Çok dertliyim. İlyas okula gitmek istemiyor. Bana çok düşkün. Beraber o kadar çok eğleniyoruz ki, hiçbir okul ona böyle bir eğlence vaat edemiyor. Ve İlyas da bunun farkında.
O yüzden bütün zamanını benimle geçirmek istiyor. Yahut annesiyle. Çünkü annesiyle de çok eğleniyor. Çok yere gitmek çok insan görmek çok oynamak çok arkadaş sahibi olmak istiyor. Çok çok istiyor. Ama hepsinde ben de olayım istiyor. Yahut annesi de.
İlyas okulda ne öğreniyor?
Biliyorum, İlyas okula gitmeli. Bir şey öğreneceği için değil. Hatta öğreneceği o şeylerin hiçbiri umurumda değil. Okulda saçma sapan “faaliyet”ler yapıyorlar. Bir kağıdı kesip sonra bana gururla göstermeyi öğrendi. Çaresizlik içerisinde beğeniyorum. Basit hareketlerinin ödüllendirilmemesi gerektiğini biliyorum. Ödüllendirmenin tıpkı cezalandırma gibi faydasızlığını biliyorum. Normal şeyleri normal yaşaması gerektiğini iyi biliyorum. Hiç bir çocuğun sıradan çizik çuzukları için aferin almaması gerektiğini biliyorum.
Bizler yaptığımız işleri pek çok zaman başka şeyler için yaparız. Kira ödemek için, daha iyi bir hayat için, konfor için, hatta iktidar için. Pek azımız yaptığı işi sadece bitirmek için yapar. Çocuk yaptığı “işleri” dolaysıyla o işlerle ilgilenerek ve sadece bitirmek için yaptığından bizden bir sıfır önde değil mi?
Biz ona abuk subuk aferinler yağdırdıkça o şeyler doğallıktan ve dolaysızlıktan uzaklaşıyor, biliyorum. Biz böyle yaptıkça çocuk o şeylerle ilişkisini onları yapmaktan aferin almaya yöneltiyor. Dolayısıyla yaptığı şeyleri değil kuru aferinleri biriktiriyor. Bu da saçma sapan bir durum.
Ama zaten okulu sevmeyen bir çocuk okulda aferin gazlarını yüklenmeye başladı mı ben ne yapacağım? Zaten gitmek istemediği okulda yediği haltların işe yaramazlığını mı öğreteyim bir de? Sonra nasıl açıklayacağım ona okula gitmesi gerektiğini?
İlyas’ı neden okula gitmeye ikna edemiyorum?
Size çok sıradan, çok sert ve epey arabesk bir hikaye anlatayım. Dün İlyas’la bir yığın kitap aldık. Sonra Üsküdar’da biz gezerken yanımıza bir Suriyeli çocuk geldi, 4 yaşında filan, bizden para istedi. Ben de İlyas’a o çocuğun hiç kitabı olmadığını, ona aldığımız kitaplardan birisini vermesini söyledim. “Sonra alırım aynısını sana” dedim. İlyas vermek istemedi. Ama çocuğa da üzüldü. Eve gidelim öbür kitaplarımdan birisini verelim dedi. Eve gidip gelemeyeceğimizi anlattım. Vermedi kitabını. Ama çok üzüldü. “Neden onun kitabı yok?” diye sordu. Paraları olmadığını anlattım. Neden paraları yok diye sordu doğal olarak. “Bazı insanların parası yoktur” dedim. Neden dedi. Öyledir dedim. Bazı insanların kolu yoktur, bazılarının annesi yoktur, bazılarının da parası yoktur dedim. İkna olmadı. Ama üstelemedi de.
3 yaşında bir çocuğa bunları anlatması çok zor. Ölümü filan anlatmaktan daha zor. Çünkü bunları kendine anlatması da çok zor. Neden bazı çocukların kitabı yok hakikaten? Benim buna bulduğum hiç bir cevap beni ikna etmiyor. Sizin hakiki bir cevabınız var mı?
O da bir süre sonra maalesef pek çok insan gibi kabullenecek. Bazı çocukların kitabı olmayışına şaşırmamaya alışacak. Belki bir çoğumuz gibi alışamayacak buna. Birçoğumuz gibi içinde stabil bir çaresizlik duygusuyla yaşayacak.
İnsanın kendisine anlatamadığı şeyleri çocuğuna anlatabilmesi imkansız.
İlyas’ı okula gitmesi gerektiğine ikna edemiyorum. Çünkü kendimi ikna edemiyorum. Sadece okula gitmesi gerektiğini biliyorum. Bazı çocukların kitapları olmadığını bildiğim gibi.
Neyse ki yahut maalesef sezgi şampiyonları çocuklar
İlyas 3,2 yaşında. Hep her şeyi doğru sezdi. Evde yahut ortamda bir gerginlik varsa hemen anladı. Şu anda çocuğun sırtında büyük bir yük var. Gökçe’nin yahut benim ikna olmadığımız bir şeye çocuğu mahkum bırakıyoruz.
Ve İlyas, maalesef bunun bir zorunluluk olduğunu anladı. Beni çok üzdüğünü de anladı. Demin okula bıraktım. Hiç ağlamadı. Babama el sallayacağım dedi öğretmenine ve kapıda bekledi. Bana el salladı ve öpücük yolladı. Gözleri kıpkırmızıydı. Hıçkırıksız yaşlar vardı gözünde. Tabii dışarıda ben de hüngür hüngür ağladım. Her seferinde böyle oluyor üstelik.
Bazen de okuldan çıkarken şöyle yapıyor: “Baba bugün çok eğlendik okulda”. Ama bunu hıçkıra hıçkıra söylüyor. Yalan söylüyor. Kendisini ve beni inandırmaya çalışıyor iyi bir şey yaptığımıza. İkimizin de üzülmemesini istiyor çünkü.
Annemi aradım hemen. Bir kere daha anlatsın diye benim anaokulu maceralarımı. Aynısının tıpkısını.
Anneciğim bir de okula bırakmak zorundaydı beni tabii. Tek başına bakıyordu bana. Ve çalışmak zorundaydı. Bir gün ben İlyas yaşındayken ateşliymişim. Annem yine okula bırakmak zorunda. Çok üzülmüş ve ben bunu hemen anlamışım. Bir pelerinim varmış. Onu almışım sırtıma ve dans etmeye başlamışım 39 derece ateşle: Bak anneciğim iyiyim ben bir şeyim yok.
Altı üstü okul tabii. Millet nelerle uğraşıyor. Aklıma hemen o çocuklarını çok seven, çok seven, hakikaten gördüğüm hepsi çok seven Suriyeliler geliyor. Sokakta yayılmış çocuklarının kafasındaki bitleri temizlemeye çalışıyorlar. Çocuklarını eğlendirmeye çalışıyorlar. Yaşadıkları mezbeleyi çocuklar hissetmesin diye uğraşıyorlar. Bir yandan da acemice dileniyorlar. O kadar acemice yapıyorlar ki dilenme işini, akıl veresim geliyor. Onların yanında benim derdim ne ki.
Çok seviyorlar diye üç kere söylememin sebebi farkı anlatmak. Bizim profesyonel dilencilerin bazıları çocuklarını sevmiyorlar. Bir keresinde TV’de görmüştüm. 3 yaşında çocuğunun ayaklarından tutmuş, çuval gibi yapmış, zabıtaya çocuğuyla vuruyordu. Onların sadece çocuklarına üzülüyorum. Muktedir olmak ve ellerinden o çocukları almak istiyorum bir de tabii.
Neden İlyas okula gitmek zorunda?
Çok basit ve lanet olası bir sebebi var. Hayat benimle geçirdiği iyi vakitlerden ibaret değil. Hep yanında beni isteyen bir çocuğum olsun istemiyorum. Ben annemin kuzusuyum. İlyas da annesinin kuzusu olsun. Ama bir yere kadar olsun. Çok açık bir gerçek var. Fazla büyük ilgisine maruz kalan çocuklar ileride çok korumasız oluyorlar. İlyas’ın ileride korumasız olmasını istemiyorum. Bu da çok açık.
Maalesef İlyas’ın arkadaşları da İlyas’la aynı durumda. Hayal ediyorum. Şöyle kervansaray gibi bir yerde yaşasak. Üst katlar uyuma alanları olsa. Alt katlar ortak kullanım ve çalışma alanları. Atelyeler, kütüphaneler, çamaşır filan. Ortada çocuklar takılsa. Biz de takılsak. Herkes herkesin çocuğuna baksa. Herkesin çocuğu ayrıca annesinin babasının, ya da onların yerine koyduğu birilerinin kuzusu da olsa. Böyle kervansaraylardan oluşan dağılmış şehirlerimiz olsa. Hepimiz kendimizi yönetsek. Birer litre çişten günde onüç milyon litre çiş üreten bir şehirde üst üste yaşamasak.
Buyrun, duygusallık bastı, hiç istemeden komünizme bağladım yazıyı…
Dünyalılar