Büyük şehirlerde kimsenin kimseye güveni kalmadığı anlatılır durur. Büyük şehirler bozulmuş, insanların huzuru kaçmıştır. “Bozulmamış” değerlerden bahsetmek için ya tarihte geri gidilir ya da küçük şehirlerden, köylerden söz açılır. Basitlik, sıcaklık, güven duygusu hep başka bir yerde başka bir zamandadır. Çok fark yoktur aralarında; küçük şehirler aslında zamanda geri gidilen yerlerdir.
Taşra diye isimlendirilir buralar, Edirne’den Ardahan’a uzanır, yekpare bir bütündür. Bu geniş toprak parçasından İstanbul, Ankara gibi şehirler çıkarılabilir. Ancak aslında buraları da içinde yaşayanlar tarafından dev taşralar olarak nitelendirilmektedir. Taşradan kaçış yoktur. Her yer ya taşradır ya da taşralaşmaktadır. Farklılıktan, çeşitlilikten, sınıfsal ayrımlardan, etnik/dini gruplardan bahseden onca ses nedense taşra diye bir kategori kullanmaktan, bu kadar geniş bir coğrafyaya taşra demekten nedense imtina etmezler. Taşra siyaseti, taşra sıkıntısı, taşra kültürü, taşra okulları, taşrada gençler vb. gibi sözler Kayseri’den Malkara’ya herhangi bir yer için, daha doğrusu yer gözetmeksizin kullanılabilir. Taşra, büyük şehirlerle karşılaştırıldığında “yersizdir”; yersizliğin muhayyel mekanıdır.
Taşraya hem olumlu hem olumsuz özellikler atfedilir: Bir yandan sıkıcı, tekdüze, renksiz olduğu söylenir, diğer yandan saf, masum, içten olduğu dile getirilir. Sıfatların içeriği ne olursa olsun kıyas yapılan yer her zaman ve her zaman büyük şehirdir. Taşranın anlamını belirleyen, ama daha ziyade ne olduğunu değil de ne olmadığını söyleyen taşranın dışıdır,
Atfedilen sıfatlar ne olursa olsun taşra merkezin kurduğu bir hayaldir. Kendi sesi nadiren duyulur, modernleşme tartışmalarında “öteki” olarak sahneye konur. Oldukları ve olamadıkları ile büyük şehrin olumsuzudur, büyük şehri istila etmek üzere dışarıda bekleyen bir barbardır. Gazetelerde taşra, namus cinayetleri, tuhaf hikayeleri, taşkın duyguları ile temsil edilir. Genellikle üçüncü sayfa haberleri taşradan ya da büyük şehrin taşralaşmış köşelerinden gelir.
Taşrayı dinlemek zordur. Tek bir varlık olarak ele alındığı, farklı katmanları görmezden gelindiği, taşranın merkezle ilişkisi yeterince sorunsallaştırılamadığı için aynen bu yazıda olduğu gibi onun hakkında kelime oyunları yapmak kolaydır. Türkiye’de yetim edebiyatı, süzgün ve üzgün duygular, dışarıda bırakılanlara dair güzellemeler zaten çok yaygındır; bunları taşraya tatbik etmek kolaydır. Taşra çoğu zaman bir benzetme ile, bir başka olguya yanaştırılarak anlaşılır: Taşra, Küçük Emrah’tır, eski bir fotoğraf karesidir, siyah-beyaz bir filmdir, tamamlanmamış bir hikayedir…
Bu esnada bütün tarihsel ilişkiler, küçük şehirlerdeki mülk ilişkileri, iktidar paylaşımı, bir şehrin farklı grupları, Alevileri, Hıristiyanları, Çingeneleri, evsizleri, tarikatları… es geçilir. Taşra sözü mütecanis (homojen) bir grup insana işaret eder. Taşranın neresi olduğu, orada kimlerin yaşadığı muğlaktır.
Taşra tektir; çünkü Türkiye’de modern tektir. Siyasal ve tarihsel mücadelelere kendini olabildiğince kapamış, buyurgan birkaç önermeden müteşekkil bir ayrımdır modern ve modern olmayan. Kadınların saçını açması, apartman hayatında kapı önüne ayakkabı konmaması, yerlere çöp atılmaması modern olmanın emareleri olarak görülür. Bunu yapmayan yerler Türkiye’nin taşrasını imler. Ayrım ne kadar basitse tatbik edilmesi o kadar kolaydır.
Türkiye’de modernleşme birkaç failin etrafında, onların yaptıkları, söyledikleri uyarınca oluşmuş gibi anlatılır tarih kitaplarında. Dışarısı yoktur: Avrupa’yı kasıp kavuran işçi hareketleri yoktur, Balkanlar’daki milliyetçi, halkçı hareketler yoktur, Amerika’nın kuzeyinde ve güneyindeki 150 yıldır süren bağımsızlık mücadeleleri yoktur. Başka hayaller kuranlar yoktur, siyasal mücadeleler yoktur, Dersim yoktur, Said-i Nursi yoktur, Kazım Karabekir kayıptır, Nezihe Muhiddin kenara itilmiştir, Halide Edip’in yazdıklarının bir kısmı hasır altı edilmiştir, Nazım Hikmet vatandaşlıktan çıkarılmış, Sabahattin Ali taşla ezilerek öldürülmüştür. Hikayeye dahil edilmeyenler sayesinde Türkiye tarihinden tek bir çizgiymiş gibi bahsetmek mümkün olur. Aynen “öteki” olarak imlenen taşra gibi söylemsel gücünü eksik anlatmaktan, anlattığını çarpıtmaktan alır.
Her büyük şehir bir taşraya muhtaçtır. Biri birinden önce gelmez, bir ilişkisellik içinde birarada ortaya çıkarlar. Hammaddeler, işgücü, sermaye, çeşitli fikirlerin, repertuarların dolaşımı, devlet politikaları vb. taşranın ve büyük şehirlerin ortak tarihini oluşturur. Diğer bir deyişle Hindistan olmadan İngiltere, Anadolu’nun “ücra” köşeleri olmadan İstanbul anlatılamaz. Fakat belli tarih-yazım gelenekleri, mekanları birbirinden kopararak anlatır, örneğin Avrupa’yı kendinden menkul bir varlıkmış gibi, başka hiçbir yere temas etmemiş gibi, sadece kendi iç devinimleriyle bu hale gelmiş gibi hikayeleştirir. Bilimsel-teknolojik gelişmeler, düşünce akımları, işçi hareketleri, devletin tesisi vb. ne varsa orada başlamış, oradan dünyaya yayılmıştır. İlişkinin bir tarafında edilgen müstemleke memleketleri, diğerinde gelişmenin motoru Avrupa vardır. Bu düşünce, dünyadaki pek çok insanın, fikir önderinin, politikacının ezberlemiş, iman etmiş olduğu bir hakikate dönüşmüştür artık. Bir merkez olarak Avrupa, çevresini yer’sizleştirmiştir. Oysa ne milliyetçilik ne modernleşme ne liberal haklar ne siyasal mücadeleler ne de endüstri devrimi edilgen addedilenin sesi yok sayılarak, sömürge tarihi atlanarak anlatılabilir.
Taşrayı tartışmak bugün Türkiye’de modernleşmeyi yeniden anlatmak anlamına gelir; faillerin sayısını artırmak, çatlak sesleri hatırlamak, “geri” ve “ileri”nin nasıl bir ayrıştırma mekaniği kurduğunu sorgulamak anlamına gelir. Dışarıdakini içeri almayı gerektirir.
Sezai Ozan Zeybek