Bizim bu topraklarda tarih diye anlatılan ne varsa sorgulamamız lazım. Tarihçilerin bize yeni hikayeler anlatması gerekiyor; çünkü dışarıda bırakılanların tarihini duymaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Okuduğumuz pek çok tarihi bilgi genelde büyük adamların başrolde olduğu savaş, fetih ve yıkım etrafında anlatılır. Mesela Osmanlı tarihini düşünün: Lisede öğrendiğimiz bütün önemli olaylar savaşlar etrafında şekillenmiştir. O orayı kırmış, bu burayı zaptetmiş, şunlar şuraları top ateşine tutmuştur. Tarih deyince nedense akla evvela bunları belletmek gelir. Okul yılları bu yıkım-yağmalama hikayelerini dinlemekle geçer. Hafızamıza kazınmış yılların hemen hemen tamamı yapılmış savaşların ve akabindeki anlaşmaların yıllarıdır. Sinir geren bir ikiyüzlülük hakimdir bu hikayelere. Eğer “biz” yaptıysak göğüsler kabarır, ecdadla gurur duyulur; yok onlar bize yaptıysa çeşitli bahaneler etrafında düşmanın kahpeliğinden dem vurulur.
Bir de bu hikayelerin çoğu ülkede özenle korunan ortak bir yalanı vardır. Oraya buraya asker yollayan devletler gittikleri yerlere güya hep barış götürmüşlerdir. Yalandaki küstahlığa bakar mısınız? Üstelik aynı yalanı bugün de sık sık duymaktayız. Her devletin ilk başvurduğu yalan herhalde bu. Mesela Amerika Birleşik Devletleri bile Afganistan’a ya da Irak’a hala hayasızca barış ve demokrasi götürdüğünü söyleyebiliyor. ABD ordusu, tanklarla, uçaklarla, bombalarla, askerlerle oradaki insanların tepesine zulüm yağdırıyor; ama Amerikan hükümeti hala barıştan bahsediyor.
Ama bana asıl şaşırtıcı gelen bugün pekçok kişinin Irak işgalinin arkaplanındaki ekonomik nedenleri, açgözlülüğü ve riyakarlığı tespit edebilmesi, ama aynı mantığı kendi ecdadının yaptıklarına uygulayamaması. “Osmanlı savaş makinesi gittiği ülkelere sulh götürmüştür, huzuru sağlamıştır, ticareti arttırmıştır” şeklindeki basmakalıp cümleleri tekrarlaması; yan açıklamalar getirmesi; çifte standartlara sığınıp “şanlı fetihler” tarihinden bahsedilmesi.
İnsan korkuyor. Bir gün Amerika’da aynı martavala inandıracak mı herkesi acaba? Irak’ın ticaret hacmi arttı, diktatörlük sona erdi, şiddet olayları azaldı, bir barış ülkesi oluştu, Irak’a atılan tonlarca bomba yardımıyla müreffeh bir toplum yaratıldı diyebilecek mi? Daha doğrusu, bunları halihazırda diyor zaten; ama kabul ettirebilecek mi?
Amacım Osmanlı kötüydü, diğerleri iyiydi demek değil. Bir kere bu şekil bir tarafgirlikle derdim var. Bu topraklarda genel kanının aksine yüzyıllar boyunca kılıçlı büyük adamlara ters düşmüş pek çok millet, pek çok grup yaşamış. Osmanlı’nın yahut diğer imparatorlukların boyunduruğuna, vergisine, askerde ölecek beden talep etmesine açık açık isyan etmiş pek çok insan… Neden bunlardan bahsedeceğime padişahların, şahların, imparatorların güç heveslerine taraf olayım ki? Neden onların ali kıran baş kesen politikalarına bakıp yersiz kibirlere kapılayım, onlarla özdeşlik kurayım?
Osmanlı, dönemin imparatorlukları içinde belki de en zalimi değildir; bunun hükmünü vermek bize düşmez, böyle bir tartışmanın gereği de yoktur. Sonuçta kendi şartları içinde hareket eden, çeşitli dönemlerde farklı uygulamalarla hüküm sürmüş bir imparatorluktan bahsediyoruz. Dönemin diğer imparatorluklarıyla (Babür, Safavi, Avusturya-Roma vb.) benzerlikleri var, ayrıldığı noktalar var. Aynı diğer imparatorluklar gibi bir grup insanın refahını arttırmış, huzurunu korumuş; ama bir başka grup insanın tepesine ise zebellak gibi çökmüş, nefes aldırmamış, gerekirse kılıçtan geçirmekte beis görmemiş. Sadece “düşmanları” değil; kendi topraklarında yaşayan grupları da durmaksızın sindirerek iktidarını sürdürmüş. O anlamda bizim barış dediğimiz hep birilerinin barışı, diğerlerinin ise savaşı olmuş.
Anadolu’da ve diğer yerlerde tarih boyunca küçüklü büyüklü yüzlerce ayaklanma olmuş; bunların önemli bir bölümü çok kanlı şekillerde bastırılmış; hatta kimilerinde on binlerce insanın kılıçtan geçirildiğini okuyoruz. Örneğin yüzyıldan fazla sürmüş Celali İsyanları sırasında olanlar: Kuyucu Murat Paşa’nın lakabı sizce nereden gelmektedir? Yahut kahramanlık destanı diye anlattığımız Köroğlu’nun karşısındaki Bolu Beyi bakın bakalım kimdir? Daha öncesinde Şeyh Bedrettin kime isyan etmiştir?
Örnekler çoğalır. Burada isyan tarihininden romantik bir adalet hayali devşirmek istemiyorum. Ancak Osmanlı’nın gittiği her yere barış-huzur götürdüğü şeklindeki koca koca cümleleri etmeden evvel bu topraklarda yaşayanların hakkını vermek gerekiyor. En önemlisi, bugün eli kılıçlı adamların iktidar heveslerini sahiplenmek yerine iktidarın kime ne yaptığı üstüne düşünmek gerekiyor.
Bugün akıllarında tek bir şüphe kırıntısı olmadan Osmanlı fetihlerinden bahsedenlerden, infial halindeki Yeni Osmanlıcı duygulardan rahatsızlık duymaktayım. Bu şekilde anlatılan tarih sadece eksik değil aynı zamanda pekçok açıdan zararlı. Bir kere böylesi bir tarih ister istemez bizi iktidarın gözüyle görmeye zorlar. Hükmü geçmeyenlerin, kellesi kesilenlerin, kadınların, mağlupların bu tarihte esamesi okunmaz. Tarih dediğimiz padişahların, paşaların, o fetihten bu fetihe şehir yağmalayanların tarihi olur.
Yeri gelmişken: Yağmalanan şehirler de anlatılmaz Osmanlı tarihinde elbette. Şehre giren askerlerin çocuklara şeker dağıttığını, fakirleri doyurup döndüğünü mü zannediyoruz nedir? Asıl zoruma giden ise hiçbir şey zannetmemek. Oturup kafa yormamak. Ne diyelim? Osmanlı fetihleri zerafetle yapılmış. Askerler de haza beyefendi olduklarından ellerine-bellerine istisnasız sahip çıkmışlar.
Bu tür tarihin asıl büyük sorunu ise bugünün etnik-milliyetçi tezlerinin geçmişe yansıtılması. Yani Osmanlı tarihini Türkleştirmek, o zamanki Türk boylarının bizden olduğunu varsaymak, kısaca tarihin karmaşasını ve kendine has dünyasını eldeki 3-5 etnik grubun ezel-ebet mücadelesi olarak görmek. Bu tür “sadeleştirilmiş” tarih anlatılarında Osmanlı padişahlarının kendilerine Rum İmparatoru demesine, bizim bugün Anadolu diye adlandırdığımız toprakların uzun yüzyıllar boyunca (19. yy’a kadar) Rum ili olarak anılmasına, Yavuz’un Farsça Şah İsmail’in Türkçe şiirler yazmasına rastlanmaz. Çeşitliliği de koparıp alıyoruz. Türkçe konuşan Karamanlı Evangelinos Misailidis de (1829-1890) kayboluyor, Şah İsmail’e Yavuz karşısında Batı Anadolu’dan yardıma koşan dönemin Alevileri de (16 yy.ın ilk yarısı)…
Kısaca bu topraklarda tarih adı altında (diğer pekçok milli tedrisatta olduğu gibi) ceberrutların iktidar tarihi öğretiliyor. O dönem yaşamışlara hürmet edilmediği gibi farklı düşünceler de devlet düşmanlığı olarak tarihin çöplüğüne tekmeleniyor. İroni bu ya, iktidar sahiplerinin bile hakkı yeniyor; onlar bile temelsiz yargılara kurban gidiyor. Bir kısmı tek kalemde kahraman oluveriyor; diğer kısmı vatan haini. Sonuç olarak, Cemal Kafadar’ın tabiriyle bir “biz” enflasyonu yaşanıyor. Alıntılıyorum:
Günümüz Türkiye’sinde birinci çoğul şahıs enflasyonuna çare bulmak için dilden kaç “biz” atmak gerekir bilmiyorum. Kendisini Osmanlı devletinin yönetici iradesiyle sorunsuz özdeşleştiren bir “biz”den (“almışız, beş yüzyıl elimizde tutmuşuz”, gibisinden), Orta Asya’dan atına atlayıp Anadolu’ya geldiği tahayyül edilen kahramanların çocukları konumundaki “biz”e… ve tabi en büyük seferberlik mekanizmalarından futbolun “biz”ine …(en mükemmeli, “taç kullanıyoruz”), sıcak bir hamam gibi rahatlatıcı, gevşetici o kadar çok biz var ki gündelik dilde. Çoğu, bir yandan “onlardan farkımız”ın altını çiziyor, bir yandan da “ayağını denk alması gereken sizler”in üstünü.
(Cemal Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, s. 19)
Bizim bu topraklarda tarih diye anlatılan ne varsa sorgulamamız lazım. Tarihçilerin bize yeni hikayeler anlatması gerekiyor; çünkü dışarda bırakılanların tarihini duymaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bugün bu ülkede her farklı ses çıkaranı vatan hainliğiyle suçlayanlara karşılık, bu topraklarda hep var olmuş farklı sesleri hatırlamaya muhtacız.
Sezai Ozan Zeybek