Aradığımız bize ait dünya, varoluşumuz ile zaten vardır.
Her insan, kendi hikayesini yazmaktan ibaret bir dünyadır ve ailesi dışında gerçek anlamda kimse bir başkasının dünyasını önemsemez. Ancak biz, ne gariptir ki, başkalarının bizi izlediğini düşünerek ölçe biçe yaşarız.
Çocuk gibi herkesin onu izlediğini düşünen türümüz, toplumsal hayat denilen kendi tuzağını inşa eder. Aklını başkalarının onun hakkında ne düşündüğünden, ayaklarını başkalarının yolundan alamaz, tek yaşamadığı kendi hayatı oluverir.
Vincent van Gogh,1890’ da ‘Tutuklular Çemberi’ adlı eserinde (Gustave Doré‘nin bir gravüründen esinle) toplumsal hayata dair güçlü bir eleştiri kendini gösterir. Şimdilerde Moskova’da sergilenen bu resimde, hayat, sıradanlıklardan oluşan kapalı çembere benzer. İnsanlar birer mahkumdur.
Van Gogh bu resimde, ışığa yer vermemiştir. Ancak çok küçük de olsa, yukarı doğru uçuşan iki beyaz kelebek görülür. Böylece masumiyetini kaybetmiş hayatı betimlediği söylenir.
İnsan, yaşama gelmesi ile, ona ayak uydurmaya başlar.
Beklentiler ve onun çıkardığı gürültüler, sağdan soldan çekiştirir. Aitliklere sahip olması istenir. Çok geçmeden, kendini sadece aitlikleri ile anlatabilir, sürülere karışır.
Tüm bunların doğal olduğunu sanan, her sese kulak vermeye çalışan insan, dünyasında kendini duyamaz olur. Hayatın gürültüsünü susturmak ve sessizliğe yer açma ihtiyacını, bize depresyonlarla hatırlatan doğamızdır.
Oysa insan tasarım toplumsal hayatı, doğal olduğunu kabul ederek yaşarız. Kendini, niçinini, yaşama sebebini unutuverir, dünyalık hırsların peşinde, bizden önceki tüm hatırlanmayanlar gibi koşturur dururuz.
Hayatın bu çıkmazını gören Picasso, bir sözünde insanların uyanması gerektiğinden bahseder; “İnsanları uyandırmak gerek. Şeyleri algılama biçimlerini altüst etmek. İnsanları kızdıracak, kabul edilmez imgeler yaratmak lazım. Pek güvenilir olmayan, tuhaf bir dünyada yaşadıklarını, sandıkları gibi bir dünyada bulunmadıklarını anlamalarını sağlamak…”
Hayatı Vincent van Gogh’un ‘tutuklular çemberine’ dönüştüren toplumsal düşünce ve kurgu hayat, değerli olanın ‘görüntüler’ olduğunu söyler ve bu yalana inandırır. Kurgu basit ve nettir; her şeyin sırası vardır ve sahip olunmalıdır, aksi halde sırası geldikçe ‘hadi artık’ diye bir gürültü kopuverir. Toplumsal düşünce, insanlardan hayatı bir proje gibi yaşamasını ister; eş seçimi, iş seçimi, dost seçimi vs. gibi elemeli kelimeler kullandırır…Öz önemli değildir, önemli olan ‘görüntülerdir’. Görüntüde göz dolduran işler, kadınlar, adamlar seçilir. İnsanoğlu özdeki ‘değer’den ziyade, sayılabilir şeylerle meşgul olur. Bir pazıl gibi, görüntüleri tamamladıkça, ortaya gösterişli bir resim çıkacağı düşlenir. Oysa en sonunda ‘kim için?’ diye bir ifade belirebilir. Doğal olduğu sanılan bu hayat kurgusuna delilik demek, delilik değildir.
Bu gerçeklik, efsane kitap ‘Küçük Prens’ deki bir düşüncede kendini gösterir; ‘’Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman: ‘Sesi nasıl? Hangi oyunu sever? Kelebek toplar mı?’ diye sormazlar. ‘Kaç yaşındadır? Kaç kardeşi var? Kaç kilodur? Babası kaç para kazanır?’ diye sorarlar. Ancak o zaman tanıdıklarını sanırlar onu. Büyüklere: ‘Pembe kiremitten bir ev gördüm, pencerelerinden sardunyalar, damında güvercinler vardı’ derseniz, o evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara: ‘Yüz bin franklık bir ev gördüm’ demeniz gerek. O zaman: ‘Aman ne güzel’ diye bağırırlar.’’
Toplumsal hayat ve beraberinde gelen ‘olması gerekenler’, aklı ‘sayı ve görüntülerde’ olan ‘büyüklerin’ düşüncesi etrafında tasarlanmıştır.
Gerçekte kimse, bireyin ne istediği ile, yani ’özdeki’ zenginliği ile ilgilenmez. ‘sen ne istiyorsun’ sorusunun yabancısıdır toplum. Çünkü, kimse bir diğeri için bu kadar önemli değildir.
Toplumsal düşüncenin tek yaptığı, hazır menüleri ile insanları yönlendirmek ve sıradanlaştırarak rahatlamaktır. Böylece piyasa çarkları da kapitalist düzen etrafında dönmeye devam eder. Sizi önemsemeyen başkalarının düşünceleri, hatalara açık hale getirir. Herkes en doğrusunu bilir, önerir ancak yakından baktığınızda çoğunun istediği gibi bir hayata sahip olmadığı görülür.
Önünde budala bir hayat kurgusu olan insanın, en azından zamana ihtiyacı vardır. Hayata dair cümleleri zaman ilerledikçe netleşir; ne istediği, ne beklediği, yanında kimleri görmek istediği, onu nelerin mutlu ettiği gibi önemli farkındalıklara sahip olmaya başlar.
Ancak, ‘ayak uydurma’ gayreti ile yer edinme çabasındaki insan, hayatına dair geri dönülmez kararları çoktan vermiş, çemberdeki yerini almıştır. Kendini bilme farkındalığı zamanla yükselse de, istediklerine ulaşamayacak kadar sorumluluklar ile baş başa kalmıştır artık.
Toplum düşüncesinin beslediği beklentiler ve hayaller, bizi düşük bilinç düzeyinde yakalayan ve henüz keşfedemediğimiz dünyamızdan kopartan gürültülerdir. Pek çok insanın, burnunun ucundaki hasretleri yaşayamadığını görürsünüz. Uzanır, ancak dokunamazlar; hayat bir kabulleniş, kadere razı olmak, mutluluk oyunudur.
Çok az insan, unutamayacağı kadar güzel bir hatırayı yaşarken, yani tam da o anın içindeyken, bunun farkındadır. Böylesine kendini bilme ve fark etme bakımından zaaflara sahip bizler, aslında bize gerçek anlamda değer vermeyen toplumsal düşünceden gelen uğultunun esiri olarak koca bir hayatı ıskalayabiliriz.
Yalnızlıktan korkanlar, arayışını sonlandırabilecek tek rehberini görmeyebilir; bir sessizlik içinde, kendini duyabilmeyi armağan eden yalnızlık, insanın önemine, dünyasının zenginliğine, değerine giden yoldur.
Yalnızlık gerçek anlamda huzur veren bir kalabalıktır ve ancak böylece tüm bu saçmalıklar içinde, insanın karşısına ‘benim’ diyebileceği bir yol belirebilir.
Bu yolda, beklentiler, gelecek korkusu, mutluluk hayalleri yoktur. Kilitli ruh serbest kalır. Kendi yolunda olmak, mutsuz eden arayışı bitirir.
Her insanın yaşadığı bir trajedi vardır; doğası ve yapabilecekleri bakımından sınırsız olan insanı, tek sınırlayabilecek şey kendi düşünceleridir.
Bu çağın bize armağan ettiği mesele, toplumu, insanlarını ve onların düşüncelerini bir kenara bırakmak ve gerçekten bizim için ‘değerli’ olanın peşine düşebilmektir ve Rosa Luxemburg’un dediği gibi; ‘hareket etmeyen zincirlerini fark edemez…’
Aradığımız bize ait dünya, varoluşumuz ile zaten vardır.
Fırat Devecioğlu (www.firatdevecioglu.com)
Dünyalılar