Beyefendi, başkan, hain, orospu, çapulcu, ermeni dölü, dinsiz, anarşik ve terörist olmak üzerine…
Bizim fabrikada bir patron vardı. Bütün işçiler ona bey diyordu. Güzel giyinip güzel kokular sürünüyordu. Fabrikanın tam ortasından geçişini bir görseniz, ciğerlerimizi mahfeden o deri kokusunu bıçak gibi kesiyor, her yer çiçek kokmaya başlıyor. Bildiğiniz deri fabrikası oluyor gül bahçesi. Ama bu güzel kokulu, yakışıklı patronumuz her zamanki gibi maaş günü paramızı yatırmayınca onu odasında yakaladım. Nerde, dedim bizim paramız. Ne dese inanırsınız? Siktir git o zaman dedi beğenmiyorsan burayı. Ben hiç yakıştıramadım beyefendiye bu küfürü de, kükreyişi de. O gül kokusu gitti, yakışıklılığı, inceliği gitti. Ağzı leş gibi para koktu, yüzü çirkinleşti, kabalaştı. O zamam anladım ki beyefendilik böyle birşeymiş meğer. O günden bugüne ben kendime beyefendiliği hiç yakıştırmam.
Ben Ahmet Kaya’yı çok seviyorum, çok güzel türküler söylüyor. Biliyorum siz de seviyorsunuz. Ama Ahmet Kaya vatan hainiymiş. Türkiye Cumhuriyetinde Kürtçe bir türkü söylemek istemiş. Aramızda kalsın ama ben kürtçe müziği çok severim. Ama Ahmet Kaya’ya söyletmediler. Ama ben Ciwan Haco’dan, Şiwan Perver’den, Koma Hivron’dan çok dinledim Kürtçe. Öyle içli, öyle acılı, öyle güzel söylerler ki ben anlamasam da çok severim. Ama dedim ya kürtçe şarkı söylemek vatan hainliğiymiş. O zaman anladım ki vatan hainliği bir türkü gibi güzel birşey. Bu yüzden ben de vatan haini olmaya karar verdim.
Ben son 7-8 yıldır televizyon seyretmem. Niye biliyor musunuz? O ekrana ikide bir adam çıkıyor. Cami imamı gibi gür bir sesi var. Ananı da al git diyor, çocuk da olsa kadın da olsa öldüreceğiz filan diyor. Ben en son bu yüzden televizyona tekme atmıştım. O günden bugüne de vekilleri de, onun bunun bakanını da sevmem. Çünkü hepsi aynı.
Güvercin tedirginliğinde yaşayan bir yazar vardı, onun yazılarını okuyordum ben hep gazeteden, inanır mısınız bilmem ama ben onun kadar bu ülkeyi seven bir insan görmedim. Sonrasını belki siz de biliyorsunuz, o güzel insanı öldürdü bu ülkeyi daha çok sevdiğini söyleyen milliyetçi insanlar. Çünkü Hrant Dink, Ermeni dölüymüş. O gün anladım ki Ermeni dölü olmak güzel birşey, milliyetçi olmak kötü. Ve ermeni dölü olup milliyetçilikten nefret etmeye kesinlikle karar vermiş oldum.
Sonra ben kadınsam ve devletin ya da imamın onayı olmadan sevişirsem orospu oluyormuşum. Halbuki sevgi hiç bir kurala tabi olmayacak kadar temiz ve güzel birşey. Ve sevişmek, bu nefretin ve savaşın hakim olduğu dünyada o kadar güzel ve zevkli ki… Demek ki güzel ve zevkli bir şeyi kadın olarak yaşamaya orospuluk deniliyormuş. Böylelikle ben de orospu olmaya karar verdim. Hatta dünyanın tüm halkları birbiriyle savaşacağına onları orospuluğa, yani sevişmeye davet ediyorum. Biliyorum ütopik bir davet yaptım ama savaşmaktansa sevişmek daha iyi değil mi; hem de özgürce…
Ben yıllar önce televizyona tekme atıp televizyon izlememeye yemin edince canım sıkılmaya başlamıştı. Kitapları keşfettim o sıra. Aslında iyi ki keşfettim. Çünkü bütün bilgimi ve fikirlerimi çoğunlukla onlara borçluyum. İnsanlardan canım sıkılınca gidip Steinbeck’le Kafka’yla, Dostoyevski’yle, Tezer Özlü’yle falan konuşuyordum. Zaten ilk anarşikle tanışıklığım da kitaplarla oldu. Deniz Gezmiş adında bir genç bağımsız, sosyalist bir ülke kurmak için büyük mücadeleler vermiş ama sonunda devlet onu asmış. Çünkü devlete göre o bir anarşikmiş. Ama ben Deniz Gezmiş’e hayran kalmıştım. Anlamıştım ki devlet kötü birşey, anarşik olmak güzel birşey. Ben de anarşik olmaya karar verdim.
Ben anarşik olmaya karar verince daha yüzlerce kitap okumam gerektiğini anladım. Anarşiklik oysa çok zormuş. Ama bu sırada Bakunin’i, Kropotkin’i, Emma Goldman’ı okuyunca anarşik olmanın kötü birşey olmadığını birkez daha anlamakla birlikte Denizlerin anarşik olmadığını öğrendim. Çünkü Denizler idam edilirken Yaşasın Marksizm-Leninizm demişti. Bu doğrultuda Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Dimitrov’u, Che’yi, Mao’yu, Politzer’i, Gorki’yi, Çernişevskiy’i ve çok daha fazlasını okudum. Anladım ki Marksizm-Leninizm insanlığın düşmanı olan tekelci kapitalizmi yıkıp yerine herkesin eşit ve özgür olacağı, yoksulluğun ortadan kalkacağı, kısacası insanın insanı sömürüsünün ortadan kalkacağı komünist bir düzen kurmak istiyor.
Sonra ben yoksul müslümanlarla zengin müslümanları inceledim. Yoksul müslümanlar bu dünyada yaşadıkları cehennemden dolayı sürekli bir cennet düşü kurarken, bu dünyayı cehenneme çevirenin zengin dindarların olduğunu gördüm. Kağıt üstünde hepsi müslüman, hıristiyan veya yahudiydi, tanrıları birdi ama iş yaşamaya gelince ne kadar çok insan o kadar çok tanrı çıkıyordu ortaya. Bu işte bir gariplik vardı. Marks dinin bir afyon olduğunu, diğer bilim insanları dinin sadece metafizik olduğunu, Darwin ise zaten evrim teorisiyle dini çürütüyordu. Kararımı vererek dinsiz oldum. Öte denilen bir dünyada değil de bu dünyada cennetin kurulması gerektiğine inandım. Artık biraz daha özgür sayılabilirdim.
Ben sonra kendilerini Denizlerin, Mahirlerin, İboların yoldaşı gören devrimcileri tanıdım. O bilge, yiğit, kültürlü, fedakar insanları. Öyle ki bir süre gördüğüm bir devrimci bir süre sonra ortadan kayboluyordu. Çünkü ya tutuklanıyorlardı ya da öldürülüyorlardı. Ama onların yaşadıkları mahalleleri bir görseniz. Yoksul gecekondu mahalleleri. Ama öyle çok renkli reklam afişleri, tabelaları görmezsiniz. O mahallelerin duvarlarına halkın matbaası deniliyor. Amerika Defol Bu Vatan Bizim, Ağa Patron Devletini Yıkacağız Halk İktidarı Kuracağız, Polis Simit Sat Onurlu Yaşa, Zam Zulüm İşkence İşte Akp, Örgütlü Bir Halkı Hiç Bir Güç Yenemez gibi yazılamalar ve örgüt isimleri var. Mesela o mahallelerde geceleri devrimciler nöbet tutuyor; uyuşturucu çeteleri girmesin diye. Herkes evinde rahat uyusun diye. Yaz olunca akşamları parkta sinema gösterimi yapılıyor. Gündüzleri dergi dağıtıyorlar. Eylem yapıyorlar. Gerçekten de anlıyordum ki devrimciler görebileceğim en mükemmel insanlar.
Bu ülke insanları onları en çok Gezi sürecinde gördü, tanıdı. Şiddetin sadece devrimcilere olmadığı, başkaldıran, daha iyi bir ülke isteyen herkese yönelebileceğini görmüş oldu herkes. Ve herkes çapulcu ilan edildi. Ben dahil herkes bu sefer çapulcu olmanın keyfini yaşamaya başladı. Evet, çapulcu olmak da güzel birşeydi. Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Medeni Yıldırım olmak daha güzel.
Uyuşturucu çeteleri karşısında Hasan Ferit Gedik olmak güzel birşeydi. Uyuşturucu çetesi olmak, polis olmak kötü.
Mesela ben bir de 14 yaşında bir terörist tanıdım. Adı, Berkin Elvan. İster elinde ekmek olsun, isterse sapan. Ben o gün dünyanın en güzel teröristini tanıdım. O teröristi vurdular.
O terörist vurulunca birkaç kesim hariç tüm Türkiye çok üzüldü, ağlanıp sızlanıldı. Bir süre de Berkin’i vuran katillerin yargılanması için adalet talep edildi. Karşılık görmedi. Tıpkı son 13 yılda öldürülen 241 çocuğun katillerine hakettiği ceza verilmemesi gibi.
Artık herkes yavaş yavaş Berkin’i unutmaya başlamışken Berkin’in iki abisi çıktı sahneye. Bu sefer onlar çok daha etkili bir şekilde adalet talep ettiler. “Berkin’in katillerini açıklayın! Katilleri Taksim meydanında halk tarafından yargılanmasına izin verin!” dediler. Yine cevap verilmedi. Ve onların da adı teröriste çıktı. Tıpkı Berkin’in adı teröriste çıkması gibi. Bir kez daha anladım ki terörist olmak büyük fedakarlıklar isteyen güzel birşey.
Bağımsızlık isteyince anarşik; Kürtçe konuşunca hain; yaşadığımız ülkenin toprağını sevince ermeni dölü; sevişince orospu; başkaldırınca çapulcu olduk. Öldük, dirildik, adalet istedik, halkımızı çok sevdik terörist olduk. Oysa ne güzeldir anarşik, hain, orospu, ermeni dölü, çapulcu ve terörist olmak!
Baran Sarkisyan
Dünyalılar