Yapmak isteyip de yapamayacağımız şeylerle doldu taştı dünya. İzlenecek tonla film, dizi, okunacak kitap, gidilecek, görülecek, gezilecek yerler ve ortalama 70 yıl ömür var heybemizde. Hepsini de bu zaman dilimine sığdırma telaşı…
Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor bize. Belirtilen bir öğretiye hazırlanıyoruz her an. Almanca, İngilizce, Latince, Goethe, Schiller, Rus- Alman Savaşları, Karlofça- Pasarofça Antlaşmaları, Fen Bilimleri, sayıların kökenleri, köklerin kareleri, tüm dünya ülkeleri. Tüm dünya ülkelerinin savaşları. Nasıl yurttaş olunabileceği. Askerlik görevleri. Savunma.Müslümanlığın koşulları. Faust’un özü. Bulutların oluşması…
Bütün öğrendiklerimi unutmak istiyorum. Bizi bıraksalar, ben onun dizlerine yatsam. İçgüdülerimizle gövdelerimizi tanısak. Birbirimizi sevsek. Doğanın geliştireceği sevgi içinde büyüsek, ana karnındaki çocuk gibi…
Anlatamayacağım…
Bu insanlar, Guguk Kuşu filmini de, Napolyon’un Yaşam Öyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrindeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle izleyebiliyorlarsa, elimden ne gelir?1
Çin menşeli kalpler. Herkes birbirinin eski sevgilisi. Herkesin birbirinde birini unutma ve eskitme çabası…
Tüketim çılgınlığı…
Pamuk ipliğine bağlı sebeplerle biten arkadaşlıklar…
Issız adamlar…
Elektronik cihazlara olan bağımlılık…
Bana dokunmayan yılan bin değil, on bin yıl yaşasıncılık…
Tepesine vur ekmeğini al, gene de sesini çıkarmayan ezik toplum…
Âşık olamamak. Hızla çoğalan one night stand geceleri…
Uç kesimlerde yaşayan insan tipleri…
Maaşı bankalar arasında bölüştürmek için çalışan; beyaz, mavi, pembe bilumum renkli yakalı çalışan…
1 haftalık tatil için 12 ay çalışmanın mantıksızlığı…
Kafanın üstünde sürekli bir soru işareti ile gezmek…
Vücudun 3/1 suysa geri kalanı depresyon…
Birbirine hava atmak için alınan gereksiz mobilyalar…
Çiçeklerle, otla, böcekle konuşmaya başlamak
İnsandan çok eşyaya değer verme…
Sokaktaki vahşi ortamdan korumak amaçlı eve hapsettiğimiz, zorla evcilleştirdiğimiz hayvanlar…
Özgürlüğü çok yanlış anlamış popüler kültürün eşiğinde can çekişen paragöz kızlar…
Trafik… Uzun süren kırmızı ışıklar, kısa süren yeşil ışıklar…
Kendine büyük önem atfetme…
Evliliği kurtarmak için yapılan çocuk…
Bitmek bilmeyen kas ve eklem ağrıları…
Klima ve ışıktan doğan ofis savaşları…
Sorgulamayan ve üretmeyen, hazıra konan insan modeli…
AVM… Fast Food…
Asgarisi ödenmiş kredi kartı ve her ay diğer aya ötelenen borcu…
Bedava dağıtıldığını düşündüğüm gri ve yeşil renkli eşofmanla dolaşan genç kabileler ve ilginç saçları…
Hak, hukuk, adalet kavramlarının deforme olması…
Özkültürünü unutma ve her yeni çıkan akıma uyma gereksinimi, uymazsa dışlanma korkusu…
Her toplumsal olayda ülkeyi, her şeyi bırakıp kaçma isteği…
Kendini kendinden başka herkese beğendirme arzusu ve büyük çekişme… (Altında yatan amaç seks tabusu ve açlık. Kabul edemediğimiz ilkellik duygusu.)
Her nerede değilsek orada mutlu olacakmışız hissi…2
Sonrasında da; “Nereye gitmek istiyorum ki? Nereye gidebilirim ki? Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi?”3 hissi…
Asla bitmek tükenmek bilmeyen, sonu gelmeyen egolar ve sonucunda kocaman bir yalnızlık…
Neden eski zamanlarda yaşamak istiyoruz?
Çünkü eski zamanlarda her şeyin değerli olduğunu düşünüyoruz. Sebep?
Bilinmezlik…
Eskiden her şeyi bilmiyorduk. Her şeyi yarım yamalak değil, bir şeyi biliyor, iyi biliyorduk. Konunun uzmanıydık, zalimi değil… Gizemliydik. Çok iletişim halinde değildik. Şu an beklemenin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bir mektup gönderdiğimiz de; aylarca mektubun ne zaman geleceğini, içinde ne yazdığını, o bekleme sürecini, heyecanını, geldi mi gelecek mi tedirginliğini, postada mı kayboldu endişesini yaşardık.
Sevdiğin kızla/erkekle buluşmak için çeşme başları buluşma yeriyken, şimdi ne çeşme kaldı ne de o köy… Ofislerdeki sebil başında insanlar birbirinin yüzüne bile bakmıyorken, şimdiki buluşma yerleri kapitalist iktidarların sevdiği adamlarının isimlerinin verildiği meydanlar oluyor.
Eskiden buluşmak için verilen saat diliminde orada olunurdu. Söz önemliydi. Şimdiki gibi beş dakikada bir;“Geldin mi?”, “Neredesin?”, “Hâlâ gelemedin mi?” of pof, afra tafra sıkıntılarına girilmiyordu. Gelmezse, gerçekten önemli bir işi çıkmıştı, “Yoksa gelmemezlik yapmaz!” düşüncesi vardı. Oysaki şimdiki zamanda öyle mi?
Eğer gelmemişse “Kesin bir şey var”dır. Neden gelmediğinin sebeplerinden, birbirinden haince düşüncelerle beş bölümlük korku-dram dizisi çekilebilir. O zamanlar aşk, haber alınamadığında “Başına kötü bir şey mi geldi?” diye düşünmekti. Garantici ruhlarımız heyecan, tedirginlik, endişe nedir bilmeden, bekleme duygularından yoksun; mekanik bir şekilde dolaşıyor, çarpık kentleşmiş, yeşilden yoksun bu şehirlerde.
Huzursuzluğun Kitabı’nda şöyle yazıyor:
Bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. Başka biri olmalı. Hücrelerime sinmiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu atmalıyım. Uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. Deniz kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana. Ne yazık ki istemekle olmuyor.
Kölelik bu hayatın yasasıdır; başka bir kural da yoktur zaten, çünkü isyan etmenin de, kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. Kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir. Özgürlüğe olan korkakça sevgimiz (ansızın özgür kalsak, bu sefer de yeni bir şey olduğu için yadırgar, hemen kaçardık özgürlükten) köleliğin üzerimizdeki ağırlığını açıkça gösteriyor.
Beni ele alalım; her şeydeki, yani kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir kulübeye ya da mağaraya kaçmaya hazırım; ama kendi varlığımın bir özelliği olan tekdüzeliği gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli miyim acaba? Varolduğum yerde, varolduğum için göğsüm sıkışırken ve bu hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim?
Genel olarak bulamıyoruz ve bulamadığımız içinde bedenlerimize toplumun istediği kişilikleri monte edip, kiralık ruhlarla dolanıyoruz, birbirimize çarpa çarpa…
Modern hayatlar, suni mutluluklar
Birbirinden bağımsız, gündüz ve gece hayatımız oluyor. Bildiğin maskeli balo ve günün belirli saatlerine uygun, sahte yüzlerini takınarak geçirdiğimiz mevsimlerimiz var.
Mesela, kahve içmeden ayılamadığını savunan (ki gerçekte tadından pek mutlu olmayan ve buna yarım bırakılan kahve bardakları en büyük şahitken), öğlen yediği salatasının ne kadar pahalı olduğuyla kendi ederini karşılaştıran, elit olduğunu sanan beyaz yakalı; tüm parasını verdiği ama daha adını söylemeyi başaramadığı alengirli kahvesi ve bilmem ne soslu salatasından ötürü, akşam evinde dünden kalmış makarnasına talim edeceğini bile bile modern hayata uyum gösteriyor, suni olarak mutlu oluyor.
Gelelim diğer renk yakalı arkadaşımıza…
Asgari ücretle çalışan ama maaşının boyunu üç kat aşan ve taksitle alınmış son model cep telefonuyla, İnstagram’da çay fotoğrafı yayınlayarak, altına bir de Cemal Süreya şiiri döşemekten geri kalmayan mavi yakalının durumu beyaz yakalıdan bir tık aşağıda, ama aynı acizlikte. Pülümürlü Cemal Süreya bileydi şiirlerinin böyle harcanacağını, eminim yazmazdı.
Neyse işte, sevgili beyaz ve mavi yakalı kardeşlerim; ikiniz de yalnızlıktan kusuyorsunuz biliyorum.
Nereden mi biliyorum? Biliyorum işte, karıştırmayın.
Ne büyük yalnızlık içerisinde olduğumuzu bilmemize rağmen, bu dayatılan teknolojik moda ve kendimizle baş başa kalmamamız için yapılan büyük sosyal deneyde, zenci fare deneği olmaktan kaçınamıyoruz. Bin bir türlü teste tabiyiz. Bu durumdan rahatsız olsak bile başka bir çaremiz olmadığını düşünüyoruz.
Eğer kendimizle baş başa kalırsak ne kadar küçük olduğumuzu görmekten korkuyoruz. Korkularımızla, utançlarımızla, pişmanlıklarımızla yüz yüze gelmek mutlu etmiyor. Modern insan rahat etmek ister. Bıkkınlık veren kahve, çay, mavi, şiir, fotoğraf ve mekân check-in‘leriyle yüzeysel olarak mutlu olmak ne kadar işimize geliyorsa demek…
Peki, onlar işimize geliyor da, biz nereden geliyoruz?
Biz; ayrı ayrı bitişik evlerde izole olmaktan, beton varoş şehirlerden, hapishane hücrelerinden, yetimhanelerden ve özel ünitelerden, medyanın beyin yıkamasından, tüketicilikten, bedeni cezadan, şiddeti reddeden ideolojiden, depresyondan, hastalıktan, rezaletten, utançtan, insanların alçalmasından, emperyalizm tarafından sömürülen bütün bir halktan geliyoruz… Klişedir, balık hafızalı milletiz vesselam.4
Geldiğimiz yerleri unutup, gitmek istemediğimiz yerlerde mahsur kalıyoruz. Mahsur kaldığımız bu yeni dünyada, sensörlü sifonlar, orasını burasını kurcalayıp, sarsıp akıtmaya çalıştığımız afili musluklar, apartman lambasının bile fark etmediği biz silik insanlar var.
Bu konuyla ilgili acı bir anım var:
Devrimci bir abim vardı,“dı” diyorum çünkü artık yok! Yaklaşık 10 yıl cezaevinde kaldı. Suçu malumunuz, düşünmek! 10 yıl sonra özgürlüğüne kavuşan abim ve arkadaşları dışarıya yemek yemeye gitmişler. Gördüğü işkenceler ve yıllar yılı kapalı bir alanda kalmanın vermiş olduğu etkiyle, tek başına yürümekte zorlanan abim lavaboya gitmiş ellerini yıkamaya. Ellerini yıkayacakmış ama musluk akmıyormuş. Musluğun düğmesi, başlığı, hiçbir şeyi yok. Hani şu, elini sensöre tuttuğunda akan musluklardan. Ama anlayamıyor. Utanıyor sormaya. Ellerini yıkamadan geri dönüp oturuyor yerine. “Soramadım” diyor. “Okumadığın kitap kalmadı bunu mu bilmiyorsun?” diye sorarlar diye, “Kitaplar da yazmıyor ki, ne bileyim yavrum, utandım sormaya.” demişti anlatırken. “Ben içerdeyken ne kadar çok şey değişmiş. İnsanlar değişmiş, musluklar bile değişmiş” dedi.
İçime bir şey oturdu o akşam, ben de tek başıma yürüyememiştim o ağırlıkla. Abim bir yıl sonra kalp krizi geçirip vefat etti. Ne zaman bir yerde afili musluk görsem sinirleniyorum ve küfrediyorum.
Mehmet Pişkin mesela… “Yaşayacağım bir şey kalmadı”diyerek yaşamına kendi eliyle sonveren bir insan.
Mehtap Zengin… Cinsel tercihinden dolayı toplum baskısından bunalıp, intihar eden trans bir birey.
Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa yaşamı dışlama kararına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekâlâ canına kıyabilir, inanıyorum buna.
Böyle önemli bir kararın arifesinde, benzer kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik. Kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler ve kaygılar çok geride kalmıştır.
Bizleri perişan eden, elimizi kolumuzu bağlayan; büyük kavgalara biriktirmemiz gereken öfkeyi ve gücü, günlük yaşam içinde ucu ucuna harcamak zorunda kalışımız. Sürekli aldatılma, yanıltılma; neyi, nasıl ve ne uğrunda harcadığımızı bilmemenin belirsizliği…5
Copy-paste hayatlar yaşadığımız
İşte bizim modern zaman dilimimizin içinde; cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, Cipralex’ler, Turgutlar, Edipler, Sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var. Yorgun gözler ve içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler var.6
Albert Camus, Jean Paul Sartre ve Bukowski’nin; varlık ile yokluk, yaşamın anlamı ve anlamsızlığıyla ilgili yazdığı her paragrafı kendi hayatımıza copy ederek, başkalarının yazdığı cümleleri hayatımıza paste yapıyoruz. “İşte bu, aynen böyle be!” diyerek doğmamış cümlelerimizi öldürüyoruz. Cümle kurmadan aile kuruyoruz.
Mahsur kaldığımız bu yeni dünyada, sensörlü sifonlar, orasını burasını kurcalayıp, sarsıp akıtmaya çalıştığımız afili musluklar, apartman lambasının bile fark etmediği biz silik insanlar var.
İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor.7 Saptırılıyor, çarpıtılıyor. Neden, neden, neden diyerek, başımızın üstünde bir çizgi film karakteri gibi kocaman bir soru işaretiyle geziyoruz.
Modern hayatın bir başka getirisi de seçimsizlik ve birçok alternatif. İkisi arasında sıkışan insanoğlu bocalayıp duruyor. Bir ceylanın öldürülüşünü on farklı belgesel kanalında izleme keyfi(!) olabilir mi? Oluyor…
Manen biten evlilikleri çocuk için yaşatma derneği
İlk 20 yıl çocukluk ve okul, sonraki 10 yıl kariyer, daha sonraki yıllarda evlilik, ev kredisi, altınlarla araba alma, çocuk doğurmak, çocuğun okul masrafları, emeklilik ikramiyesi ile yazlık alma vs. Ha bir de bunların dışında “manen biten evliliklerini çevresindekiler için yaşatma derneği” üyeleri olan çiftler son çare çocuk yapıyorlar. Bu da modernitenin son golü evliliklere. Kimi zaman “İyi ki yapmışım” denilen çocuk, kimi zaman ayak bağı ve baş belası olarak nitelendirilebiliyor.
Çocuk için katlanılan, devam edilen ilişkiler, birbirini aldatan çiftler, aldattıkları üçüncü kişinin hayatını karartan zincirleme yasak sevgiler…
Modern hayatın getirdiği evlilik tam olarak bu. İhtiyaçlar için çocuk dünyaya getirmek yanlış bir şey, yalnızlığını hafifletmek için çocuğu kullanmak yanlış, insanın kendisine benzer bir kopya çıkarmayı kendine amaç edinmesi yanlış. Tohumlarını geleceğe doğru kusarak ölümsüzlüğü araması da yanlış, sanki spermler bilincini taşırmış gibi!8 Daha korkuncu ne biliyor musunuz? Taşıdığını düşünüyorlar
Aynı mağazadan, aynı berberden çıkmış aynı suretli insanlar nerede türüyor diye soruyor musunuz hiç? Sormaktan öte, zaman zaman onlardan biri olduğumuzun farkında mısınız? Süratle tektipleşen giyim stili. O ayın rengi ve modası olan giysinin sahtesi ve orijinali ile üst-alt tabaka arasında hızla yayılması.
Orijinali çıktığı gün sahtesinin aynı zamanda piyasaya sürülmesi sanırım ülkemize ait üretim hızı! Ya da daha vizyona girmeyen filmin korsanının çıkması gibi. İronik! Bu giyim kuşam konusunda tektipleşmeyi, devlet isteseydi bu kadar başarılı olamazdı sanırım. Farklı bir renkte, farklı bir tarzda giyinen kişiyi değişik bakışlarımızla taciz ettiğimiz, bizden değil baskısını uyguladığımız zamanlar…
Bir de ütopik bir hayal var ki, henüz (ben dahil) kurmayanını görmedim! Lambadan cin çıksa tüm herkes aynı dileği ister. Sevgili cin bu genel hayal karşısında çaresizce düşünür eminim, “Bu kadar insanı hangi sahile sığdıracağım” diye.
Hayal tahmin ettiğiniz üzere; sahilde bahçeli bir ev! Bahçesinde domates ekip biçmek, araba yerine bisiklet kullanmak ve şu an yapılan mesleği bırakmak. Mesleği bırakanlar derneğinin üyelerinin bir kısmı da merkezi bir yerde büfe açma fikrini savunuyorlar sahilcilere karşı. Çatışmalı ve karar verilmesi zor bir fikir tabii.
Milenyumdu, teknoloji çağıydı derken hayatımızın özetini, toplumsal mesajlarımızı, sevgiliye verdiğimiz atarlı giderli tepkilerimizi, mIRC’den sonra MSN denen chat’leşme programının durum iletisi kısmını kullanarak verdik bitirdik. O iletiye göre şekillenen sohbetlerimiz ve ilişkilerimiz, ekle- engelle- sil üçgeninde yitip gitti.
Tabii biz yerimizde dururken, aç teknoloji ilerledi ve bilgisayarları daha da küçülterek ceplerimize kadar yerleştirdi. Hızla yayılan yeşil logolu WhatsApp virüsü girdi hayatımıza, soldan bir şut golüyle. Elindeki telefonun işletim sisteminin adını bilmeyen orta yaşlı kesim bile “Vatzabın var mı?” diyebiliyordu!
Telefonun şarj aleti hepimizi esir almış, haberimiz yok. Telefonumu benden çok şarj aleti kullanıyor! Prizli masada oturmak büyük mutluluk mesela. Mutluluğa bak! Mutluluk çeşidine bak! Prizin değerli olduğu zamanlar! Priz bile şaşırmıştır bu duruma.
Paul Auster bu konuda şöyle diyor:
Modern yaşantımızın gerçeklerinden biri de insanların telefona bir tür kutsallık atfetmeleridir. Sırf telefona yanıt verebilmek için, ateşli bir sevişmeyi ya da ateşli bir kavgayı yarıda kesebilirler. Telefonu açmamak bir tür anarşi, toplumun temel yapısına karşı bir tavır olarak görülür.
Her şeyi aynı anda yapmak istemek ve sonucu: Zamansızlık
Zamanı verimli kullanmak için açılmış tonla kurs, seminer, kurulmuş milyon dolarlık danışman şirketleri, bu şirketler de çalışan spor arabalarıyla gezen yaşam koçları, bize umut, sevgi ve güzellikler dağıtıyorlar cüzi(!) miktarlar karşılığında. Önümüze çarşaf çarşaf kağıtlar sererek, rengârenk gazlı kalemleriyle, janti kıyafetleriyle zihnimizi hipnoz edip, bizi kısa bir hayal turuna çıkarıp, anlık rahatlatıp evimize gönderiyorlar. Kurulu oyuncak gibi. Bir tür alışveriş.
Kendi yok ettiğimiz duyguları geri kazanmak için parayı aracı kullanarak; şu kadar ün yapmış, bu kadar ödül kazanmış psikologlara açlık sınırında olan bir aileyi doyurabilecek seans ücretlerini döküyoruz. Seanslar esnasında gözlüğünün üstünden bakan doktora milletçe şu şekilde şikâyetimizi anlatıyoruz:
Yıllar boyunca herkesin ahlakına göre yaşamayı istedim Doktor! Kendimi herkes gibi yaşamaya, herkese benzemeye zorladım. Kendimi ayrı düşmüş hissettiğim zaman bile, bütünleşmek için böyle davranmak gerektiğini söyledim ama bütün bunların sonunda felaket geldi. Şimdi kalıntılar arasında dolaşıyorum, kuralsızım, tereddütler içindeyim, yalnızım ve bunu kabullenerek, tek oluşuma ve kusurlarıma boyun eğdim. Tüm yaşamımı bir nevi yalan içinde yaşadıktan sonra bir doğru yaratmak zorundayım.9
İlgi duymuyorum Doktor, hiçbir şeye ilgi duymuyorum. Nasıl kaçabileceğime dair hiçbir fikrim yok. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlar hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamış gibiler sanki. Bende bir eksiklik var belki de, mümkün de. Sık sık aşağılık duygusuna kapılıyorum. Onlardan uzak olmak istiyorum. Gidecek yerim de yok. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyor. Bir beş yıl uyumak istiyorum; ama izin vermezler biliyorum? Ne yapacağım doktor!10
Modern insanın unuttuğu bir diğer şey ise ölüm. Ölümün varlığını ara sıra hatırlasak; ihtiyacımız olmayan şekilde aldığımız her şeyin, lüksün, hırsların eşyaların değersizliğini daha iyi anlayacağız. Ölümü sadece uzaktan bir arkadaş, eş, dost öldüğünde; matem simgesi olarak bilinen siyah gözlük takmayanları dövdükleri cenaze törenlerinde hatırlıyor oluşumuz trajikomik.
Her şeyin boş olduğu sanrısı o törenden sonra konuşuluyor ve konuşulan masada kalan içilmiş boş çay bardaklarıyla birlikte toplanıp dökülüyor ve unutuluyor. Ertesi gün hırslarımızla, kinlerimizle devam ediyoruz yaşamaya kaldığımız yerden. Mezarlıklar, yaşayanlar için notadaki es!
Toplumsal olaylara olan tepkilerimiz de çok ilginç. Bir taraf sokaklara dökülürken, diğer taraf “Bunlar neden sokağa dökülüyor?” diye merak etmiyor bile. Aradaki uçurum fena. Deforme olmuş hak, hukuk, adalet kavramlarının altında eziliyoruz. Adaletin bir gün hepimize lazım olacağını unutuyor sadece kendi yolumuza bakıyoruz. Bir şey olmamış gibi davranmak ve olanları unutmak robotlaştırıyor, rutinleştiriyor, farkına varmıyoruz. Farkına varmadığımız her şey, sonradan ev adresine gelecek ceza niteliğinde.
Yalnız ölü kentlerin ölü doğmuş çocukları
Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden, yaşamaya karşı ne bir sevgi ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen; her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganın altında yaşayan, yalnız ölü kentlerin ölü doğmuş çocuklarıyız! Bize bu ölü yaşamı hazırlayan; sermaye sahibi egemen sınıftır.11 Bu acımasız oyunun varlığı biz izin verdiğimiz sürece devam edecektir. Bir açık hava cezaevinde yaşıyor gibiyiz. Modern Metrisler yaratarak nefes almaya çalışıyoruz.
Büyük kederleri unutturacak büyük mutluluklar bulmak,derin ve keskin acılar yaşamakta olan insanlar için neredeyse imkânsızdır. Taşınması zor bir azabın altında ezilen insanlar, bazen büyük bir mutluluk ihtimali kapılarını çalsa da o kapıyı açacak gücü ve cesareti kendilerinde bulamazlar. Hatta sessizce durup kapılarını çalan bu beklenmedik yolcu gitsin diye beklerler. Kederli insanları yeniden hayata döndürüp yüzlerini gülümsetecek tılsım, küçük, ani ve kısa sevinçlerde gizlidir.12
Temennimiz ne peki?
Tabii ki merkezi yerde bir büfe veya Sayısal’dan çıkacak olan para değil. Şükür ki, parayla mutlu olunamadığını da gördüm; parasızlıkla daha da mutsuz olunacağını da.
Yetecek kadarı, hayatta kalabilecek kadarı…
On tane evin de olsa birinde oturabileceğimizi anladığımız, beş tane arabamız da olsa aynı anda hepsini süremeyeceğimizi algıladığımız, milyarlık telefonlarımıza bir “Özledim” mesajı gelmediğini fark ettiğimiz anda, tüm modern insanlar olarak şunu istediğimize karar verdim:
Öyle büyük şeylerde gözüm yok hiç;
Küçük mutluluklar diliyorum, küçücük…
Bir çocuk saflığında gülüşler,
Islanmış çimenlerin kokusu,
Çimenlerdeki çıplak ayaklar,
Bahçedeki gül ağacı, mis kokulu çiçekler,
Gıcırdayan salıncak,
Çocukken oynadığımız oyunlar tadında sımsıkı sarılışlar,
Ruhumuza dokunan şarkılar,
Akordu bozulmayan bir yaşam bestesi,
Maskelerden arınmış yüzler,
Sımsıcak kahkahalar,
Çatılmayan kaşlar,
Gün doğumları,
Hepsi bu! 13
Yazan:@kayipruzgarim
Kaynak: www.gezite.org
- Tezer Özlü
- Charles Baudelaire
- Tezer Özlü
- Ulrike Meinhof
- Tomris Uyar
- Tarık Tufan
- Tezer Özlü
- İrvin D.Yalom
- Albert Camus
- Charles Bukowski
- Maksim Gorki
- Ahmet Altan
- Farid Farjad