Çingeneler, beş bin yıllık insanlık tarihinde, hiçbir dönemde devlet kurmamış, egemenlik sürmemiş, kendi kültürel anlayışlarını başka mazlum halklara empoze etmemiş ve savaşmamışlardır. Bugün olduğu gibi, dün de çeşitli devlet ve hükümdarların egemenliği altında uygarlıklarını sürdürmeye çalışmışlar, horlanmayı, aşağılanmayı, sürülmeyi, ezilmeyi kabullenerek ama asimile olmaya sonuna kadar direnerek.
Bakara Sûresi’nin 258. ayetinde bildirildiği gibi: Hz. İbrahim putları devirip, Allah’ın tekliğini dillendirdiğinde, ‘Putperestler’ onu cezalandırmak için tutsak ederler. Hükümdar Nemrut, Hz. İbrahim’i huzuruna alarak, neden kendisine secde etmediğini sorar. Hz. İbrahim, ‘Ben, beni yaratan Allah’tan başkasına secde etmem. Benim Rabbim, dirilten ve öldüren Allahtır.’ yanıtını verir. Kuran-ı Kerim’de ‘O’nun için (Hz.İbrahim) bir bina yapın ve derhal ateşe atın dediler.’ buyurulmuştur. Bunun üzerine, Nemrut’un halkı dev bir mancınık yapar ve İbrahim ateşe atılır. Enbiya Sûresi’nde: Ey Ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol dedik; böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Efsaneye göre, Hz.İbrahim’in mancınıkla fırlatılması sırasında, meleklerin bu duruma engel olduğu ve melekleri kovalamak için de Şeytan’ın telkini ile kız ve erkek olan iki kardeşin mancınığın yanında ensest ilişki de bulunarak, ateşe atılmanın gerçekleşmesini sağladıklarıdır. ‘Çin’ ve ‘Gen’ adındaki kardeşlerin cinsel birleşmesinden ‘Çingene’ olarak bilinen bu halkın türediği söylencesi, biz uygar dünyalıların da bakış açısını oluşturmaktadır.
Roman ya da çingene, elekçi, şopar, esmer vatandaş gibi sıfatlarla isimlendirdiğimiz bu halkın çocukları, kendini soyutlayarak olsa da kitlenin içinde varoluş çabasını sürdürmektedir.
Danslarını taklit ettiğimiz, müzikleri ile neşelendiğimiz bu insanları, önyargılarımızın katılığına sığınarak aramıza almayı asla düşünemeyiz. Çingenelerin kaçırdığı çocuklar; sakat bırakılıp dilendirilenler, hırsızlar, esrar satıcıları, çingene ile cinsel ilişkiye girenin, kiremit eriyene kadar yıkanması gerektiği… İğrenme ve korkular yüz yıllarca bilincimize kazındı ve düşünmeye, anlamaya, sevmeye çalışmayı asla gerekli görmedik kendimize.
İnsanlığı oluşturan tarihi gelişmelere baktığımızda, iki farklı olguya tanıklık ederiz. Bir yanda, devlet yapısının içindeki demokratik oluşumu, kültürü ve bilimi ile gelişen, devamlılığını tarih boyunca sürdüren halklar ve diğer yanda aşağılanmanın, lanetlenmenin, ötekileştirilmenin sonucunda, kitapların anlatmaya korktuğu uygarlığın en altındaki insanlar.
İki bin yıllık Hitit Uygarlığı, Truvalılar, Lidyalılar dönüşüme karşı durdukları için mi yok oldu, yoksa değişimi kabullenmenin sonucunda mı başka bir halk adını aldı? Sümer Uygarlığının devamında ‘Sami Irkı’ ve günümüz ‘Arap Halkı’, ‘Cermenler’in devamında Alman, ‘Got ve Vizigotların’ devamında ise Hollanda ve Danimarka halkları tarihteki gelişimini sürdürmüşlerdir. İnsanlığın tarih akışına ve bilincine ters orantılı olarak ‘Çingene’ halkı bu anlayış-ezberi bozmuştur.
Çingene göçünün, beş ve on birinci yüz yıllar arasında, farklı dalgalar halinde Hindistan’dan İran’a olduğu ve gerçek yayılmanın buradan batıya ve güneye olduğu görüşü geçerliliğini korumaktadır. İkiye ayrılan bu göç dalgasının bir kolu Suriye ve Ermenistan üzerinden Anadolu’ya olmuştur. Türkiye’ye geliş tarihleri kesin olarak bilinmemesine rağmen, çingenelerle akraba oldukları bilinen ve kabul edilen ‘Cotlar’ın 820- 830 yılları arasında Araplar tarafından, Bizans İmparatorluğu sınırlarına sürüldüğü ve Ermeniler ile bağlantı kurdukları sanılmaktadır. Cotlar’ın bir bölümü 1071 yılından önce, Ermenistan’dan Anadolu’ya geçtikleri düşünülmektedir. Bizanslı tarihçi Nichephoros Gregoras’ın, Çingene akrobatlarının 1322 yılında Konstantinopol’e ulaştıklarını kaydettiği, hatta bu tarihten önce, 10.yüz yılda onların, bu kentte demirci ve seis olarak bulundukları da kaydedilmiştir. Bu bilgiler doğrultusunda çingenelerin, Anadolu’ya girişlerinin dokuz ve on beşinci yüz yılda olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Orta Çağ tarihçilerinin verdiği bilgiler doğrultusunda, Timurleng’in Anadolu’yu istila etmesi ile birlikte, çingenelerin Avrupa’ya geçmeye başladıkları sanılmaktadır. Bindörtyüzlü yıllardan sonra, Avrupa’da görülen Çingene gruplarının ‘Türkçe’ sözcükler kullandığı bilinmektedir. Anadolu’dan, Avrupa’ya göç eden çingenelerin, yirminci yüzyılın başlarından itibaren, gelişen siyasi olayların ve milliyetçiliğin yükselişi ile geri döndükleri görülmektedir. Avrupa ülkelerinin yöneticileri, çingeneleri on beşinci yüzyıldan sonra, ‘Türk Ajanları’ olarak görmeye başlamış, tutuklanmaları hatta katledilmeleri yönünde yasalar çıkartmışlardır.
6 Aralık 1942 tarihinde Alman ‘SS’ Şefi Himmer tarafından çingeneler için ‘topyekün imha’ kararı çıkartıldı. Auschwitz gibi toplama kamplarında, Avrupa’ya yabancı ve pis kan taşıdıkları iddiası ile laboratuarlarda öldürüldüler. Naziler, Almanya dışında Fransa’da on beş bin, Polonya’ da otuz bin, Macaristan’ da yirmi bin Çingene’yi yok etmiştir. Kendilerini ‘Uygar Toplum’ sayan Avrupa ülkelerinin, Çingene soykırımına ses çıkarmadıkları bu yüzden tesadüf değildir. 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması gereğince, Türk ve Rum nüfusun mübadelesine ilişkin on dokuz maddelik sözleşme ve protokol 30 Ocak’ta imzalanmıştı. Sırp-Hırvat ve Sloven devletleri de 24 Temmuz 1923′de Lozan Antlaşması’nın hükümlerini imzalamışlardı. Bu antlaşmalar çerçevesinde 1924 yılı Ekim ayının sonuna kadar, sadece Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderilen göçmen sayısı üç yüz yetmiş bine ulaşmıştı. Gönderilen göçmenlerin büyük çoğunluğunu çingeneler oluşturmaktaydı. Türkiye’de kendini ‘Roman’ olarak isimlendiren bu halk, Avrupa’dan Türkiye’ye Lozan Antlaşmasının hükümlerince gönderilen çingenelerdir.
Farklı etnik ve kültürel topluluklar kendilerini inkar ederek yeni ülkenin vatandaşı olabilmişlerdir ancak. Yeni Cumhuriyet’in kadrosunda bulunmuş Şükrü Kaya. ‘Bu topraklarda yaşayıp, Türk olmayanların ilk vazifesi, Türkler’in kölesi olmaktır.’ sözü asimile olmayı kabul etmeyen halkların, vatansız kalmasına ve Çingeneler ile ortak kaderi paylaşmasına neden olmuştur: Sonsuza kadar Göç! Türkiye’de yakın zamana kadar çingeneler ‘Kıpti’ adı ile anılmıştır. Yörelere göre isimleri değişkenlik göstermektedir: Erzurum, Artvin, Bayburt, Erzincan ve Sivas Çingenelerine ‘Poşa’, Van, Hakkari, Mardin ve Siirt Çingenelerine ‘Mutrib’, İç Anadolu Çingeneleri için de ‘Elekçi’ sıfatı kullanılmaktadır. ‘Esmer Vatandaş’ tanımı resmi yazışmalarda kullanılırken, Akdeniz bölgesinde de ‘Arabacı’ olarak tanımlanmıştır. Ankara’daki Çingeneler yerli halk tarafından ‘Teber’ olarak anılır. Adana’da özellikle yankesicilik suçu ile uğraşan Çingenelere ‘Cono’ denilmektedir. Trakya yöresindeki Çingeneler kendilerine ‘Roman’ demektedir. Romanlar, müzisyenlik ile uğraşmakta olup, Marmara, Ege bölgelerinde yaşamlarını sürdürmektedir.
Osmanlı Döneminde Çingenelere Karşı Tutum
Çingenelerin göçebeliği bir yaşam tarzı olarak benimsemelerinden dolayı, Osmanlı Devleti onlardan vergi toplamakta zorluk çekmiştir ve bu halkı, yerleşik topluluk haline getirmek için yeni fethedilen ülkelerden zorla da olsa toprak verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa ülkelerini fethederken asıl amacın, Çingeneleri yerleşik yaşama alıştırmanın dışında onları sınır muhafızı olarak kullanmak olduğunu ‘Osmanlı Arşiv Belgeleri’nde görmekteyiz. Padişah 2.Selim, 1574 yılında bir ferman yazdırarak, Bosna-Hersek’te yerleştirilmiş olan çingenelerin vergiden muaf olduklarını, hiç kimsenin onların yaşam biçimlerine karışmamasını, kanunları ihlal eden çingenelerin de ‘Çeribaşı’ tarafından yakalanarak, devlete teslim edilmesi gerektiğini bildirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan çingeneler, müslüman veya gayr-i müslüm olarak iki guruba ayrılmışlardır. Osmanlı da sadece gayr-i müslimlerden ‘Cizye’ (Korunma için haraç) alınırken, çingenelerde bu ayrım gözetilmemiştir. Dünyanın tüm uygar halklarında Çingene ismi hırsızlığı, cahilliği, uyuşturucuyu çağrıştırmıştır. İnsanlık tarihinde hiçbir halk bu şekilde ötekileştirilmemiştir. 2. Dünya Savaşı yıllarında Hitler’in Yahudilere uyguladığı kıyımların içinde çingeneler de bulunmaktadır. Çingenelerin içinden tarihçi, yazar, siyasetçi çıkmadığından dolayı, kendi soykırımlarının belgesini oluşturamamışlardır. Vatansızlık, bir tür görünmezlik yaratmıştır. Faşizmin hüküm sürdüğü ülkeler, soykırıma uğrayan halklardan daha sonra özür dilerken, çingeneler yok sayılmıştır.
Kentsel Dönüşüm İle Yeni Göç
Kentsel dönüşüm ile ilgili alınan kararları yerel yönetimler uygulamaktadır. Kamuoyuna kendilerini ifade edebilecek örgütlenmelerden yoksun olan çingeneleri sonuçta, beş bin yıllık kaderlerinin tekrarı beklemektedir. Uygulamaya konulan ‘Kentsel Dönüşüm Projeleri’nde asıl amacın ‘Çingene Mahalleri’nin dağıtılması olduğu kuşkuları arttırmaktadır. İstanbul’un Anadolu Yakası Küçükbakkalköy’de bulunan Çingene Mahallesi yıkıldığında, burada yaşayanlar Dudullu, Ümraniye, Çamlıca, Alemdağ, Sancaktepe gibi farklı yerlerde yalnızlığa mahkum edildiler ve yoksun bırakıldılar. Avrupa Yakasında, Yahya Kemal Mahallesi yıkımından sonra Çorlu ve Yalova gibi yerler göç almıştır ve Sulukule dramında ise mülkiyetin nasıl el değiştirildiği açıkça görülmüştür.
Teoride Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı gibi bir imparatorluk değildir. Cumhuriyetin yurttaşları etnik ve dini yapıya göre kümelendirilip gettolarda yaşamaya zorlanamazlar. Her yurttaş istediği yerde yaşama hakkına sahiptir. Fakat yüzlerce yıl dışlanan çingenelerin, kendi mahallerinde özgürce yaşamak hakkını, sadece rant uğruna ellerinden almak da insan hakkı gasbıdır.
Çingene mahallerinin dağıtılması bu halkın katliama uğraması ile eş değerdedir. İçlerinde geliştirdikleri yardımlaşma ve ortak yaşam alanlarının sonlandırılması, çingenenin ‘Suç Makinası’na dönüşmesine neden olacaktır. Asimile olmayı, kendilerinin dışında diğer dini, etnik guruplar tarafından engellenmiş, bu lanetlenmiş halk uyumsuzları ile mutsuzluk kaynağı olacaktır.
Çözüm: Yerinde Kentsel Dönüşüm
Daha uygar ve gelişmiş yaşam alanlarının oluşturulması için, çingenelerin eğitim alarak, örgütlenmeleri sağlanarak, kültürel gelişimlerinin önündeki engeller kaldırılarak, insanca bir dönüşüm sağlanabilmesinin önü açılacaktır. Ermeniler’i, Rumlar’ı yurtlarından edip, mülklerini sahiplenme yanlışı bir daha asla tekrarlanmamalıdır. 1978 Nisan ayında Genf kentinde yapılan 2. Dünya Çingene Konferansında, oturumların başkanlığını yapan ve kendisi de Çingene olan Dr.Jan Cibula’nın Genf açıklamasında dediği gibi: ‘Ben çingene doktorum. İnsanları fakir, zengin, beyaz ya da siyah diye ayırmaksızın iyileştiriyorum. Hiçbir ayırım yapmaksızın herkese ilaçlarımı ve bilgimi veriyorum, kalbimi veriyorum… Biz insani, dünyada insani yaşamak istiyoruz. Biz örgütün kapısını açtık. Kapalılığı geride bırakmak, eski günahlarımızı unutmak istiyoruz. Biz güneşin altında bir yer istiyoruz. Karanlık dünyamızda, çocuklarımızın iyiliği elde etmesi, kültürümüzü herkese, bizim dışımızdaki herkese sunabilmeleri için aydınlık ve hava arzuluyoruz.’
Kaynak: http://indigodergisi.com/2014/02/cingeneler-yemek-icmek-dans-ve-uyumak-icin-yaratilmis-bir-halk/