Meydanlarda bağıran, sokaklarda dolaşan ya da otobüslerde uyuklayan şu insanları, neyi aradıklarını bilenler ve bilmeyenler olarak ikiye ayırabiliriz. İsteği bilmek eksiği bilmekle mümkündür. Birbirimize hep olmayanı göstermeye mecbur oluşumuzun sebebi budur.
Zira tamlık duygusu hamlığın teminatıdır. O yüzden namuslu bir zekâ daima muhalefete yazgılıdır. Kitle insanı şimdiki zamanın nimetlerinin keyfini çıkarırken, o hep muğlâk bir geleceği özlemektedir. ‘’Bir yer var’’ düşüncesini bir türlü içinden atamaz. Oraya varamayacak olduğunu bilse de menzile yönelmenin vicdani baskısından kurtulamaz. Başka türlüsünü beceremez, o yüzden yetinmez, yetinemez. Huzursuzluk hazinesidir. Başkaları onu memnun olmamakla, hiçbir şeyi beğenmemekle suçlarken aslında ondan vasata razı olmasını istemektedir. O buna direnir. Namuslu zekânın mevcut durumla kavga ederek çizdiği kaderi hep azınlıkta olmaktır. Azlık aynı zamanda rafinedir. O yüzden onun azlığı yoksunluk değil, bilakis bir zenginliktir. Namuslu aklın gücü, çoğunluğa nasıl kafa tutabileceğini bilmesindedir. O bu anlamda az ama çoktur. Hem güçsüz hem çok güçlüdür.
Bu yüzden muktedirin namussuz zekâsı onun varlığından hep tedirgin olur. Onu yok etmek için kitle insanını sürgit üstüne kışkırtır. Zindanlar inşa eder, zulümler icat eder, elinden geleni ardına koymaz. Ona göre namuslu zekâ hep bozguncudur, suçludur, istikrarı bozan bir fitnedir. Muktedir, kendi çıkarlarına uygun bina ettiği doğrularından hiç kuşku duymaz.
Düzenin çarkları her zaman şimdinin tekelinde döner. Öyleyse geleceğin ve dünün koruyucusu olarak namuslu zekâ onun en büyük düşmanıdır. Şimdi yalnızca şimdiyi düşünür. Bencildir, yıkıcıdır, faydacıdır. “Benden sonra tufan’’ diyen kitlelerin ilacıdır. Oysa tufanı bir kez kabul eden onun ne zaman geleceğini kestiremez. Namuslu zekâ yaklaşan bulutları ilk görendir. Dolayısıyla herkesin keyfini kaçırandır. Uyaran da, uyarısının bedelini ödeyecek olan da O’dur. O bunun için yanacağını bilse de dokunmaya mecburdur. Yanarken, adeta yanarak günahlarından arınan bir ‘’Aziz’’ gibi gülmektedir. Çünkü yanmak, namuslu zekânın onurudur. Muktedirin ateşten korkusu onun gadrini daha da artırır. Dünya durdukça zulmün devamı böylesi bir olamayışın hasedinden devşirilir.
Namuslu zekâlar kavramların nöbetini tutarlar. Çünkü bir toplum için kavramın düştüğü yerden geriye dönüş yoktur. Savaşlar, istilalar, doğal felaketler ya da ekonomik buhranlar… Bunların hiçbiri onun kaybından beter değildir. Çünkü yaşadığımız dünyanın olguları zihnin mefhumlarıyla tartılır. İçi boşalmış yahut yanlış doldurulmuş kavramlarla yaşamak, bütün bir hayatın çarşafa dolanması demektir. Böyle toplumlar yozlaşır ve çözülürler. Nietzsche “Kendisi için doğruyu seçemeyecek kadar içgüdülerini kaybetmiş olan bireye yozlaşmış derim’’ derken bir şuursuzluk durumunu işaret eder. Kavramlar şuuru biçimlendiren öğelerdir. Somut ve dünyevi zorluklar kavramların sağlamlığıyla aşılırlar. Sözgelimi okul mefhumu okul binasından önemlidir. Kapısız, bacasız bir mezra dersliğinde öğretmeni öğretmen, öğrenciyi de öğrenci yapabilen yalnızca sağlıklı bir kavrayıştır. Bunun olmadığı yerde ise ne şık binalar ne de akıllı tahtalar bir işe yarar. Ortaya suni bir yapı çıkar. Kavramın gittiği yerde yerini mutlaka ucubeler alır. Sözünü ettiğim ‘’şifa’’ kavramını ‘’sağlık hizmeti’’ ile takas etmiş bir ülkede, doktorların neşter vurdukları organ başına para alması türünden bir garabettir.
Muktedir yıktığı tüm mefhumları kendi ihtiyacına göre yeniden kurmak ister. Kitle insanının zihni, gücün sahibinin kar ve iktidar istencine yol verecek şekilde belirlenecektir. Böylece özgürlük, demokrasi, adalet, eşitlik eğitim, sağlık, refah gibi kavramlar iktidarlarca tanımlanırlar. “Kanun ‘kanun’ diyerek kanun tepelemenin” meşruiyeti sağlanır. Dünyada kendisine faşist diyen bir kişi bile yokken nasıl olup da faşizan bir dünyada yaşıyor olduğumuzun sırrı buradadır. Tüm soyut tanımlar sübjektif bir zihninin kontrolünde can çekişmektedir. Kitle insanının kavramları devamlı manipüle, algıları iğdiş edilmektedir. Bu şekilde en basit yaşamsal öncelikler bile düzenin bekasına feda edilir. Bir ‘’Dilovası’’ nasıl mümkün olmaktadır? Aynı anda şehir kavramını kaybetmiş bir insan, kendisini bildiği haliyle kenti tamamen yok edecek bir plana alkış tutarken bulabilir. Çünkü onun zihnindeki şehir artık bir sıla, ev değil “marka şehir’’ kavramına eş bir ekonomik büyüme gösterisidir. Öte yanda doğa mefhumu olmayan birisi dağlarında siyanürle altın aramayı onaylayan bir partiye destek verebilir. Burada onay verenler, karşı çıkamayanlar her zaman kötü niyetli insanlar değildirler, yalnızca kavramlarını yitirmişlerdir. Bir durum onların algılarını köreltmiş, baktıklarının gerçekliğini göremez hale getirmiştir. Büyüme uğruna tüm erguvan ağaçları kesilen bir şehirde, dalga geçer gibi erguvan rengine boyanmış otobüslere doldurulan insanlar trafikte nasıl delirmeden bekleşirler? Sorunun yanıtı bir körlüktedir. Onlar için her şey olağandır, olması gerektiği gibidir. Aksi olsa katlanıyor olmaları asla mümkün değildir.
İnsanlar kavramlarını kaybettiklerinde artık onların yokluğunun acısını da duyamaz olurlar. Mevcut düzensizliği, olması gereken zannederek yaşamaya başlarlar. Bu yoksullaşmadır. Kant: ‘’Kavramsız algılar kördür’’ derken kavramları olmayan insanın bu durumunu anlatır. Baktığını göremeyen bir insan, yaşadığı sorunun da adını koyamayacaktır. Bu sayede mahkemeye çıkmadan senelerce tutuklu bekleyen insanların olduğu bir ülkede hükümet, adalet saraylarının sayısı ile övünebilir. Ne o, ne de onu dinleyen, asıl yokluğu fark etmektedir. Zira kitle insanı için adalet kavramı düşmüştür.
‘’Eksiğin tanımı namuslu zekânın işidir’’ dedik. Kavramın başını yine o bekler. Dile getirir, tarif ve talep eder. Canlandırmaya çalışır. Bedeli ağırdır. Çünkü muktedir mefhumları hedef alırken her zaman hoyrattır. Zira onları değiştirmedikçe rahat hareket edemeyeceğini bilmektedir.
Olan bitenin sıcağında anlamadığımız pek çok kırılma noktasından geriye yerde düşmüş kavramlar kalır. Örneğin dürüst, araştırmacı ve cesur bir gazetecinin öldürülüşünden sonra kendimizi bitmeyen fail tartışmalarının içinde buluruz. Oysa yıllar sonra bir de bakarız ki, asıl yiten böyle bir gazetecinin bir daha var olabilme ihtimalidir. Bu kayıp çok daha derindir. Düştüğümüz yerden kalkmanın imkânsız hale gelmesidir. Bu açıdan yaklaştığımızda fedakâr, sınıf bilincine sahip, toplumcu bir öğretmenin – bir yandan tüm eğitim sistemi özelleşir ve mahiyetini değiştirirken- neoliberal bir partiyi protesto ederken yapılan müdahale sonucunda ölmesi son derece çarpıcıdır. Planlı değildir, ama inatçı gerçek düştüğümüz durumu yüzümüze çarpmaktadır. Tesadüfün içinden hakikate bir yol açılmaktadır. Üzüntümüz ve kavgamız olgusal, yitirdiğimiz değer kavramsaldır. Doğal olarak tahribat görünenden çok daha büyüktür.
Namuslu bir zekânın en büyük düşmanı inançsızlıktır. Kavgadan kendisini vazgeçiren bir zekâ tersine çalışan bir matkap olur. Sahibini günden güne delik deşik eder. Bugün başka türlüsünün mümkün görünmediği bir dünya düzeni içinde, onun taşıyıcısı bir hükümete mahkûm bir ülkenin bütün namuslu zekâları böylesi bir tehdidin altındadır. Seçimler olur ve hep yanlış hükümetler kurulur. Namuslu zekâ için bu sorun değildir. Sorun onun uyarmaktan vazgeçmesidir.
Kaynak;
Başar Başaran – Bir Gün
www.dunyalilar.org