“Bir insanın anlamadığını anlamasını sağlamak birçok şeyin başlangıcı olabilir.”
Türk Dil Kurumu tarafından çıkartılan Türkçe Sözlükteki “anlamak” kelimesinin karşılığı“Bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak – Yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bir bilgi edinmek -Sorup öğrenmek – Birinin duygularını, istek ve düşüncelerini sezebilmek” biçiminde açıklanmıştır. Aynı sözlükte bilmek kelimesi ise “bir şeyi anlamış veya öğrenmiş bulunmak” olarak geçer. Oysa bilmek, öğrenmek ve anlamak birbirinden farklı kavramlardır ve bilmek anlamayı gerektirmez. Okumayı bilmenin, okunan metni anlamayı gerektirmediği gibi.
Bir sabah uyandığında kendisini sebebini anlamadığı bir suç nedeniyle dava edilmiş bulanan Josef K. adlı kahramanın öyküsünün anlatıldığı Dava isimli romanında “Ormanda yolunu yitirmiş çocuklar gibi terk edilmişlik içerisindeyiz. Önümde durup bana baktığında, ne sen benim içimdeki acıları anlayabiliyorsun, ne de ben seninkileri. Ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam ve anlatsam bile, biri sana cehennemi sıcak ve korkunçtur diye anlattığında, cehennem hakkında ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin.” diye yazmış Franz Kafka (1925). Bu deyiş dilimize pelesenk olmuştur. Hangi kaynağa bakarsanız bakın, anlamak hakkında bu sözcükleri okursunuz.
Hegel’in son günlerinde en değerli öğrencisine “Beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın” dediği rivayet olunur. Hegel giderayak söylediği bu sözle kuşkusuz tüm öğrencilerine ve kendisini okuyan herkese yepyeni ufuklar açmıştır. Çünkü böylece Hegel, kendisini anladığını düşünen herkesin içine kuşku tohumları serpmiş ve kendisini anlamaya çalışmayı bırakmamalarını sağlamıştır. “Başkalarını anlamak bilgeliktir, kendini anlamaksa aydınlanmaktır” demiş LaoZi (Yaşlı Bilge) milattan 600 yıl önce.
Aynı yüzyılda yaşamış Konfüçyus’un meşhur sözü”Bana anlat ama unutabilirim; bana göster ama belki hatırlayabilirim; beni derinliklerine götür; işte o zaman anlayabilirim. Soren Kierkegaard “Anlaşılması gereken ilk şey, anlayamadığımızdır” demiş.
İnsan beyni; duyu organlarından gelen veriler aracılığıyla, çevreyi tanımayı, neden sonuç ilişkisini öğrenmeyi, başka bir insanla anlaşıp, tartışarak, ona bir şeyler verip bir şeyler almayı sağlayacak yapıdadır. Bu algılar çeşitli şekillerde eğitimsizlikle, zorbalıkla ya da yobazlıkla kapatıldığı oranda kişinin çevreyle bağlantısı zayıflar ve sonunda kesilir.
Anlamak, benimsemek veya onaylamak ile karıştırılmamalıdır. Genellikle insanların anlaşılmamak diye yakındıkları şey onaylanmamaktır. Esasında benimsemek ve onaylamak ancak anlamanın tamamlanmasından sonra gerçekleşebilecek durumlardır. Anlamak, başkası tarafından transfer edilen bir bilginin veya algılama ile edinilen verilerin; kişinin mevcut bilgileri, gözlemleri, şartlanmaları, muhakeme kapasitesi, anıları, düşünebilme yetisi gibi birbiri ile etkileşen matrix bir sistem sayesinde sebep sonuç ilişkilerinin kurulması ve sonuçta zihinde bir paradigmanın oluşması olarak tanımlanabilir. ,
Ne kadar anlatırsan anlat, ancak karşındakinin anladığı kadar anlaşılırsın.
Anlama süreci, anlamayı istemekle başlayabilir. Anlamayı istemek için de anlamadığını kabul etmek gerekir. Hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz.Bilimden uzak toplumlarda anlaşılmaz olarak nitelenen kavramlar pek çoktur ve bunlar gizemli, erişilmez, güçlü, mistik, hatta dünya dışı addedilir. Bunları anlamaya çalışmak toplum tarafından hoş karşılanmaz, anlamaya çalışanlar veya anladığını iddia edenler sevilmez, dışlanır.
Çünkü Nietzsche’nin söylediği gibi “dibini göremedikleri şey dipsizdir onlarca”. Anlamak, şu anda olanları doğru değerlendirmeyi ve dolayısıyla geleceği doğru öngörmeyi sağlar. Bu nedenle anlama kanalları tıkanmış bireyler ve bu bireylerden oluşan toplumun seçtiği yönetimler, geleceğin hazırladığı tuzakları öngöremedikleri ve anlayamadıkları için, siyasi tarihimiz düşülen tuzakların acı öyküleriyle doludur.
Tarihi boyunca yaptığı anlaşmaların tümünden uzun vadede zararlı çıkmış bir ülkenin evlatları olarak anlamanın değerini bizim herkesten daha iyi “anlamamız” lazım. İşte o hep bizim aleyhimize dönen “anlaşılmaz” kısır döngü burada başlıyor galiba.
Böyle bir ortamda yetişmiş bir insan, çevresinde olup bitenleri anlayamaz; anlamaktan çekinir; bir zaman sonra da anlamadığını bile anlayamaz. Her duyduğuna inanır, özellikle ailesi tarafından verilen telkinlerden hiçbir zaman kurtulamaz, bunun sonucu olarak da dogmasını değiştirmeye yanaşmaz. Çünkü dogma kendisine verilen ilk eğitimdir ve taze beynine yerleştirilmiş, düşünme yollarını kapatan ilk uyuşturucudur.
İşte toplumun birçok konuyu konuşmayı tehlikeli bulması, tartışmaya açmaması; hatta bazı dönemlerde bırakın eylemi, düşünmeye bile ceza uygulanması böyle bir sosyolojik bozukluğun sonucudur. Semavi din kitaplarının toplumun anladığı dil ve alfabeden farklı yazılmış olması, insanların içeriği hakkında fikir sahibi olmadığı söz öbeklerini anlamadan, sorgulamadan kabullenmesini sağlar. Anlamadan anlar gibi yapmayı kutsar, yüceltir. Anlamaya çalışmayı korkutucu bulur, yadırgar, dışlar, kötüler.
Bu şekilde uyuşturulmuş körpe beyinler ileride okudukları, duydukları, gördükleri her şeyi anlamaya çalışmaktan korkarlar. Ama anlamış gibi yapmaktan da geri kalmazlar.
Anlayamamanın sonuçları korkunçtur. Bu zavallılar fay hattındaki evlerinin yıkılmasını veya dere yatağındaki evlerini su basmasını kadınların çıplak gezmesine bağlar. Yakın akrabası ile evlenir, özürlü çocuğunu günahlarından dolayı Tanrının bir cezalandırması olarak değerlendirir. Kendi kusurunu anlamaz; anlayamadığı için nedenini araştırmaz; araştırmayınca eksikliği giderecek yolu bulamaz.
Dogmasına paralel söylemler dışında her şeye kapalıdır. Kendini değiştirecek hiçbir girişimde bulunmaz, bulunanı da sevmez. Kitap okumaz, beceri geliştirmez. Bilimden korkar ve uzak durur. Kendisi gibi olmayanları da şiddetle eleştirir ve dışlar. Artistlerin, sporcuların, mankenlerin günlük yaşamını ezbere bilmeyi kültür; lüks tüketim mallarını kullanmayı gelişmişlik; magazin haberlerini de bilgi olarak değerlendirir. Anlamak zorunda kalacağı her şeyden uzak durur. Tarihini Malkoçoğlu filmlerinden, sosyal hayatın gereklerini televizyon dizilerinden öğrenir. Muhteşem Yüzyıl dizisini sanki tarih kitabı okuyormuş gibisine benimser. Fındık kabuğunu doldurmayan bilgisiyle ahkam keser. Böyle toplumlar, sporcusunun halteri kaldıramamasını şanssızlığa, koşucusunun yarışı kazanamamasını göbeğinin görünmesine, takımlarının hep mağlup olmasını hakemlere bağlar. Çoğunun bilgisi gazete başlıklarına ve televizyon haberlerine dayanır. Biraz daha gelişmişlerin internet çöplüğünde dolaştıkları ve ilk okudukları haberi derinine araştırmadan varsayıp, doğru belleyip gerçeğe ulaşmadan yargısız infaz yaptıkları görülmektedir.
Bu insanların sanatla ilişkileri de aynı paraleldedir. Her türlü faaliyete olduğu gibi sanata da sadece dogmalarının penceresinden bakarlar. Gerçek anlamda tüm sanat dallarından uzak dururlar. Herhangi bir sanat dalı ilgilerini çekse bile onunla uğraşmayı, ilgilenmeyi, anlamayı, bir şeyler yaratmayı deneyemezler. Çünkü anlamadıklarını kabul edip anlamaya çalışmaktan çok uzaktırlar. Çünkü onlara zaten anlamalarının değil, olduğu gibi kabul etmelerinin gerekliliği belletilmiştir. O nedenle de sanatı kötülerler, sanatçıları dışlarlar. ‘Öyle şeyler’den anlamamayı övünme aracı olarak kullanırlar.
Sonuç olarak tek cümle: “Bir insanın anlamadığını anlamasını sağlamak birçok şeyin başlangıcı olabilir.”
Prof. Dr. Aydın ÖZTAN
Tam metin: http://www.labmedya.com/anlamak-anlamamak-anlamadigini-anlamak
Dünyalılar