etrafınızı saracak olan Türk’leri gruplara ayırmak gerekirse; tarikatçı olup yurtdışında olmanızdan faydalanıp sizi de çekmeye çalışacak olanlar; Amerika’ya gelince ipinden boşalmışcasına dağıtıp gerçek hayatla ilgisini tamamen koparanlar; kendini tamamen işine verip Türkiye’de veya Amerika’da yaşaması arasında fark olmayanlar; tamamen Türkiye saatine göre yaşayıp sürekli olarak ailesi, sevgilisi vs. ile konuşup yaşadığı yerle en ufak ilişkisi olmayanlar; lisans eğitimine Robert Kolej, Alman Lisesi gibi okullardan gelip zaten Amerikalıdan çok Amerikalı olanlar…
Ha birde Amerika’ya kaçak gelmiş 3. Sınıf işlerde çalışan ve ancak bir Türk gününde veya toplu bir aktivite olduğunda beyaz atletleri ve pelerin yaptıkları Türk bayrağıyla görebileceğiniz bir kesim vardır. Hiç mi sosyal basamakları tırmanmış ve gerçek bir işte çalışan bir kesim yok diyeceksiniz, merak etmeyin öğrenciyken onları göremeyeceğiniz için bahsetmiyorum bile!.
Şimdi bütün bunlardan neden bahsediyorum kısmına gelelim.TÜİK verilerine göre doktora yapanların %93’ü akademik hayata giriyorlar Türkiye’de. Yani doktora yapmak aslında sonu belli olan bir yol: akademisyenlik. Biten bir doktora aslında biten başka bir çok şeyin de sembolüdür çünkü; geç başlanan bir hayat, dikey uzmanlaşma sonucu kaybolan esneklik ve kaçan fırsatlar vb.
Yazıda anlattığım tüm anılar aslında ilginç gelse bile yaşayan için trajikomik, zaman kaybından başka bir özelliği olmayan bir özelliğe sahip aslında. İşin daha da vahim tarafı da bu anılar Türkiye’de bu işi yapmaya kalkanların yaşadıklarının yanında hiçbir şey.
Sonuç… En iyi, en parlak ve zeki akademisyenler için bile genel bir mutsuzluk hali. Yaratıcılık yavaş yavaş kaybolur, yapılan şeyler bir anda anlamsızlaşır hatta küçümsenir. Tabi bu durum aslında, özünde iyi bir akademisyenin kendi kendini sorgulaması durumundan başka bir şey değildir.
Derdi zaten akademisyenlik olmayan akademisyenler mi? Onlar da devletin makale başına verdiği paraları toplamanın peşinde çalıntı makale basmaya devam ederler. Çünkü nasıl olsa bir yıl içerisinde teorik bir alanda mucizevi şekilde yazılan 40-50 makale için aldıkları para, intihalleri ispatlansa bile tahsil edilmeyebilir!.. Aklıma gelmişken sorayım: Ne oldu 2009’da Nature dergisine konu olduğumuz olayın kahramanlarına ve kaldırdıkları paraya?!..
Onlar caydırıcı cezalar almazken, ülkenin yetiştirdiği en iyi beyinler üniversitelerin kapısından içeri giremiyor. O yüzden akademisyen olacaklara çok basit bir tavsiyem var:
Akademisyenliğin, bilim adamlığının ilk gereğini en başta, karar aşamasında yerine getirin. Neden akademisyen olacağınıza dair değil, şüpheci olup neden olmamanız gerektiğine dair düşünün!..
Yaygınlaşan intihaller ve kaybolan ülke itibarımız için istisnalar kaideleri bozmaz diyenleri bir kenara koyun. Çünkü normal yaşamın aksine bilimsel düşüncede bir istisna bile kaideyi bozar!..
Can Gürses