‘’Anneyle yaşadığımız cenneti, büyüdüğümüzde sonsuza dek kaybederiz. İnsanın trajedisi, bu eksiliği tamamlamaya yönelik nafile çabadır.’’
Doğumu ile Dünya’ ya yuvarlanan insanı, çoğu zaman bir cennet karşılar. Tüm ihtiyaçları elden geldiğince karşılanır. Etrafında karşılıksız seven, ne istese /ima etse yerine getirmeye hazır insanlar vardır.
İnsan kendi cennetine doğar.
İnsan/bebek bunun keyfini çıkarır, talep eder, ilgi ister. Hatta Heinz Kohut’a göre, çocuğun, ilk gerek duyduğu şey; varlığına yönelik hayranlık duyulmasıdır. Diğer yandan, karmaşıklıklarla başa çıkabilmek için, annesine (cennetindeki kurtarıcı) daha çok yakın olmak ister. (Margaret Mahler)
Ancak büyüdükçe işin rengi değişir. Yıllar, cennetimizin kaybını, silikleşmesini beraberinde getirir. Dünya’ya gelir gelmez sahip olduğumuz en büyük zenginliğimiz, yetişkinliğimizin ilk ve en büyük kaybı olur. Düne kadar etrafımızda dönen dünyanın yerini, baş etmemiz gereken meseleler alır.
Bu durumun yaşamımıza etkisi konusunda, Lacan’nın sarsıcı bir tespiti şöyledir; ‘’Anneyle yaşadığımız cenneti, büyüdüğümüzde sonsuza dek kaybederiz. İnsanın trajedisi, bu eksiliği tamamlamaya yönelik nafile çabadır.’’
İnsan, çocukken yaşadığı kısa süreli cennetinden, büyüdüğünde kovulur… Yetişkin olduğundaki tüm çabası, çocukken yaşadığı cennete ulaşarak, tekrar krala/kraliçeye dönüşebilmektir. Sevme, sevilme, güven, huzur, sıcaklık en temel arayış meselelerimiz olur.
Yetişkin olmamıza rağmen, bir çocuk gibi, o bildiğimiz ve kendimizi güvende hissettiğimiz cennetin peşinde koşuyor olmamız, bizi hatalara sürükler; bize cennet vaat ettiğini sandığımız insanlar için, yıllarımızı rahatlıkla harcayacak hatalar yapabiliriz.
Mesela, çocukluktan kalma o tatlı huzurun peşine düşen biri (farkında olmasa da) , derin problemler yaşadığı bir ilişkisine, (pek çok üzüntü yaşamasına rağmen) bir son veremeyebilir. Cennet arayışımız bizi türlü sıkıntılar yaşadığımız insanların arasında, oyunda tutabilir.
Kayıp cennetinin peşindeki insanı aldatan bir unsur da, yakın ilişkilerinde sıklıkla yaşayabileceği ‘rolleri karıştırma’ halidir.
Küçük yaşlarında, kayıplar yaşayan biri, yetişkin dönemlerindeki ilişkilerinde, ‘yokluğu ile tehtit’ eden kişilerin peşinden, anlam veremediği şekilde koşabilir.
Çocuk cennetinde anne/baba eksikliğini yaşayan biri, yetişkin zamanında bu rolü üstlenerek sevdiğine ‘babasının ya da annesinin ona davranmasını istediği gibi’ davranabilir. Bu rol karıştırma hali, iki yetişkin arasındaki ilişkiyi kadın erkekten, ‘baba kız ya da anne çocuk’ vari bir türe sürükleyebilir.
Diğer yandan, cennetini arayan, eksiliğini hisseden, bir şekilde bu tatmine ulaşmak isteyen yetişkin insanın karşısına, kocaman bir aldatıcı çıkıverir; piyasa endüstrisi…
Işıltılı salonlar, mekanlar, parlayan takılar, insanı uçucu hayallere sürükler. Kapital sistemin hayali podyumlarında, prens ya da prenses gibi hisserderken, boşluğunu yaşadığı trajik eksikliği tamamlamaya çalışan birileri olabilir.
Gece mekandan mekana koşan, geçici arkadaşlara masalarda anlam yükleyenlerin bir türlü ulaşamadığı, cennetindeki neşedir belki de.
Moda ve markaların büyüsünde kendini sürekli başka başka mutluluk resimlerinde hayal edenler de, cennetinin peşinde olabilir. Bu düşleri, piyasa tarafından olabildiğince kışkırtılır. İnsanı ‘şimdiki zamanından’ koparıp, köpürtülmüş, şişman hayallere iteler.
Acı vermesine rağmen, problemli ilişkilerinden vazgeçemeyenler, kendini maddi dünyaya sırt üstü bırakanlar, ya da öğrenilmiş çaresizlikler yaşayanlar, belki de özlemini yaşadığı cennetinin peşinden düşe kalka yürümeye çalışanlardır.
Ve sadece bu nedenle, kimse yaşamadığı, bilmediği bir hayatı yargılayamaz.
Fırat Devecioğlu