Sivas Madımak Oteli katliamında babası Metin Altıok’u kaybeden Zeynep Altıok Akatlı’nın yazdığı mektup.
70’li yıllarda Ankara’da geçti çocukluğum. .
Babamla yürüyüşlerimizin uzun molalarını alırdık. Çankaya’daki evimizden çıkar Botanik bahçesine yürür ve mutlaka ben çok seviyorum diye yolu biraz uzatır, “vapur ev”in önünden geçer öyle dönerdik. Yol boyunca mevsime göre sonbahar yaprakları ya da akşamsefası tohumları toplardık. Benim her zaman çok maharetli babam aslanağızlarının ağızlarını açabilir, avucunda pisipisi yürütebilirdi. Hem de istediği yöne! Topladığımız çiçekleri kurutur sonra beyaz bir kağıdın üzerine yapıştırır çevresini de jelatin ile sarardık. Ya da sonbahar yapraklarını uhu ile birleştirir sehpamıza örtü yapardık.
Babam yemek yapmayı çok severdi. Pek iştahlı bir çocuk olmadığım için de her yaşımda ayrı özellikli yemeklerim olurdu. En sevdiğimse, mantı makarna. Kendisinden çok ritüelini severdim. Bir tencere, bir tepsi yoğurulmuş kıyma, ve bir paket mantı makarna ile yere gazeteler serer otururduk. Sonra babam minik kıyma parçalarını makarnanın kulaklarından çok az taşana kadar doldurur, ben de tencereye dizerim. Yemesi kadar zevklidir.
Egeliyiz biz. İzmirli. Ankara’nın yeri ayrı olsa da İzmir’liliğim benim gurur kaynağımdır. İzmir bana sorarsanız yaşama sevgisidir. İmbattır, yosun kokusudur, zeytinyağıdır, balkonda yaşamaktır, yasemindir, buzlu bademdir, süslü atları olan bir faytondur ve aslında oya işli fıkır fıkır bir ruhtur.
İzmir’de Bostanlı’dan çıkar Karşıyaka’ya inmek için otobüs beklerdik. Bir oyunumuz vardı: Babam bir sigara yakar ve “Sigaram bittiğinde otobüs gelecek!” derdi. Nasıl olurdu bilmiyorum, ama otobüs hep o sigara bittiğinde geldi.
Karşıyaka’ya indiğimizde doğruca Sakıp Ağa’nın yerine gider buz gibi köpüklü bir ayran içerdik. Midye dolma yemeden dönmezdik. Dedeme gittiğimizde ise Hatay’daki evimizden aşağıya merdivenli yokuşlu yollardan iner, eski Rum evlerinin birbirinden güzel metal tokmaklarına baka baka – ki bazen güzel ve zarif bir el bazen kanatlarını açmış bir martı şeklinde olurlar – Güzelyalı’ya inerdik. Sahilde şimdi artık adını hatırlamadığım lokantamıza gider, deniz üstü terasta oturur sohbet ederdik. Ahçımız benim için salatanın ortasına domates kabuğundan güzel mi güzel bir gül oturturdu hep. Bayılırdım.
Pasaport’a gider, balık halinde dolaşır, tek tek balıklara böceklere bakar ve aksam için nevalemizi alır, kıyıdaki kahvelerden birinde adaçayı içer eve öyle dönerdik. Rakı sofrasını kurmaya…
Kedilerimiz hiç eksik olmadı bizim. ..
Ankara’da Berduş’umuz. Çocukları İdris’imiz Nigar’ımız. İzmir’de Mercan’ımız, Arap’ımız. Arap Bostanlı’daki evin balkonunun altına gelir bekler akşam saatinde . Biz yukardan sepet sarkıtırız – aslında bu sepet genelde akşam saatlerinde gelen seyyar turşucumuz, bakkal ya da gevrekçi içindir- Arap içine atlar “asansörle” yukarı gelir, ciğerini yer, karnı doyar, sevilir, paklanır, aynı yoldan geri gider.
Ankara’da bir dönem Bestekâr Sokak’taki terasımızda iki civciv yetiştirdik biz. Babam Ulus’tan bana almıştı. Küçükken çok güzel olan o ikisi büyüyünce evde tutamaz olduk. Ne çok ağladım artlarından…
Neyse varsın bu yazı da böyle, şuradan buradan, imbat tadında anılardan oluşsun.
Bir mektup yazsam;
Sayın 2 Temmuz 1993
Ne olur hiç gelme
Desem acaba gider mi?
…Ve ben sadece civcivlerime ağlasam.”