İşçi ürettikçe kendi değerini azaltır. Yani diğer bir deyişle dünyada var olan eşya arttıkça; pahalı arabalar, kol saatleri, dünyanın diğer ucundaki tatiller, 3 yılda eskiyen bilgisayarlar bu şekilde üretilmeye devam edildikçe insanın değeri azalır. Emekçi sadece meta üretmez, aynı zamanda kendini bir meta olarak üretir, kendisi de alınıp satılabilen bir mal haline gelir. Ne kadar çok üretirse kendisi de o kadar metalaşır.
İşte yabancılaşmanın ilk veçhesi buna tekabül eder. Eşya ile onu üreten arasındaki bağ koparılır. Meta, emeğin somutlaşmış halidir. En yakınınızdaki masa bir emeğin ürünü. Çevremizdeki hemen her şey binlerce insanın alınteriyle oluşuyor. Ancak nesnelere baktığımız zaman en son görebildiğimiz işte bu emek. Nesnelerin ışıltılı yüzeylerinin hemen berisinde, şık kıyafetlerin hemen arkasında onları üreten insanları göremiyoruz. Başarılı reklam kampanyaları ve mekanın bölünmüşlüğü sayesinde üreten ve ürün arasındaki o içsel bağ düşünülmeden yaşanabiliyor.
İşin tuhafı, bu dünyanın yükünü en çok çekenler bu nesnelerden en az faydalanabilen insanlar oluyor. Linyit madenlerinde 12 saat çalışanlar, birkaç kiloluk kömür yardımına muhtaç insanlara dönüşüyor.
İşte bu, üreticinin kendi ürettiğine yabancılaşması anlamına geliyor. Döktüğü alınteri nesneleştikçe, alınıp satılan bir ürüne dönüştükçe ürettikleri kendine yabancı, hatta düşman kesiliyor: Pahalı kıyafetler giremediği dükkanların, binemediği arabalar gidemediği yerlerin sınırını çiziyor. Ürettikçe çoğalması, büyümesi gereken insan; küçülüyor, eksiliyor, yoksunlaşıyor.
İnsan üretirken başka canlılara, doğaya ihtiyaç duyar. Dünyanın zenginlikleri olmadan insan üretimi de olmazdı. O anlamda üretim, insanın çevresindeki nesnelerle iç içe geçmesi anlamına gelir. Tarladan çıkan domateste benden bir parça var. Yaşamayı mümkün kılan bir ilişki kuruluyor doğayla. İşte yabancılaşma ile bu ilişki kaybedilmiş oluyor aslında. Topraktaki domatesle bir bağımız olduğu bilgisi siliniyor.
Aynı zamanda domatesi üretenin o domateste hakkı olduğu unutturuluyor. Üreticinin yaşamını mümkün kılan araçlar elinden çekip alınırken, üretici ürettiği nesnenin kölesi haline geliyor.
Emekçi ne kadar çok üretirse o kadar az tüketiyor, ne kadar değer yaratırsa o kadar değersizleşiyor, ne kadar düzgün üretirse kendisi o kadar yamuluyor, ürettiği ne kadar medeniyet göstergesi ise kendisi o kadar barbarlaşıyor, emek ne kadar başat hale gelirse işçi o kadar güçsüzleşiyor. Saraylar inşa ediyor, kendisi mezbelelikte yaşıyor; güzellikler oluşturuyor bu sırada kendisi kambur oluyor; insan zekasının örneklerini ortaya çıkarıyor, kendisine sadece aptallık ve ruhsal bozukluk kalıyor.
Ürün ve üreten arasındaki ilişki, yabancılaşmanın sadece bir veçhesi. Ancak yabancılaşma bununla sınırlı değil. Aynı zamanda metayı nasıl ürettiğimiz; yani üretimin bizatihi kendisi de yabancılaşmaya yol açar. Çalışmak, yabancılaşmayı mümkün kılan süreçtir diyebiliriz: çalışmaya yabancılaşmak, yabancılaşarak çalışmak…
Bu süreç nasıl oluyor da kendi ürettiğimizden ayrı düşmemize yol açıyor? Daha önemlisi bu süreçte kendimize nasıl ayrı düşüyoruz?
Çalışmak insanın kendini gerçekleştirdiği bir eylem olmaktan ziyade sadece yapılması gereken bir iş anlamına geliyor pek çok insan için. İnsan kendini olumlamıyor, aksine kendi varlığını reddetmek durumunda kalıyor. Memnuniyet değil, mutsuzluk hissediyor. İş yaparken ruhsal, fiziksel bir canlılık hissetmek bir tarafa, akşam eve geldiğinde dayak yemiş gibi oluyor. Yani emek insana, insan kendi emeğine uzak düşüyor.
Çalışmanın insanı bütüncül bir insan yapan tarafından mahrum kalan, yani çalışırken edilgenleştirilen insan, ancak en hayvani eylemleri yaparken kontrolü eline alabilir. Yer, içer, sevişir… Böylelikle insani olan hayvanlaştırılmış hayvani olan insana layık görülmüş olur. Elbette yemek-içmek son derece insanidir; ama insanın emeğiyle bağı koptuktan sonra bunlar kendi başına bir amaç haline gelir. İşte hayvanileşmek buna tekabül eder.
Buraya kadar yabancılaşmanın iki veçhesini ele aldık. 1- İnsanın ürettiğine yabancılaşması 2- İnsanın üretmeye, çalışmaya yabancılaşması. İlki eşyaya, ikincisi insanın kendine yabancılaşması olarak da ele alınabilir.
Yabancılaşmanın bir üçüncü veçhesi daha var.
İnsan doğanın, çevresindeki toprağın, ağacın, suyun bir parçasıdır dedik. Doğa insanın bedenidir; yaşamaya devam etmek için çevremizdekilerle bedenimiz arasında devamlı surette bir değiştokuş olması gerekir. Bu şekil bir üretim, sadece şahsi ihtiyaçların giderilmesi olarak düşünülmemelidir. Üretim, aynı zamanda toplu bir yaşamın üretilmesidir.
O anlamda aslında insan doğaya ve kendine yabancılaşırken aynı zamanda bir tür olarak insan olma bilincinden de uzak düşer. İnsanlığa ait olmak hissiyatı yerini birey olmaya terk eder. Birey, yaşamın anlamı gibi görünmeye başlar. Sanki bütün insanlık bireyler için varmış gibi bir manzara çıkar ortaya.
İnsanın yaptığı işle yaşamının anlamı birleşmelidir. Yaptığı-ettiğiyle, üretimiyle vicdanlı yaşamaya yönelebilmelidir. Oysa yabancılaşmış emek bu ilişkiyi tersine çevirir. Vicdanlı insanların doğru şeyi yapmasını bekler sadece. Vicdanlı yaşamak bütünsel bir süreç olmaktan çıkar, hayatın belli kısmına dair verilen birtakım kararlara indirgenir.
O yüzden yabancılaşma aynı zamanda insanın kendi varlık koşullarına yabancılaşmasıdır. Daha büyük bir bütünün parçası olmak mümkün olmaz. Bütünlüğün bizi biz yaptığı duygusu zedelenir. Kısaca, insan insana yabancılaşır. Bireysel varlığını bütünlük duygusunun önüne koyan insan manevi olarak da yoksullaşır. Yabancılaşmış insan, öteki insanlarla gerçek bir ilişki kuramaz. İçine düştüğü boşluk, diğerlerini anlamasını güçleştirir. Görebildiği yabancılardır, kendisine yabancı diğer insanlar…
Oysa bir insan kendiyle yüzleşirken diğerlerinin hayatıyla da yüzleşmek durumundadır.
Bu yazıda tarif edilen emek ve emekçi, yabancılaşma dolayımıyla sermayeyi yaratan güç. Diğer bir deyişle, sermaye ve emek birbirini üreten iki unsur, bir hikayenin iki farklı görünümü. O halde sadece sermaye karşıtı olmak, işin bir tarafını ıskalamak anlamına geliyor. Bizim karşı durmamız gereken sadece sermaye değil, aynı zamanda bu şekildeki yabancılaştırılmış emek olmalı. İşçi, insan olarak tüm özellikleri bastırılmış, bir üretim aracına indirgenmiş kişidir. Her işçi bir sermayeye bağımlıdır, her sermaye ise işçilere.
Oysa bir garabet var ortada. Çok uzun yıllar mesela 1 Mayıs kutlamaları kaslı, büyük işçi tasvirleri eşliğinde yapıldı; hala da durum aynı. Sol direniş tarihinin büyük bölümünde sermayeye karşı çıkılırken emek kutsandı; o anlamda bu ikisi arasındaki çelişkinin gerçek mahiyeti ıskalandı. Oysa yabancılaşmış emek, övgüler düzülmesi gereken bir kahraman değil, özgür ve vicdanlı bir toplum içinde zamanla yok olması gereken bir hastalıktır.
İş gönüllü olarak yapılmıyor; pekçoğumuz zorunluluklar yüzünden çalışıyoruz. O anlamda çalışmak insanın kendini ifade etme ihtiyacını tatmin etmiyor; daha ziyade ihtiyaçları gidermek için bir araç işlevi görüyor. Günün büyük bölümünü, arta kalan zamanı gönlümüzce geçirmek için harcamak durumunda kalıyoruz. Zaten zorunluluk olmasa insanların ezici çoğunluğu her sabah erkenden kalkıp işe gitmez. Bu anlamda maruz kalınana, köleliğin makyajlı halidir diyebiliriz.
Üstelik kişi bir başkası için çalışır, emeğini bir başkasına satar. O halde, satılığa çıkarttığı kendisidir. Kendini bir başkasına satarken aslında kendi varlığını yitirmektedir.
Sezai Ozan Zeybek