Aynılıkları hiç sevmedim. Aynılaşmaları, aynılaşanları sevmedim. Gittikçe birbirine benzeyen insanları, yolları, sokakları sevmedim. Attığımız her adımın bizi diğerlerine benzeştirmek için kurgulandığını görmekti bu hayattaki en büyük hayal kırıklığım.
Benzeştikçe normalleşen, normalleştikçe sevilen, sevildikçe daha iyi yaşayabilenler oluyorduk gün geçtikçe. Kravatlar takılınca boyunlarımıza iyi paralar kazanıyor, ruhumuzu satarak yaşıyorduk. Kılığının senden daha önemli olduğu gri binalarda öldürülüyorduk her gün. Ölü insanlarla çalıştım yıllar boyunca. Nefret ettiğimiz işlerimizden ve köhnemiş dünyamızdan söz ettik yıllarca birbirimize. Hem de eğlenir gibi yaparak. –mış gibi yaşıyorduk hepsi bu
Her gün biraz daha bize çizilen sınırlar içindeki serbestliklerimizi özgürlükler sanacak kadar aptallaştırıldık bu gri binalarda.
Akşamları eve gelindiğinde posası çıkan iki bedenin sevişmeleriydi bize kalan mutluluk. Aynılaştıkça sevilen ve uslu durdukça başı okşanan çocuktuk hepsi bu. Bu kadardık. Yaşamak için aynılaşmaya mecbur bırakılıyorduk, oysa asıl ölümün aynılaşmak olduğunu hiç bilmiyorduk. Aynılaşarak yaşlanıp, aynılaşarak çok yaşayanların ve hatta aynılaşarak hiç ölmeyenlerin kurduğu bir dünyaydı burası. Her gün aynı yollardan gidip gelerek öldüğümüz, her gün aynı elleri sıkarak yitip gittiğimiz ve her gün aynı yüzlere gülerek yaşlandığımız koca bir mezarlıktı dünya.
Yalnızlıklarımızın bile aynılaştığı bir dünyadayız işte. Aynı yalnızlıkları yaşıyoruz her yerde. Sürekli sağlıklı yaşlanmaktan söz edilen ve fakat sadece “güzel yaşlanıp” ölmek üzere kurgulanmış bir iki yüzlülük denizindeyiz. Sağlıklıysak normal sayıldığımız ahlaksız bir dünyada, çoğumuz aslında tam da bu normallikler nedeniyle oldukça hastayız. Bir karikatürde diyordu “Depresif falan değilsiniz sadece boktan bir hayat yaşıyorsunuz”. Yaşadığımız hayat boktan bir hayattı ve hepsi buydu işte.
Öyleyse bizi aynılaştıran sınırlardan başlamalı işe. Örneğin güneşin doğuşu bir sınırdır. O doğduğunda yenilenmeli yollar, aşklar ve gülmeler. Sınır, ardını yenilememiz gerekendir. Kendimizin koyduğudur. Bize öğretilendir. Büyük bir hevesle öğrendiklerimizdir sınır. Ve hiçbir zaman olmadığını sandığımızdır.
Sınırlar kimi zaman gözle görülür, elle tutulur. Ama mutlaka aşılmak için vardır. Öte yanı kutsaldır. İnsanlara bu kutsiyetle davetiye çıkarır. Kutsallık hep sınırın öbür yanında, ulaşılamayan yerdedir. Sınırı geçen ve ötedeki yere ulaşan için yeni bir hayat zuhur edecektir. Örneğin ölüm böylesine bir sınırdır ve dindara kendisini dayatır.
Bazen sınır insanı kendisiyle ve dünyayla yüzleştirir. Sınırın varlığı insan anlığını derin bir yarılmaya götürür. İnsan bu çelişkiyi bitirmek, huzura ermek için sınıra yönelir. Sınırın varlığını sınırı geçerek yok eder, ezer. Sınır geçildiği anda, geçen arkasına dönmez ve onu diğer insanlarla baş başa bırakır. Hacıbektaş kasabasındaki Delikli Taş böylesine bir sınırdır işte. Onun varlığı geçmeyi gerektirir. Geçebilen gönül rahatlığıyla hayatına devam edecek, sınırda kalan ise geride bırakmaya çalıştığı kirlenmişliğin içerisine itilecektir tekrar. Delikli taştan geçtikten sonraki mekan geçmeden öncekiyle aynıdır. Ancak kutsiyetleri farklıdır. Sınır aşıldığı anda mekan kendisini temizler. Hatalar yok olur, günahlar affolur. Yaşam bizzat sınır tarafından temizlenir, kutsanır.
Sınır bazen tarihte bir noktadır, bir an’dır. Bu an geçmişte kalmıştır ancak gelecek de o sınırla birlikte yitip gitmiştir aslında. Yaşam o sınırın gerisinde asılı kalmıştır. Tarih onun ötesine geçememiştir. Bütün bir zaman o sınırda birikmiştir. Bu birikmenin verdiği enerjiyle kitlelere yön verilir, onlara gelecek çizilebilir. Sınır kimi zaman Kerbela’dır.
Mekan genellikle sınırın iki tarafıdır. Ancak kimi zamanlar bizzat sınırın kendisi mekan haline gelir. Sınır mekanların arasındadır, ancak an gelir ki kendisini de mekan kılar. O ardında bıraktığı dünyayla, varılacak öte dünyanın arasındaki mekanlılık yeridir artık. Kudüs’le Zeytin Dağı arasındaki Arasat işte böyle bir sınırdır.
Kimi zaman sınırın ardı vatandır, adıysa barikat. Kimi zaman sınırın bu yanı ülkedir, öte yanı esaret. Kimi zaman sınır bir aşktır, kimi zaman bir baba. Kimi zaman sevgilidir, kimi zaman eli sopalı bir koca. Kimi zaman bir kitaptır sınır, kimi zaman bir parktır İstanbul’un orta yerinde. Kimi zaman bir ağlayış, kimi zaman bir gülümseme saplanıp kaldığımız. Ama hep oradadır ve hep aşılmak için beklemektedir. Hepsi bu.
Modern dünya modern insanın mezarıdır. Bir mezar gibi sınırlar çeker her yana. Tıpkı Cioran’ın dediği gibi oraya buraya koşuşturup hayatın ucundan köşesinden tutunmaya çalışanların dünyasıdır modern dünya. Serbestliği özgürlük sanarak aynılaşanların dünyası. Sınırlarını aşmak için çabalamayan aynılıkların dünyası. Oysa sınırları aşmadıkça aynılaşacak ve aynılaştıkça öleceğiz. Aynılıkları hiç sevmedim ben. Hepsi bu.
Ali Murat İrat