Üniversitelere dair retorikle realite arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde toplumun bir kaç adım önünde olan, “bilim yuvaları” oldukları vb… şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır. Tarih sahnesine çıktıkları dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip- yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını döndürecek kadroları ‘yetiştirmekten’ ibaretti…
Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir. Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine mahsus bir ‘üslûbu’, bir ‘tarzı’ olması gerekir. Şundan dolayı ki, “öğretme” etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat, öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik, herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir ‘özelliğe’ sahiptir.
Öğretmen için geçerli olan bu koşul, üniversite üyesi için daha da geçerlidir. Teorik olarak üniversite üyesi başka yerde iş bulamadığı için, tesadüfen oraya savrulmuş biri olamaz… Sivil savunmada memur, avukat, hekim, bankada müfettiş, bir şirkette yönetici, değilse üniversitede öğretim üyesi… olamaz, olmaması gerekir. Zira üniversite üyesinin diğerlerinden farklı olarak, etik- entellektüel- bilimsel- estetik, kaygılar taşıyor olması, tecessüs sahibi olması, şeylerin gerçeğine nüfûz etme arzusu ve kaygısı taşıması, yaptığı işi sadece bir karın doyurma, bir geçim vasıtası olarak görmemesi gerekir. Başka türlü söylersek, üneversetinin, diğerleri gibi bir kurum olmaması gerekir. “Ayrıksı, ‘özel’ bir ‘niteliğe’ sahip olması gerekir. Dolayısıyla, kendine mahsus bir tarzı, üslubu ve geleneği olması gerekir derken kast edilen bu… Üçüncüsü, üniversitenin kendini savunabilmesi gerekir. Tabii kendine mahsus yöntem ve araçlarda. Mesela Amerikancı askeri cunta YÖK’ü dayatmak üzere harekete geçtiğinde, üniversite üyeleri, öğrencileri, üniversite personelini ve mümkünse kamu oyunun da desteğini alarak saldırıya karşı çıkabilseydi: “Biz üniversite üyeleri olarak, varlığımıza yönelik bu düzenlemeyi, bu saldırıyı kabul edemeyiz, akademinin bir askeri kışla haline getirilmesini kabul edemeyiz” deselerdi. Bilim namusunun ve entellektüel dürüstlüğün gereği olan tavrı ortaya koyabilselerdi, YÖK saldırısı püskürtülebilirdi. Değilse bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Nitekim, üniversitenin böyle bir karşı hamlesi karşısında cunta iki şey yapabilirdi: üniversiteleri kapatmak veya geri adım atmak… Fakat, üniversiteyi kapatmak, sadece orada okuyan bir kaç yüz bin öğrenciyi angaje etmez… Onların aileleri var, akrabaları var, yakınları var… Sadece bir kaç yüz bin kişi söz konusu değildir. Üniversiteyi kapatmak, oldukça geniş bir kitleyi karşısına almaktır! Lâkin hiç te öyle olmadı. Dönemin rektörleri ve akademi başkanları Cunta şefinin karşısında esas duruşa geçtiler, Şefe fahri doktora (honoris causa) unvanı bile verdiler… Üniversite üyeleri de meslektaşlarını cuntaya ihbar ettiler… Geçtiğimiz aylarda ‘barış için akademisyenler bildirisi’ sonrasında üniversite yönetimlerinin ve meslektaşlarının tavrına bakılırsa, maalesef ‘garp cephesinde yeni bir şey yok’. Ve nihayet dördüncüsü de, üniversite dahilinde yapılanların, toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi, kavuşması gerekir. Zira, toplumdaki özgürlük mücadelesine yabancılaşmış bir kurum, bir gericilik yuvası olmanın ötesine geçemez…
İşte bir kurumun üniversite adını hak edebilmesi için, vazgeçilmez, olmazsa olmaz koşullar bunlardır. Dolayısıyla, bir binanın ön cephesine üniversite yazıldı diye orası üniversite olmaz… Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir
Bu günkü üniversitelerin ataları XI. yüzyıldan başlayarak Batı Avrupa’da ortaya çıktı. İşte ilk kurulanlardan biri, İtalya’da (1088) Bolonya üniversitesiydi. Onu Paris’te Sorbonne izledi (1215), İngiltere’de Oxford (1243), Cambridge (1284), Almanya’da Heidelberg (1386), Köln (1388), Tubingen (1388)… Bu üniversitelerin tarih sahnesine çıktıkları dönem, Batı Avrupa’da kentlerin, (kent devletlerinin) ortaya çıktığı, meta ilişkilerinin ve ticaretin gelişmeye başladığı bir dönemdi. Söz konusu üniversiteler Kilise dahilinde faaliyet gösteriyorlardı ve esas itibariyle de Orta Çağ tarım toplumlarının dine dayalı egemen ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği kurumlardı. Bizde Batı’dakine benzer ilk üniversite Darülfünun adıyla 1863 de kuruldu. Bir kaç defa kapanmak zorunda kaldı ve 1933 yılında bir reform geçirdi. Bu gün 114’ü devlet, 76’sı özel olmak üzere, kapısında üniversite yazılı olan 190 kadar üniversite var…
Başlarda üniversitelerin işlevi esas itibariyle ideolojikti. Kurulu düzeni meşrulaştırmanın araçlarıydılar. Rönesans, Reform, Aydınlanma, İngiliz Sanayi devrimi ve Büyük Fransız devrimi sonrasında, kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle, reforme edildiler, dönüştürüldüler ve/veya yenileri kuruldu. Hem ideolojik referansları ve hem de işlevleri değişti. Artık sadece egemen ideolojinin üretildiği kurumlar değillerdi. Bundan böyle yeni egemen sınıfın, kapitalist sınıfın, yükselen sanayinin ihtiyacı olan ‘yetişkin’ işgücünü de yetiştireceklerdi. Neoliberal küreselleşmeyle birlikte bir eşik daha aşılmış görünüyor. Şimdilerde üniversiteler bildik birer kapitalist işletmeye, ticari işletmeye dönüşmekteler… Artık “özel teşebbüs üniversiteleri” çağındayız… Eğitim programları, ders müfredatları piyasanın ihtiyaçlarıyla uyumlandırılıyor! Sermaye birikimine, kâra endeksli olmayan, insanı, toplumu, dünyayı anlamaya yarayan disiplinler (dersler) müfredat dışına atılıyor. Öyle ya, felsefe okutmanın ne alemi var! Temel bilimler, tarih, sosyoloji, antropoloji, gibi dersler de kârı artırmaya, sömürüyü ve yağmayı büyütmeye yaramadığına göre… Bundan sonra üniversitede artık sadece “faydalı bilgilerin’, ‘işe yarayan’ bilgilerin öğretilmesine izin verilecek! Hangi bilginin “faydalı”, ‘işe yarar’ olduğuna da ‘kutsal piyasa’ kadar vermek şartıyla… Bizdeki özel üniversiteler özel dersanelerin devamıdır. Özel dersaneler sınav ticareti, özel üniversitelerde de diploma ticareti yapılıyor… Tabii haklarını da yememek gerekir. Kutsal devleti meşrulaştırma işini de elden bırakmış değiller… Bunların tipik kapitalist işletmelerden pek bir farkı yok… Zira orada etik, bilimsel, entellektüel, estetik, filozofik, evrensel… kaygıların esamesi okunmaz. Gerçek durum böyle ama burunlarından da kıl aldırmazlar…
Fikret Başkaya (Özgür Üniversite)