Arka Bahçemiz

“Bir zamanlar biz gerçekten kardeştik”

Kevork Soultanian, adından da anlaşılacağı üzere bir Ermeni’dir…

Şişe dibi kalınlığında miyop cam gözlüklü, kısa boylu, mavi gözlü, iri elli, atmaca burunlu Kevork; Amerika Birleşik Devletleri California Eyaleti, Pasadena şehrinde kuru temizleyicilik ve terzilik yapar.

Kevork’un dükkânı, işyerime yakınlığı ve yırtığımı-söküğümü diktirmek, gömleklerimi, pantolonlarımı temizlettirmek için sık sık uğradığım bir mekândı.

Dükkâna ilk gittiğim günü hatırlıyorum: Temizlenecek kıyafetlerim için teslim formu sorularını cevaplarken tezgahtaki yaşlı adam, temiz bir Türkçe ile, “Sen Türksün, değil mi?” diye sordu. Kısa bir duraklamadan sonra, “Evet” dedim. Yaşlı adam ışıl ışıl parlayan koyu mavi gözleri ile “Ben Ermeniyim, adım Kevork,” dedi ve elini uzattı, tokalaştık. Elimi hararetle sıkarken, karşı konulmaz tebessümü ve içten bir sevecenlikle, “Zamanın var mı?” diye sordu. Hava yağmurlu, trafik en deli anında idi ve benim de yapacak bir plânım yoktu. “Evet” dedim, “Zamanım var.” Elimi samimiyetle sıkmaya devam ederken, sanki beni daha önceden tanıyormuşçasına davranıyordu. “Karnın aç mı?” diye sordu bu kez. Cevap vermemi beklemeden, “Gel benim misafirim ol, öğlen yemeği için mola verecektim, konuşur, birlikte bir şeyler yeriz,” dedi. Onun teklifini ve sıcak ilgisini reddetmek kabalık olacaktı. Beraberce dükkânının arka bölümündeki holden öğlen yemeğini yiyeceğimiz küçük ofisine girdik. Yer gösterdi. Oturdum. Buzdolabını açtı, Yeni Rakı şişesini çıkardı ve masaya iki çay bardağı koydu. İnce belli çay bardaklı rakı kadehlerinin etrafını bir anda pastırmalar, kaşar peynirleri, önceden hazırlanmış söğüş domates, biber, salatalık ve pide dilimleri sardı. Kevork, rakıyı bardaklara doldurdu, eline rakı bardağını aldı, bana doğru uzattı: “Ben her öğlen parlatmazsam ellerim titrer, çalışamam, hoş geldin, hadi şerefine!” dedi. Anason kokulu çay bardağını kavradım ve cevap olarak “Hoş bulduk, senin de şerefine!” dedim. Kevork, rakı dolu çay bardağını kafasına dikip, bardaktaki tüm rakıyı bir defada içti bitirdi.

Uzun yıllar yurt dışında yaşayıp da, Yeni Rakı’nın anason, Kayseri pastırmasının sarımsak kokusuna ve Türkçe muhabbete hayır diyebilecek bir Türk yoktur. Kevork, masadaki yiyecek dolu tabakları, misafirperverliğini kanıtlamak istercesine devamlı önüme sürüyor, “Buyurmam” için ısrar ediyordu:

“Bak, bu halis Kayseri pastırmasıdır. Los Angeles’ta Ermeni bir arkadaşımın marketi var. Kayseri pastırması bulduğunda beni arar. Bak, bu kaşar da Erzurumludur. Kendini evinde hisset, çekinme, ye. Hadi sağlığına. En kötü günümüz böyle olsun. Şerefine!”

Ermeni Kevork kaşla göz arasında bir rakı sofrası kurmuş, benim için sıradan bir öğlen yemeğini ziyafete çevirmişti. Benimle kırk yıllık dostmuşçasına, samimi şekilde, güzel ve düzgün Türkçesi ile konuşuyor ve durmadan anlatıyordu:

“Ermenilerin çoğu Türkçe konuşur. Türkçe bilmeyen Ermenilere aramızda şaka yollu, ‘Türkçe bilmez, Allah’tan korkmaz’ diye takılırız. Biz Ermenilerin çoğu, aynı zamanda öz be öz Anadolu çocuğudur. Çanakkale Savaşı sırasında Türklerle birlikte biz de çok şehit verdik.”

Bardağımdaki rakı bittiğinde Kevork hemen ikinci kadehi doldurmak için şişeye davrandı, ama elini saygıyla tuttum: “Ben fazla içemem, midem bulanır. Hem araba süreceğim, almayayım, sağolasın,” dedim. Elime direndi, yüzüme bile bakmadı Kevork, çay bardağını rakı ile doldurdu: “Bak bu Türk rakısıdır, çarpmaz. Sen kesin Lübnan rakısı içmiş, mideni bozmuşsundur. Yeni Rakı gözlere fer, dizlere derman verir” dedi. Buzlu su ile incelttiği çay bardağındaki rakıyı, yine ‘dibo’ yaptı. Erzurumlu kaşarı pide ekmeğinin içine katıklarken sordu: “Necisin, nereden gelir, nereye gidersin?” Sorusunun cevabını beklerken gözlerini kısıp beni süzdüğünü hissettim. Aniden, içgüdüsel olarak, Kevork’un konuyu döndürüp dolaştırıp Ermeni davasına getireceğini, içindeki Ermeni nefretini rakı sofrasına dökeceğini düşündüm ve yemek teklifini kabul ettiğim için kendime kızdım. Tedirgin olmuştum. Sonuç ortada idi, olanları şimdi daha iyi anlıyordum. Bu ihtiyar Ermeni, sırf kendi milletinin propagandasını yapmak, 1915’li yıllarda Türklerin hamile Ermeni kadınları, çocukları ve bebekleri süngülerine takıp havalara fırlattıklarını anlatmak için beni öğlen yemeğine davet etmişti. Yaşı ve damarlarındaki Ermeni kanı nedeni ile yıllar önce Talat, Enver ve Cemal paşaların emriyle kesilen Ermeni kellelerinden beni sorumlu tutacak, bağıracak, çağıracak, yıllardır biriktirdiği kinini benim Türklüğüme kusacaktı. O kasvetli California Cumartesi günü, İttihat ve Terakki paşalarının yaptıklarını Türklük adına savunacak durumda hiç değildim. Sinirden dudaklarımı ısırıyor, kendi kendime daha çok kızıyordum. Bu ihtiyar Ermeni ile içki masasında birlikte olduğum için kızgınlıktan öte pişman olmaya başladım. Ermeni propagandası o güzelim Yeni Rakı ve Kayseri pastırmasının tadını bozacaktı.

Geçmişte dökülen tüm Ermeni kanları hesabının benden sorulmasını tedirginlik içinde beklerken, Kevork boşalan çay bardağına yeniden rakı doldurdu. Gözleri bardağındaki rakı-su karışımını ayarlarken doğal bir ses tonuyla: “Amerikalı kadınlar hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu. Ermeni Kevork soykırımdan değil, kadınlardan konuşmak istiyordu. Şaşırmıştım. Boşalan bardağımı Kevork’a doğru uzattım. Yâd ellerde, rakı masasında, etrafım vatan pastırmaları ve kaşar peynirleri ile çevrilmiş bir sofrada, kendi lisanım Türkçe ile kadın hakkında konuşmak akan suları durdurur, çeliği keser, Türkü bile Ermeni dostu(!) yapardı. Aslında, masada Kevork’un ‘Ermeniliği’ dışında her şey yolundaydı. Olumlu düşünmeye, yaşadığım anın güzel yanlarını ön plâna çıkarmaya zorluyordum kendimi. İhtiyar Kevork, olsun varsın, pastırma çemeninin Kayseri kokuları arasında benim Türklüğümden intikamını alsındı. Daha babam bile doğmamışken, İttihatçı Paşaların yaptığı aptallığı Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, rakı sofrasında bir Türk olarak çekmek alnıma yazılmışsa şayet, kaderime boyun eğmekten başka çarem yoktu.

Hafif çakırkeyif, Türklüğümü, Yeni Rakı, birkaç dilim Kayseri pastırmasına ve Amerika’da Türkçe muhabbete satıp satmadığımı düşünürken Kevork aniden ayağa fırladı, “Bu sofrada bir eksik var!” dedi ve ofisindeki küçük raf kitaplığına doğru yürüdü. Korku ve telaş içinde “Şimdi tamam!” dedim içimden. Ermeni Kevork masadaki eksiği şimdi tamamlayacak, Ermenilerin Türkler tarafından kıtır kıtır nasıl kesildiğini, nasıl vahşice katledildiğini belgelerle kanıtlayacaktı. Tomar tomar Ermeni belgeleri, resimli tarih kitapları, haritalar ve resimler ile karşılaşacağımı düşünürken, Kevork alçağı beni yine yanılttı. Kitaplığının raflarında bulduğu Müzeyyen Senar’ın CD’sini müzik setine koyarak eksiği tamamladı. Müzeyyen Senar’ın buğulu sesinden odaya yayılan ‘Feraye’si, anason kokusu ve udun nağmeleri aşkına Ermeni Kevork hakkındaki şüphelerimi bir an olsun dondurmalıydım.

Yemek süresince Kevork, başta kadınlar olmak üzere, İstanbul Boğazı’nı, Sulukule dansözlerini, Adana kebabını, işkembe çorbasını, Kars’ı, Ardahan’ı, Türk insanını anlatıyordu. Türkiye’yi ve Türkleri benden iyi tanıyor, Türkiye hakkında konuşurken mavi çakmak gözlerinden belli belirsiz, sevgi – özlem – keder kıvılcımları fışkırıyordu.

Türklüğümü sürekli alârmda tutan, Kevork’un bakışlarındaki o masmavi kıvılcımlardı.

***

Tanıştıktan birkaç ay sonra, kuru temizlemeci terzi Ermeni Kevork’un mekânı uğrak yerim olup çıkmıştı artık. Kevork’a misafir olmak Los Angeles’teki en büyük zevklerim arasındaydı.

İstanbul doğumlu, dinç, sürekli gülümseyen, deniz feneri bakışlı sevimli ihtiyar Kevork hakkında zamanla başka şeyler de öğrenecektim. Arapça, İngilizce Fransızca, Türkçe, Rusça, Ermenice ve Latince biliyordu. Dostoyevski’yi Rusça okumanın tadını uzun uzadıya anlattı. En büyük övünç kaynağı ise kalın resim albümüydü. Albümdeki resimlerden anlaşıldığı kadarıyla Kevork dünyanın hemen hemen tamamını görmüş, gezmiş birisiydi. Dükkânına her gittiğimde ne yapar eder, sözü döndürür dolaştırır o resim albümüne getirirdi. Albümdeki resimleri bana tek tek gösterirken, kenarı köşesi yırtılmış soluk siyah-beyaz resimlerdeki kişileri, yerleri en ince ayrıntısına kadar bana anlatırdı:

“Bak, bu benim boynuma sarılan kadın Paris’teki ikinci sevgilimdir”, fotoğrafın arka fonunda Eyfel Kulesi belli belirsiz. “İlk Fransız sevgilim resimde görmüş olduğun bu hatunla beni uygunsuz vaziyette ‘bastı’ ve terk etti. Basıldığım kadın sonradan benim sevgilim oldu. Bu gördüğün Monique’de bir meme vardı, nah şu kadar!” deyip elinin parmaklarını Hamlet misali ‘Olmak ya da Olmamakvari’ havaya doğru açar, ışıltılı gözlerini hafiften kısarak Monique’in memelerinin sıcaklığı ile geçmişe dalardı.

Kevork’un sohbet konularının çoğu kadınlar, gezdiği gördüğü yerlerdi ama ben bir Türk olarak ihtiyatı elden asla bırakmıyor, Ermeni Kevork’un konuyu günün birinde kesinlikle Ermeni soykırımına getireceğini adım gibi biliyordum. Kevork ile arkadaşlığımız süresince hep bu rahatsızlığı hissettim ve hep tedirgindim. Aslında, korkunun ecele faydası yoktu, bazen Kevork’un içindeki Ermeni kinini boşaltmasını bile diler olmuştum. Sohbetlerimiz sırasında, Kevork gerçek duygularını açıp, kinini kusmamakta direniyor, beni hep şüphe dehlizlerinde yalnız bırakıp, devamlı kadınlardan, Paris revülerinden, kaçamaklarından bahsediyordu. Adım gibi emindim, bu bir Ermeni taktiği idi. Ani bir Ermeni propaganda taarruzuna maruz kalmamak için her an tetikteydim.

***

Kevork ile arkadaşlığımızın yedinci ayına gelmiştik. En az, on kez ‘öğlen yemeği’nde birlikte olduğumuz halde, Kevork bir türlü Ermeni propagandasına başlamıyordu. Belki de, Ermeni soykırımı konusunu açmayıp, beni hakkında yanlış düşündüğüm için mahcup etmeyi bile deniyor olabilirdi. Bu Ermenilerden her şey umulur. Bütün erkeklerin gardının kolayca dağılacağı kadın konusunu seçerek Kevork’un beni en zayıf anımda yakalamaya çalıştığı kesindi. Kevork hınzırı, vatanım Türkiye’den çok uzaklarda, California’da, bana saldıracak, sövüp sayacak, en sonunda maskesini çıkarıp gerçek yüzünü gösterecek ve yıllanmış nefretini kusacaktı.

***

Arkadaşlığımız boyunca, Kevork bana hiçbir zaman Ermeni soykırımından bahsetmedi ve hakkındaki şüphelerimden ötürü beni defalarca utandırdı.

Son görüşmemizde, yine Yeni Rakı’lı, Kayseri pastırmalı masada Kevork’un mavi gözleri belli belirsiz bir noktaya takıldı, sarhoşluk rahatlığı ve kontrolsüzlüğü içinde: “Bir zamanlar biz gerçekten kardeştik!” dedi.

Başımı öne eğdim. Anlamıştım…

***

Ermeni Kevork; 83 yaşında, 14 Şubat 1996 tarihinde, Valentine Day / Sevgililer Günü’nde, Los Angeles’teki evinin sıcacık yatağında mışıl mışıl uyurken, huzur içinde öldü.

Kevork, Sevgililer Günü’nden başka bir günde ölecek erkek değildi zaten.

Eminim, Kevork şu anda cennette, elinde Kevser Şarabı kadehi, ağzında Kayseri pastırması ve Allah tarafından erkek kullarına bahşedilen sınırsız erkeklik gücü ile balıketli, dipdiri memeli hurilerin peşinden koşturup eğleniyor, cennetini yaşıyordur.

Allah rahmet eylesin, toprağın bol, ruhun şâd olsun; sevgili arkadaşım, Ermeni kardeşim, güzel insan Kevork Soultanian.

Mehmet T. Özciğer (troyliberte@gmail.com)

Dünyalılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu